5 Mayıs 2011 Perşembe

İnsanların ölümü ciddiye almaması

acı ama gerçek. ya da gerçek ve acı. bu yüzden dokunuyor. kime! tabi ki hayatı damıtarak yaşamaya çalışanlara. yokluklardan bir varoluş elde etmeye çalışanlara. 
mahkumlara örneğin. askerlere. gece nöbeti tutan doktorlara. hemşirelere. hayatlarının her hangi bir döneminde ölümün demosunu yaşayanlara. bu dünya içerisinde yeni bir dünyanın tüm sıkışmışlığını hissedip kıpırdayamayanlara. 
ölümcül bir hastalığın pençesinde yaşam mücadelesi verenlere. hayatı boyunca bir kez koşamayanlara. en muhteşem şarkıları duyamayan sağırlara. en güzel şiirleri sesli okuyamayan dilsizlere.

yıllar önce bir dostum olmuştu. doğuştan kalp hastası olan bir dostum. çocuk yaşta kalp ameliyatı olurken verilen aşırı narkozdan dolayı gözleri kör olan dostum. isimi murat'tı.
ben denizli'de kitabevi işletirken tanışmıştım kendisiyle. her gün benim kitabevinin önünden engellilerin kullandığı bastonvari değnekle geçer bir berber slaonuna takılırdı. bir gün ben kitabevimin önünü temizlerken bastonu ayaklarıma ilişti. ben hemen dönüp özür dileyecekken gözgöze geldik. ve kendisi daha hızlı çıkıp "çok özür dilerim" dedi. 
benim elim ayağım birbirine dolaştı o an. bir elimde paspas diğer elimde ise hiçlik. 

nefesimi ritmine sokup "asıl ben özür dilerim" dedim. kabul etmesi halinde kendisine bir çay ısmarlayabileceğimi söyledim. kabul etti. birer çay içtik. o gün o çarpışmayla başlayan arkadaşlık dostluğa dönüştü. ve sürekli görüşür olduk. 
annesi ve babası ile tanışıp hikayesini öğrendim. bir kaç kez kendisini doktorlara götürdüm. doktorlar hiçbir şekilde tedavisinin mümkün olmadığını söyledi. ben her seferinde "hiç mi" dedikçe onlara rahat bir şekilde "hiç" dedi.

bir gün denizli devlet hastanesinin bahçesinde yeniden görme ümidiyle bekleyen murat'a asla göremeyeceğini söylememek için o kadar çok yalan söyleyip o kadar çok daldan dala atladım ki onu evine bıraktığımda linç edilmiş gibiydim.
geldi zaman geçti zaman bir akşam murat'ın doğum günü için gittim evine. annesi ve babası sıcak karşıladılar. naçizane hediyemi sunduğumda murat "bu ne renk?" dedi. donduk kaldık 3 kişi. annesi, babası ve ben. 

bazen insan ağustos sıcağında donabiliyor. o gece öğrendim bunu. ve bazen insnaın en kallavi betimlemeleri, cümleleri hiçbir boka yaramıyor. 

"mavi" dedim. "tarif etsene maviyi" dedi murat. "denizle aynı renk" dedim. "denizi tarif etsene" dedi. "masmavi ve sonsuz bir su" dedim. "mavi peki?" dedi tekrar. ben de tekrar "denizle aynı renk" dedim. o tekrar "denizi..."

çıktım geldim o gece evime. kanım deliydi. gerçek bir gençlik ve kötülük yaşıyordum. şehrin otogarına yakın üçüncü sınıf kahvehanelerde barbut oynuyordum kulağı kesik abilerle. poker oynuyordum deli gibi. gündüz kazandığım tüm parayı gece yiyip ertesi güne yeniden başlıyordum.
zihnimin bir köşesinde murat vardı ama. murat'ın bu duruma gelmesinde ön-ayak olan herkesi ve her şeyi sikmek için adını dahi bilmediğim kadınlarla sevişip gençlerle kavga ediyordum.
ölümü ciğerlerimde hissetmek için çoğu gece rakı içip ağlaya ağlaya uyuyordum. beynimden geçenleri anasonla uyuşturup kumar masalarından kazandığım halde elimi kolumu sallayarak kalkabiliyordum. kimse gıkını çıkarmıyordu. ben de ses etmiyordum.

hayatımın ya da hayatın dibini görmekti arzum. dipteyim diyen ergenlere inat ben hep o dibe gidiyordum. dibine vurmak istiyordum hayatın. bir sabah taze ekmek almak için arabama atlayıp nazilliye gidip açık fırın arıyor, bir gece de eğlenmek için antalya'ya kaçıyordum.
unutmak içindi hepsi. murat'ı, hayatı, ölümü.

olmuyordu ama. ölüm her yerdeydi. bir gece yarısı abimin telefonuyla uyanıyordum. diyordu ki abim, "erdal abin trafik kazasında vefat etti." ben de soruyordum, "erdal eren mi?" yok diyordu, "erdal kurt." ve sonra küfrediyordu abim, "dalga mı geçiyorsun sen benle it!"
yok diyordum. "bir de erdal eren vardı. yaşta ölen."

dibe gidiyordum işte. ama büyüyordum. gücüm artıyordu. cesaretim. kavgam. mücadelem. ölüm ise öylece köşede bekliyordu. ben ise ölemiyordum. intihar stilimi yaşamak olarak belirlediğimden. intiharımı doğal yollarla gerçekleştirmek için.
olmuyordu. ve olmayacaktı. ama ölmeliydim. ölümün ciddiyetine aşık olmuştum. hem o son nefesi verme anının heyecanı hem de sonrası. vurulmuştum ölüme. ölen insanlara imreniyordum. sonrasında neyle karşılaştıklarını bilmediğimden. olmuyordu. hayattayken ve oksijen zihnimi uyuşturmuşken hiçbir fikrim olmuyordu ölüme dair.

bir sabah gözlerimi hastanede açtığımda bir adam geçiyordu önümden. tekerlekli sandalyeye oturmuş, pipetin ucu gırtlağındaki delikten içine doğru girmiş bir adam. gırtlak kanseri olduğu her halinden belliydi. öylece izliyordum onu. sonra aşağı iniyordum. bir sedyeyle. ameliyattan çıkan hastaların olduğu yere. eski bir futbolcu yedi yıldır kemik erimesi tarzı bir hastalıktan dolayı yatakta kaybolmuşken ben yan yatağında yatıyordum.
bu adamın kayınbabası adamın etek tıraşını yapıyordu. gözlerimi yumup narkozun etkisinin geçmesi için uyuyordum. belki de ömrümün en huzurlu uykusunu orada uyuyup evime döndüğümde gece oluyordu.

aradan zaman geçiyordu. ve bir sabah askere götürlüyordum. işte orada ölümü iliklerimde hissediyordum. kanım akmıyordu. öylece duruyordu. zamanın durması gibi. 
dışarıya dair, geleceğe dair tek hayalim sadece istediğim an yoğurt yiyip banyo yapmak bir de doyana kadar uyumak oluyordu.
dediklerimi yapmak içinse 155 gün saymam gerekiyordu. her bir salisesi bin yıla bedel 155 gün. kayboluyordum zaman kavramının içerisinde. bir sabah gözlerimi açtığımda "bitti" diyordu sakaryalı çocuk. hadi gidelim.

gidiyorduk biz de.

ömrümün toplamını çıkardığımda aklımda murat kalıyordu. askerlik. o hastanedeki hastalar. gönülsüz mahkumiyet. hapishaneye düşen babamın arkadaşının iki evli oğlu. geride bıraktıkları 3 çocuk ve iki kadın.

oysa devam ediyordu hayat. her an ölme riski olmasına karşın. bu ölümü de sadece ruhun bedenden ayrılması olarak görmediğimden tüm kötü ihtimalleri göze alarak yaşamaya çalışıyordum.
kariyermiş, kendini geliştirmek saygınlık kazanmakmış, sikimde değildi hiçbiri. hala da değildir. ölüm vardı çünkü en sonda. ölüm var en sonda. 

eğer insanlar gerçekten ölümü ciddiye alsalar, yasaklar olur mu evrende. acı, kan, gözyaşı olur mu.
yalnızlıklar ve yalanlar gökdelenler gibi. güzellikler laneti olmuş genç kadınların. cesaret ise genç adamların. yaşlılar ölmek için gün sayarken kahve köşelerinde, ev kadınları binlerce gün aynı günü yaşamaktan çıldırmış.

patronlar daha da çok kazanmanın derdindeyken yasal köleler sadece günü kurtarmanın telaşında. 

ölüm oysa. en sonda. hatta ne sonu. burnunun dibinde. her şeyi geçtim diyelim. her şeyi geçtik diyelim. yaşamamak ve ertelemek için her şeyi binlerce nedenimiz, prensibimiz varken, bu gecenin başka bir 17 ağustos 1999 gecesi olmadığını kim iddia edebilir!

ölüm işte. koyun koyuna yatıyoruz kendisiyle. bir sabah bizlere günaydın deyip dudaklarımızdan öptüğünde boşa geçen bir ömrün hesabını hiç kimse ne kendine ne de varsa eğer bir tanrı'ya veremez. hepsi bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder