31 Aralık 2009 Perşembe

askeriye

havva'sı olmayan adem'lerin cenneti burası.. tanrı, günde üç kez, yemeklerden önce anımsanan bir varlık olmuş. ruh ise, varlığı ya da yokluğu ıspat edilsin diye, bedene çile çektirilip, ortaya çıkarılan, kendisi ortaya çıkarılırken sağlığı yitirilen bir kavram hüviyetine bürünmüş..

bu cennette uyku yok. zira herkes rüya görebiliyor ayıkken. zaman, çıplak elle boğazı sıkılıp, alttan koklatılmayan bir düş..
bu cennette renk yok.. yeşil hariç. o ise renkliğini çoktan unutup küfürlerin arka fonu olmuş.

bu cennette aile yok. sevgili, eş, dost... tek bir ranzaya sıkıştırılmış heposi.. bu cennet, varlıklar içerisinde yokluk lunaparkı. ya da yokluklar içinde varlık..

farketmiyor!!!

bu cenneti tanrı çok önceden terketmiş. ve herkesin tek bir ismi var; "asker!"

bu cennette önemli olan tek şey nicelik. nitelikler manasız. sözlüklerdeki her kelimenin karşısı bomboş burada.

bu cennet, akıl yitirme merkezi. çıldırma üssü. delirme kampı..

bu cennet, ibadet etmenin yasak olduğu, şehit adaylarının araf'ı..

bir babanın kalbinde sızı olmak

bir varmış, bir yokmuş. babasından ilk güzel cümlesini 30 yaşında duyan bir çocuk varmış. o cümle de acı sosluymuş. biraz hüzüne bandırılmış.
masal değilmiş bu. gerçekten daha gerçek bir ütopyaymış..

çocukluk oyunlarını bir kışlanın soğuk ve renksiz koridorlarında yaşayan bir çocukmuş bu. bakmayın siz her sabah tıraş olduğuna, daha bıyıkları bir kaç yıl önce terlemiş.. bakmayın siz boyundan büyük kamuflaj giydiğine, çocukmuş. çocuk işte.. bedeni küçükmüş..

yaşadığı sürece, hep boyundan büyük laflar etmiş, hep boyundan büyük işlerin altına girmiş. hayat gibi..

bir öğleden sonra, uyanmış.. güneş, sırtını doğuya dönüp, bakışlarını batıya odaklarken, uyanmış ve gerçeğiyle yüzleşmiş. bir küfürden ibaret saydığı babasıyla..
dolu boğazı, solgun yüzü, boş midesiyle.. çökmüş bir telefon kulübesinin dibine. havadan konuşmuş, sudan..
"baba" demiş, telefonun diğer ucundaki geç kalınmışlıklar şahına. "hava çok güzel."
susmuş yaşlı dev. otuz yaşındaki çocuk eklemiş; "lütfen bir yudum su.."

yine ses çıkmamış karşı taraftan.. aralarındaki bu suskunluk, bu nedensiz nefret, bu manasız sevgisizlik yormuş otuz yaşındaki çocuğu..
"baba" demiş son kez. "beni hiç rüyanda gördün mü?" yutkunmuş yaşlı dev. sessizlikte duyulmuş yutkunma sesi. "hiç görmedim" demiş önce. sonra eklemiş; "fakat, sen asker olduğun gece kalbim acıdı. bir sızıyla uyandım uykudan.."

düğümlenmiş boğazı otuz yaşındaki çocuğun. ayağındaki postallara bakmış. bakışları oradan boşluğa gitmiş. babasının kalbinde bir sızı olmak ağır gelmiş ruhuna. aşağı kaymış. sırtını yasladığı duvar eğilmiş. yapışmış toprağa..

bir anda çıkmış bu masaldan. küt diye.. sonunu beklemeden. koşar adım, 107 askerin yanına koşmuş. komutanlar, marşlar eşliğinde uygun adım yürütürken, en çok o bağırmış. babasının o cümlesini duymamak için. daha sert basmış yerküreye, dünyanın dengesini bozmak için..

gökten üç elma düşmüş o günün sonunda.. birisini akşam yemeğinde yemiş. diğerini uyumazdan önce. sonuncusunu ise parkasının yan cebine koymuş. ve o elmaya dokunarak dolaşmış, her şeyin yasak olduğu bu masal diyarında..

8 Aralık 2009 Salı

zaman

kucağına bıraktığım tüm körpe hayallerimi kendi lağımlarına atan yasak bir aşkın annesiydi zaman.. geçip gitti. ne geçmişinden hatırlayıp da mutlu olabileceğim bir anı kaldı zihnimde ne de geleceğine yıldız gözlerimle bakıp da huzurlu olabileceğim bir dilimi..

şimdi mi?

şimdi diye bir şey yok.. hiç olmadı. ve olmayacak da.. yetişemiyorum zira şimdiye. yetişip de sırtına binemiyorum. ensesinden yakaladığım gibi altıma basamıyorum.. vahşi bir atın yanına yaklaşır gibi, yanına yaklaşıp, sakinleşmesini bekleyemiyorum.. eğersiz bir at zaman.. sonsuzluk çayırlarında son sürat koşan. yetmiyor dalağım. ve ben patlıyorum ardısıra koşmaktan.. bir mağaranın kovuğunda saklanmak istediğimde ay doğmuyor. güneşin doğmasına ise en aşağı 12 saat var..

zaman alıp götürüyor. her şeyi.. en çok da geleceği. geçmiş, yasak aşkın meyvesi bir piç gibi hayatımın en karanlık köşesinde. öylece duruyor..
oysa tanrı'nın diğer adı aşktı hani. ben o geçmişi bir aşka gitmek için oluşturdum. serdim yollara. kırmızı bir halı değildi belki. fakat bileklerimdeki kanla aynı renkti zaman.. gözlerimdeki kanla.. ben zamanla yaşıttım. benden başladı.. isa yoktu.. hicret yoktu.. ben kendimi germiştim hayali bir haça.. ben hicret etmiştim sonsuzluğa..
benden öncesi ve benden sonrası vardı.. fakat ben yoktum...

tarih bölümünü bitirdiğim gece zil-zurna sarhoş olup da kafamı gökyüzüne dikip, bağırdım; "tarih benim, yaşlanıyorum!.."

zaman bendim. akıp gidiyordum.. arada bir tıkansam da. aslında arada bir de değil. hep tıkansam da zaman bendim. tersten okunuşum hiçbir şeyi çağrıştırmıyordu..
komplo manyağı zeki adamlar umrumda değildi. ilgi manyağı kadınların yüzlerine bakmayıp da protesto ediyordum kendilerini. ibadet etmeyip de tanrı'yı protesto ettiğim gibi..
ben buydum işte. avuçlarımı açıp da içerisine düşecek üç-beş bozukluk için kimin rızası uğruna insanlardan para dileneceğini bilemeyen bir adam..

ben buydum işte. insanların, her şeyi zamanın sırtına bindirdikleri bir zaman diliminde her şeyi zamanın boğazından söküp çıkaran, kollarını sonuna kadar zamanın ağzına sokan bir deli..

ayetlerim vardı peygamberleriğimin ilk yıllarında. kimse inanmayacınca çiğnedim her birini. yuttum.. mucize istedi benden herkes. ben de tanrı'ma baktım.. o geç kaldı. ya da görmedi.. ben, mucizesi olmayan bir peygfamber gibi dönüp geri geldim..

zamanın koynuna girdim ayaklarım üzerinde usulca yürüye yürüye. yorganın ucunu kaldırıp, elbiselerimi çıkarmadan sokuldum yanına. eşini aldatıp da gece eve sarhoş dönen bir leştim ben..
rahatsız edemezdim hiçbir şeyi. en çok da zamanı.. ben zamanın kendisiydim. dev kadranlı bir duvar saatiydim. geleceğe düşüyordumn hep. bedenim ve zihnim geçmiş çamuruna bulanmışken. ben, şimdideki varlığımla geleceğe düşüyordum. tepe-taklak. yüzüstü..

7 Aralık 2009 Pazartesi

intiharsız bir hayat yaşayıp eceliyle ölmek

dün aklıma geldi.. intihar değil. bu düşünce..

intiharı düşünmeyip de koca bir ömür geçirip eceliyle ölmek.. bir anda, kendimi tanrısal bir yükseklikle gördüğümde herkes aşağıdaydı. ben ise yüksekteydim. ellerim ceplerimdeydi. yeni duş almıştım. sevdiğim kadının evine gidiyordum. ve ben o'nun olmadığı her yerde yalnızdım.. yalnızken de yalnızlığımı dindirmenin en kolay yolunu ölüm olarak belliyordum..
dün işte, gidiyordum sevdiğim kadının evine. sol elimde sigara vardı. oysa kendisini bırakalı tamı tamına 4 yıl olmuştu. derin bir nefes çektim. başım döndü.. insanlara baktım. sonra kendime.. kafamı hafifçe sağa çevvirip, karşımdaki dükkanın ön camındaki bana..

üzerime geçirdiğim simsiyah bir hayat vardı.. sakallarım kısaydı.. ellerim küçük, saçlarım uzun, ayaklarımda botlarım, üzerimde deri ceketim...
öylece baktım kendime. o an ne tanrısal olan bir şey geldi aklıma ne de insani hırs ve bencillikler.. karşımdaki dükkanın camında kendimi gördüm. bir anda o dükkana doğru son sürat koşup da kendi varlığıma toslamak istedim..
gerçekleştirseydim bunu, anlar mıydı insanlar? ben anlayabilir miydim kendimi? beş dakika sonra yanında olacağımı bekleyen kadınım, boktan bir hastanenin acil servisinde beni bulsaydı, anlar mıydı neden cama geçirdiğimi bedenimi? kendi görüntüsüne düşman bir siyam balığıydım dün gece..

öylece baktım kendime. ve sordum, "acaba hayatımın sonuna kadar intihar etmeden yaşayabilecek miyim? kendimi öldürmeden? canıma kıymadan? kendime mükemmel bir suikast planı düzenlemeden? kendi hayatıma bir karış uzaklıktan molotof kokteyli atmadan?"

"bilmiyorum" dedim sessizce. o ara bana saat sormuş olan yaşlı bir kadın, küfredip gitti..

sorgulanmayan bir hayat yaşanılmayı hak etmez diyormuş, orta çağdan fırlayıp gelmiş filozoflar, düşünürler.. peki ya sorgulanıp da var oluşuna bir sebep bulamayan hayat? hayatlar?
var oluşunu geçtim, yok oluşuna bir neden bulamayan hayat? hayatlar?

5 Aralık 2009 Cumartesi

kendini öldüremeyecek kadar yorgun olmak

sol elimi atıyorum bazen boşluğa.. hayali bir namlu tutuşturuyorum.. ve sessizce "sık" diyorum. "şakağına."
işaret parmağım basmıyor.. basamıyor. korkaklık ya da cesaretsizlik değil bu.. bu sadece yorgunluk. hem de öyle bir yorgunluk ki, öyle bir mahçupluk ki, koskoca delikanlı olup da altına işediği için kendinden iğrenen bir delikanlının mahçupluğu ve yorgunluğu..

bir anlık cesaretle "lütfen üzerimi hayatla ört" diyorum, odamda varolduğunu varsaydığım her hangi birisine. ne üzerimi örten var ne de sesimi duyan..
yorgun hareketlerle kendim örtüyorum üzerimi.. sırtıma bir hayat geçiriyorum.. kolları uzun, omuzları geniş bir mont gibi büyük geliyor. etek kısmı ise yerlerde sürünüyor..

çıkarıyorum bedenimden. titremeler sarıyor ruhumu.. sıtmalar.. üşüyorum.. bu üşüme esnasında, ben sonsuz bir tekrarı yaşıyorum.. bu sonsuz tekrarın hayal kırıklığında, "öldüğüm zaman cehenneme gitmeyeceğim" diyorum, üzerim hayatla örtülüyken. zira benim cehennemim bu işte. benim cehennemim varoluşum..

uyku oluyor mezarım. gömülüyorum diri diri.. zira kendimi öldürecek güç yok bedenimde. ruhum ise çoktan sözleşmiş tanrı'yla.. tek taraflı bir iptalin her an gerçekleşebileceği, ve ruhumun asla itiraz edemeyeceği bir sözleşme bu..
rahmindeki ölü bebeğiyle yaşayan bir anneyim ben.. kıvrandıkça, yandan yana döndükçe, yaşayayım, seveyim, sevileyim, aşık olayım dedikçe içerisindeki ölü bebeğin kendisine acı verdiği bir anne.. canımdan can verdiğim, kanımdan kan, ruhumdan ruh, batıyor kalbime..

önce bir sancı. sonra bulantı..

gırtlağıma kadar kusmuklarla doluyum.. ağzımı açsam kusarım sadece. gözlerimi açsam, ışık deler zihnimi..

benimkisi ibret.. ben ibretliğim.. olmayan bir şeyi oldurmaya çalışmanın cezası bu işte.. varolmayan bir şeyi varetmeye çalışmanın cezası bu işte..
ölmeye bile gücü olmamak..

şimdi bekliyorum sadece.. bir doğal afeti.. bir suikastı.. bir savaşı.. ölmek için.. birisi beni öldürsün diye. saçlarım ağarmadan bu taraftan siktirip gitmek için.. ruhum iyice delik deşik olmasın diye..

çift kişilik yalnızlık

benim yalnızlığım.. acemi bir şizofrenin cümleleri değil bunlar.. gayet usta bir delinin saçmalamaları.. koştuğum hayatlar, kenarından iliştiğim bedenler, rüyalar... her biri ama her biri de ben gibi yalnızdı.. yalnızlığımı dindirmek için gömüldüğüm hiçbir kadının bedeni yeni bir yalnızlığı kabul edecek kadar hasarsız değildi.. yalnızlığımı dindirmek istediğim hiçbir kadının ruhu, teni kadar pürüzsüz değildi..

ben kaldım öylece.. yalnızlığımı dindirmek isterken yeni bir yalnızlık daha devraldım birilerinden.. aynı odanın içerisindeki çift kişilik yalnızlıkların manasını bana sorun siz.. aynı yatakta yan yana uyurken, karşı duvardaki saatin saniye çubuğunun çıkardığı sesin tek yaşam kanıtı olduğu yalnızlıkları bana sorun..
cevap veririm. hem de hiç bıkmadan. yorulmadan. son nefesime kadar. nereye kadar? ölene kadar. ölüp de ölümü öldürene kadar..

bana sorun siz, bir aşktan daha önemli olan sınavların, bir aşktan daha önemli olan vatani görevlerin nelere bedel olduğunu. bana sorun bir yalnızlığın bazen kaç kişilik olabileceğini..
bana sorun siz..
geçirin soru işaretlerinin ilmeçlerini boğazıma. çekin kendinize doğru. oyalanın benimle. oynayın. isterseniz oynaşın...

istediğiniz an ise gönderin.. ruhum bumerang oldu artık. korkmayın. dönerim elbet bir gün size.. kim sever ki sizden başka beni.. kim sarar ki..
annem mi? babam mı? ablam mı? sanmıyorum.. ağladığım için ağlıyorum ben artık.. neden ağladım diye ağlıyorum.. yorgunluk hakim ruhuma. bitkinlik savcı.. ümitsizlik mübaşir.. içerimde sonsuza kadar devam edecek bir dava sürüyor. kırsın artık birisi kalemi. kırıp da saplasın kalbime. saplayıp da son versin tüm yalnızlıklara.. yalnızlığıma..

intihar(ım)

intiharımı üstlenecek kimse yok,
ölümüm doğal yollardan olacak.

ne acı..

oysa, "saçlarım ağarmadan öleceğim ben" dedim daha geçen gün,
çok sevdiğim bir kadına..
şimdi bitti ümidim.
bir yatalak gibi bekleyeceğim son güne kadar,
ölümü..

iç organalrım eriyecek.
kalbim yetmeyecek.
ciğerlerim çürüyecek.
bağırsaklarım kuruyacak...

oysa, daha geçen gün, "saçlarım ağarmadan öleceğim ben" dedim,
çok sevdiğim bir kadına.

dökülecek saçlarım..
hastane odalarından toplayacak annem beni.
sevdiğimin ıhlamur kokan yatağında can vermeyi isterken,
bir hastanenin acil servisinde de değil,
özel yatakhanesinde öleceğim..

lanet olsun bana.
lanet olsun..

yüzüme yapışıp kalan bu mutsuzluğa lanet olsun.
ellerimin fersizliğine neden olan ümitsizliğime lanet olsun..

bittim ben.
başlamadan.

lanet olsun bana.
lanet..

gitme(k)

eskiden gitmelerim vardı,
ardında sadece geçmişimin kaldığı gitmeler.

tükettim onu da.
bitirdim.
kendim gibi..
kalmalar kaldı bana.
inmelerin içime indiği gibi.

eskiden gitmelerim vardı,
peşimsıra kendimi sürüklediğim.
bitirdim.

şimdi zoraki kalışlar var.
aynı odanın içerisindeki,
çift kişilik yalnızlıklar..

ben zaten yalnızım.
benim yalnızlığım bana yük.
yalnızlığımın ağırlığı dizlerimi bükerken,
yeni bir yalnızlığa ne hacet..

eskiden gitmelerim vardı benim.
gitmek istemediğim gitmeler.
sonunda hep gittiğim.
gitmeye itildiğim..

eskiden gitmelerim vardı benim.
ağır-aksak adımlarla yollara düştüğüm,
kendimi bir kaldırım taşında bıraktığım gitmeler.

bitti artık.
tükendi..

şimdi ne gidilecek bir yer kaldı,
ne beden,
ne de varoluş..

kendimi kendimde yok etmişken,
nereye giderim ben?
şaşırdım kaldım..

hayal kırıklığım ölçüsüz.
mutsuzluğum tartısız.
hissizliğim tanımsız..

kaldım ben.
tembel bir öğrenci gibi hayat denen sınavdan..
var mıdır bir tekrar, bilinmez.
kaldım ben..

oysa;

eskiden gitmelerim vardı benim..

4 Aralık 2009 Cuma

bir insanı sevebilmek

modern zamanlarda en zor olan duygu, eylem, olgu... adı her neyse artık. hele bir insanı sevmek için yaklaşın yanına. ya da yaklaşmayın. uzaktan izleyin kendisini. eylemlerini, duygu gel-gitlerini görün. bir insanı sevebilmek için nasıl bir insan olmanız gerektiğine karar verin.
ön yargılarınızı, hamasi din ve dünya algılayışlarınızı çöpe atıp da soyutluğun üryanlığı ile bir insanı sevmeye kalkışın. kalkışın ve görün. bir insanı sevmeyi istemenin nelere bedel olabildiğini. bir insanı sevmeye çalışmamın insanlardan nefret etmenize yeterli olduğunu kendinize ıspat edin.

çünkü, bazen sevgi bencilliktir. sevgi egoisttir. sevgi yıkar. sevgi yakar! o güzel hikayelerde anlatıldığı gibi aşk yüzünden mecnun ilahi aşkı bulmamıştır. aşk yüzünden ferhat dağları delmemiştir belki de.
peki ya mecnun sadece ve sadece leyla'ya ulaşmak isterken yolunu kaybedip de açlık ve susuzluktan dolayı dellendiyse. dellenip de tanıyamadıysa leyla'yı?
peki ya ferhat boktan bir hazine avcısı idiyse? kim bilebilir görünmeyenlerin ardındaki çıplaklıkları? kim bunun böyle olmadığını ıspat edebilir?
ve kim bir insanı her şeyden daha üstün tutup da her şeyden daha çok sevebilir?

kim?

bizler mi? bizler yalancıyız. sevdiğimizi iddia ettiğimiz insanların cesetlerinin üzerine basarak işe gidiyoruz her sabah. toprak, sevdiklerimizin cesetleriyle dolu. sevdiklerimizin cesetlerini çiğneyerek sevmediğimizi iddia ettiğimiz boktan okullara gidiyoruz. bizler yalancıyız! bizler alçağız. zalimler çağında yaşayan alçağız bizler.
ilk ego incinmesinde tırnaklarımızı bileyip de sevdiğimizi iddia ettiğimiz kişinin yüzüne geçirmek için fırsat kollayan budalalarız.

sevmek güçtür çünkü. sevmek asalet gerektirir. bizler asil değiliz artık. asaletten mahrumuz. bir insanı sevebilmek için gerekli olan hiçbir duygu yok bizde.
ön yargılarımız cebimizde. dinsel ve etniksel ayrılıklarımız dilimizin ucunda. yine de sevebileceğimizi iddia ediyoruz. yine de insan olduğumuzdan bahsediyoruz. kavram kargaşasındayken evren bizler hayatı talan yeri olarak göremiyoruz.
oysa hayat talan yeri. sevgi, saygı, onur, erdem... tüm kutsal kavramlar kaçıranın elinde kalıyor. bizlerse sadece izliyoruz. renkli camın ardındaki saçmalıklar gerçek geliyor bize. hayatlarımız ekranlara hapsolmuş. hd teknolojisi ile pürüzsüz ve yalansız aşklar izleyip hd teknoloji standartlarında hayatlar yaşıyoruz.

ruhumuzun çözünürlüğü berbat ama. aynalarla yüzleşmekten korkan koca bir nesil var ekranda. asansörde gördüğü insana "merhaba" demekten çekinen bir sürü hakim evrene. selam verip de borçlu çıkmak istemeyen asalaklar hakim evrene. oysa bizler iflasın piçleriyiz.
tanrı'nın tek hayal kırıklığı olan sürü hakim evrene. yine de kendinden nefret eden bu sürü sevebileceğini iddia ediyor. ve insan olduğunu.

3 Aralık 2009 Perşembe

sen daha iyilerine layıksın

bu cümleyi ilk duyduğum zaman kendimle gurur duymuştum. orta okuldayken sınıfın en güzel gülümseyen kızına aşık olmuştum. kendisine şiirler yazardım. bu aşk 3 yıl sürdü. şiirlerin hiçbirini ona veremedim.
bir kere de mektup yazdım. piç hasan buldu o mektubu. ve tüm sınıfın ortasında kahkahlar ata ata okudu. o mektupta kullandığım bir cümle vardı ki gerçekten gerçekti. ne miydi o cümle? işte şuydu;

"sen benim yaşayamadığım çocukluğumsun."

evet. buydu. gerçekti. ben, 15 yaşımın vermiş olabileceği tüm gerekli ve gereksiz hayat kırıklıkları ile o perinin gözlerinde aramıştım soyulan dizlerimin acısına üflenecek nefesleri. saçlarında aramıştım apansızca elimden kaçıp giden uçurtmaların iplerini. dişlerinde aramıştım, yazlıktayken dalış yapıp da çıkaramadığım incileri. ellerinde geri kazanacaktım öldürdüğüm serçe yavrularını...

anlamamıştı piç hasan. anlamamıştı o peri. bir sonbaharda babasının tayini başka bir ile çıktı. o da çekip gitti. bana kalan, sarı taksinin arka camına yapışmış küçük bir burunun silueti. bana kalan, piç hasanın kırılmayı bekleyen burnu.

geçti yıllar. gelmeden geçti ama. ben, bir şekilde hep iyi olmaya çalıştım. fakat, normal bir kadının ya da ortalama bir kadının iyiliğinden daha üst bir seviyeyeye taşımadan iyiliğimi.
her hangi bir kadına bu cümleyi kullandırmamak için;

"sen daha iyilerine layıksın."

hep kendimi dizginlercesine. hep kendimi durdururcasına. kendimi gemleyip kendimi geri çekercesine.

olmadı.

ezbere yaşanan hayatlarda insanlar ezberden konuştukları için, layık olduğum iyiler bir düştü: ben bir düştüm. uyurken görülen cinsten değil. ayıkken yaşanandan.
öyle bir düştüm ki yerlerden kaldıran olmadı. bir sabah kahvaltı yaparken açtım televizyonu. ince dudaklı spiker bir trafik kazası haberi okuyordu. yerde üç ceset vardı. cesetlerin yüzleri gazetelerle kaplıydı. bir anda rüzgar esti. genç bir kadının yüzündeki gazete uçtu. ben gördüm her şeyi.

gördüm de görmemezlikten geldim. annem vardı karşımda. babamsa sol çarprazımda. yüzü açılan genç kadının üst dudağının çarprazındaki beni unutacak kadar büyümemiştim daha. son lokmayı yutamadım. lavaboya koştum. kustum kustum kustum.
kafamı dikip de aynadaki bana baktım. sol gözümden bir damla yaş süzülürken annem mutfaktan bağırıyordu;

"oğlum bir şey mi oldu? neyin var?"

babamsa mırıldanıyordu.

ben ağlıyordum. yüzümün şeklini bozmadan. daha iyilerine layık olmamaya yemin ederek. daha iyi olmayacağıma dair üçten dokuza, geceden şafağa, siyahtan beyaza, doğudan batıya, sarıdan kırmızıya şart ederek.

ben, varolduğum sürece bir daha asla ve asla kendisinden daha iyilere layık olmayacaktım her hangi bir dişinin.

bu yüzden koştum hep. taklit ettim. yaşadım.

kendileriyle korunmasız sevişmek istediğim tüm fahişelerin o boktan sorularına boktan bir cevap verdim,

"ölümcül bir hastalığın var mı?
"yaşamak!"

anlayan oldu mu beni bilmiyorum. dinleyen olmadığını iyi biliyorum ama.

üniversitelere girdim. fakültelerin duvarlarına işedim. profesörler tüm bilgi kırıntılarını geniş anfilere kusarken ben o sabah ki o haber karesine takılıp kaldım.
evimin anahtarı ile resimler çizdim odun sıralara. üçlü, beşli, yedili iğnelerle tablolar çizdim bedenlere.

yaratılmış ve yaratılacak her şeyi hatalı buldum. tanrı'yı hatalı buldum!

sırf bu yüzden kaybettim kendisini. bilerek düşürdüm bir gece yarısı karanlık bir sokakta. modern zamanlarda tanrı cüzdanlalara hapsedilmişti. ben de bir dilencinin önündeki mendile fırlattım yüzüstü.

iyilik bir rüyaydı. ben göremedim.

gördüklerimi de bir rüyaya yoramadım.

zira benimkisi olsa olsa bir halüsinasyondu!

bir kadına bir aşk geç kalmak

acı olandır.

bir kadının hayatının yanına park ettim hayatımı. dedi ki bana; "biraz öteye alır mısınız beyefendi hayatınızı? çizmesin benimkini."

korktum. bindim hayatıma. gaza basıp, anahtarı çevirdim. dikiz aynasından geriye baktım. bir anda kayboldu geri. bir anda kayboldu geçmiş. ben, gidecek yer bulamadım.
tekrar ileri sürdüm. sevgi arsızı koca bir adam olarak. indim hayat denen arabadan. sokuldum az önceki kadının yanına. "hanımefendi" dedim yutkunarak. "park yeri kalmamış başka. lütfen park etmeme izin verin. size söz veriyorum, en küçük hasarda ben öderim faturaları."

inanmadı. hatta güldü. aşağılayıcı bir şekilde. kahkahaları beynimi zonklatmaya başladığında "yalvarırım susun" dedim. "lütfen. canımı yakıyor gülüşünüz."
bir anda hiddetle çenemi yakalayıp, "biliyor musun?" dedi. "senden önceki orospu çocuğu da gülmemden rahatsız olurdu."
tuttum nefesimi. bir anlık cesaretle, "beni yanlış anladınız" dedim. "ben sadece..." gerisi gelmedi cümlemin. ne söyleyeceğimi unuttum. kendisi de çekip gitti.
kalabalıklar içerisinde kayboluşunu izledim. rüzgarda uçuşan saçlarını. olduğum yere çöktüm. dilimde, manası olmayan kelimeler, cümleler, zihnimde ise hiçbir şeye yorulamayacak rüyalar, ütopyalarla.

salına salına gitti. ben ise geç kalan bir adam olarak öylece kaldım orada. hayatımı yanına park edeceğim tek bir hayat bulamamanın acısıyla. vazgeçmişliği. ve kahroluşuyla.

"tüm bu kadınları" dedim, ana caddede yürürken. "kim üzmüş zamanında? kim incitmiş? kim bir enkaza çevirmiş? başka erkekler mi? yoksa kendi hırs ve bencillikleri mi?"

sorularım cevapsız kaldı. ben cevapsız kaldım, koştuğum, kendilerine ulaşmak için ciğerimi patlattığım tüm aşklara, bir aşk geç kalmış olarak.

aşk acısı

bir basur ağrısı etmez.
bir karın ağrısı etmez.
bir baş ağrısı.
bir diş ağrısı.
bir boğaz ağrısı.
bir kulak ağrısı..

hiçbiri etmez aşk acısı.

çünkü, ağrı değildir bu.

bu; acıdır.

katıksız.

saf bir acı..

bir bedene ve ruha çivilenmek

şöyle uzanmadan, ölçülmeden, gözleri yumup da, hiçbir şeyi düşünmeden, hiçbir şeyden korkmadan, onurlu ve erdemli bir şekilde durup da çivilenmek.

kimdedir bu cesaret? onur ve erdem sadece iki erkek ismi midir? insanlık ne zaman çivilenmekten vazgeçti? isa'dan iki bin küsür yıl sonra kim göze alabilir bunu? kim çıkabilir meydana? kollarını iki yana açıp da gitmemek için tek bir "gitme" kelimesini bekleyebilir.

ben hep gittim. kovuldum. giderken de, kovulurken hep gözüm arkada kaldı. hep bir kelime bekledim. hep bir cümle; "gitme!"

eğer ki bir kere duysaydım o kelimeyi, o cümleyi bir kere duysaydım, geri dönüp de elinden tutardım o kişinin. dünyayı durdururdum. en yakın nalbura gidip de en büyük çivilerden isterdim. ve kendimi bir bedene, bir ruha çivilerdim. birileri sadistlik derdi buna. birileri delilik. ben ise bu duruma "ait olmak" derdim.

sonsuzlukta uçuşan ruhum sabit bir destek bulurdu. bu sabit destek bazen bir insan olurdu. bazen bir duygu. bazen de tanrı.

sırf bu yüzden de aşık olduğum kadına "sana tapıyorum" derdim. sırf tüm kutsallıkların yerini tek bir kutsallık alsın diye. çünkü, evrenin kutsallık fazlası var!
kutsallıklardan arınan beynime ve kendime cila atardım. sabitlerdim. koşardım caddelerde. koştum hatta. kendi içsel yolculuğumda rehberim olmadığı için kayboldum. elimi attığım her şey yok olurken ben varoldum.
üstüne koydum her şeyi. üst üste koydum. sırtlara basıp da en yükseğe çıkmak değildi arzum. ben, en aşağıya inmek için kazdım. dipten sonsuzluğa ulaşmak için.

tanrı'ya olan yolculuğumu tersten başlattım. varoluşum tersti çünkü. ben terstim. dünyaya gelirken ben, anne rahminde beni çevirmek için saatlerce çabalamış doktorlar. ben; terslikler prensiyim. sırf bu yüzden de insan olabileceğim, insanlığımı meşruşlaştıracağım dayanaklar aradım. olgular, kavramlar, olaylar, nesneler, insanlar...
herkes ve her şey kaf dağı'nın ardındaydı. ben, yalanlarla süslü şu varoluşta bir masal olamadım. bir bedene ve ruha çivilenemedim. uçtum, uçtum, uçtum...

sevmekten vazgeçmek

sevmekten vazgeçtiğim gün, aşktan vazgeçtiğim gün, bir mucizenin peşinden koşturmayı bırakıp, bir kadına tapmaktan vazgeçtiğim gün beni daha kutsal ve değerli şeylerin beklediğine dair bir gram inancım olsaydı, yemin ederim ki dünyaya geldiği noktadan başka bir noktaya hareket etmeyip, o noktada can veren tek insan olarak insanlık tarihine geçerdim.
ansiklopedileri açtığınızda, kendi bokları ve kusmukları arasında boğulmuş, saçı sakalı birbirine geçmiş, gözleri gözükmeyen, üzerinde tek bir elbise olmayan, bir deri bir kemik kalmış, insan olmayan bir ucube görürdünüz.

olmadı ama. vazgeçemedim. içerimdeki, göğüs kafesimde bağdaş kurup da oturmuş olan o diğer ben her seferinde şevkimi kırmaya, onurumu zedelemeye çalışsa da ben asla vazgeçmedim. vazgeçemedim.
hayatında aşkla diğer eylemleri ya da duyguları öncelik bakımından yer değiştiren budalalar gibi olamadım. kadınımın kasıklarına gömülüp de uyumayı sabahın köründe işe gitmekten daha efla göremedim.
sikik bir üniversite kampüsünde dirsek çürütmeyi, bir kadınla elele yürümekten üstün tutmamadım.

ne gittiğim okulu bitirebildim ilk denememde. ne de o okul beni bitirebildi. benimkisi, fantastik bilgisayar oyunlarındaki üç canı olan oyun karakterlerinin üç canının da aynı anda yarıyı geçmesiydi. öylece kaldım ben.

vazgeçmekten ötede, yaşama dair, umuda dair, aşka, sekse, şehvete ve şefkate dair tek bir emare görseydim, tek bir kıpırtı hissetseydim, avına pusu kuran bir jaguar gibi hepinizden önce ben atlardım vazgeçmek eyleminin tarafına.

olmadı.

göremedim.

ilkokulda statü farkı yaratan nesneler

okulun kendisi.

gittiğim kenar mahallesi okulu ile diğer bebelerin gittiği özel okullar arasında ne gibi farklar olduğunu düşünürdüm hep. onların sınıfları da acaba bizim sınıflar gibi miydi? peki ya oturduğu sıralar? kitaplarını koydukları tabureler?
hele ki saçları uzun erkek çocukların haline bakıp sonra da hep üç numarayla tıraş edilmiş kafama elimi atıp da öğrendiğim ilk küfürleri ana caddede yalnız yürürken savurmam.
çocuk işte. çocuğuz işte. ne kadar öfkeli olabiliriz ki? öyle sanılır değil mi? ben o zamanlar öfkemle yeni bir dünya savaşı başlatabilirdim oysa. bir kereliğine bağırsaydım ama. bağırabilseydim. komşu okulumuzu bassaydım döner bıçağıyla.

sonra elbiselerine bakardım. benim üzerimde tek tip bir önlük. yakalığı kaymış. onlarda ise ancak 25-30 yaşımda giyeibleceğim elbiseler. evet. yanlış duymadın. bildiğin elbise giyiyordu ilkokul bebesi. okuluna giderken.
ve kızları. onların okullarının kızları daha mı güzeldi? yoksa giydikleri elbiseler mi? saçlarını yıkadıkları şampuan mı? yanaklarına sürülmüş allıklar mı?

sonra okulumun kendisi. ön bahçede top oynatmayan bir orospu çocuğu müdür muavini. arka bahçede ise top oynamaya çalıştığımızda dizlerimin soyulmasına, avuç içlerimizin kanamasına neden olan çakıl taşları.
o bebelerin ise kendilerine özel, suni çimden yapılmış, etrafı çevrili, üstü fileli futbol sahaları. basketbol alanlarına ise hiçbir şey demiyorum. ben futbol oynarken abandığım her top aşağı kaçacak diye istediğim gibi yapıştıramazken sol ayağımı bu meşin yuvarlağın sırtına, elin bebesi pis burun deniyordu benden iki sokak ötede. ve golünü atıyordu. ben ondan daha iyi biliyordum ama falso vermesini. muz orta yapmasını. araya ölümcül paslar atıp, bacak arasından geçmesini, soldan atıp sağdan koşmasını..

hay amını sikeyim senin ben hayat. bir futbol maçısın. ama asla 0-0 başlamıyorsun. ve asla berabere bitmeyeceksin dinini-imanını siktiğim. biz hep bir gol atsak sen iki yedireceksin.

kötü bir insan olmayı başaramamak

kötü insna olmayı istemek ya da artık kötü bir insan olmaya karar vermek durumunun eyleme geçip de başarılamaması durumu. bir nevi doğuştan gelen başarısızlık genlerinin kişiliği ele geçirip, bakteri gibi tüm ruhu sarması. ve bitirmesi. bitiremese bile bitirmeye çabalaması.

kötü insan olmak için şartların ve zeminin el verişli olmaması. zira, hemen hemen her gün kötü olmak için temennilerde bulunan, "artık, böyle geldi ama böyle gitmeyecek" diyerek yemin eden insanlar gördüm. görüyorum. ve yaşadıkça da göreceğim. ama genelde kötü insan olunamaz.
kötü insan olmak yetenek ister çünkü. gerçek bir yetenekten bahsediyorum burada. gerçek bir oyunculuktan. ve perspektif zekadan. zira; patronuna karşı yalakalık yaparken iş arkadaşına karşı da çok sevecen bir rol kesmenin tek şartı mükemmel bir oyuncu olmaktır.

gösterişten iyilikler yaparken alttan alta birlerinin kuyusunu kazmak için, kişinin midesinin sesinin vicdanının sesinden daha yüksek bir desibelde olması gerekir.

marifettir kötü olmak. gerçekten marifettir ama. bir çok insani erdemlerden, özelliklerden ve kutsallıkalrdan sıyrılıp da kötüler için varolduğu iddia edilen cehennemi haketmek, o cehenneme layık olma çabasıdır.

ama dedim ya ilk başta. bazen başarılmaz bu. başarılamaz hatta. öylece yiyip bitirir kişiyi. kişi, karşısındaki orospuların ve ibnelerin günbegün mutlu olup, işlerinde yükselmelerini izleyerek kahreder kendini. özündeki iyi insan adayını. yok eder. eritir.

sosyoloji kitaplarına hapsedilmiş o modern ve gerçek kişiliğini eline almış kişi, iyi ve kötü arasında sıkışıp kalır. ezilir. orada can verir çoğu kez. orada yok olur. o dişliler arasında. iyi bir insan olmanın hiçbir getirisi olmadığını kabul edip, kötü bir insan olamayınca.

1 Aralık 2009 Salı

ben sana baktığımda...

ben sana baktığımda bir yetim çocuğun başını okşar genç bir kız. o çocuğun kısa saçlı kafasına göğsüne bastırır. o çocuk da mutlu olur.
ben sana baktığımda küçük bir çocuğa babası uçurtma verir.
ben sana baktığımda küçük bir kız çocuğu bebeğini uyutup da yatağına girer.
ben sana baktığımda tanrı gurur duyar kendisiyle.
ben sana baktığımda gerçek olur her şey.
ben sana baktığımda... ismine küçük harfle başlayamam hiçbir lisanda.
ben sana baktığımda kendimi görürüm.
ben sana baktığımda içerimde bir güvercin pike yapar.
ben sana baktığımda içerimden baldan tatlı ırmaklar akar.
ben sana baktığımda gözlerim güler.
ben sana baktığımda kokun ciğerimi dağlar.
ben sana baktığımda durduramaz beni hiçbir şey.
ben sana baktığımda onur duyarım insan olduğum için.
ben sana baktığımda seni görürüm..

hiçbir şeyi ve hiç kimseyi ölümüne sevememek

mecnun boşuna delirmiş, ferhat boşuna delmiş dağı-taşı, peki ya kerem, yusuf?... züleyha, leyla, aslı, şirin?... her biri hikaye miydi? her biri masal mıydı, küçük çocuklara yatmazdan önce anlatılan?

neden uyuttunuz lan beni! neden!

hepinizin amına koyim!..

hepinizin. benim bu hale gelmeme neden olan, sesimin ulaştığı her yerdeki herkes ve her şey. ömrüm bir çıkmazdaysa şimdi, ömrüm, siktiri boktan mecburiyetlerin kıskacındaysa eğer, bu sadece benim suçum değil, bunu ben tek başıma başarmadım.
ana caddede birisi anama-avradıma küfretse birazdan, başımı eğer giderim. alınmam üzerime. çıldırmıştır derim. vardır elbet bir bildiği. belki de annemle yasak aşk yaşıyorlardır derim. dönüp de bakmam geri ama..

artık hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevemeyecek kadar çıldırdım zira. genç bir kız damarıma bastığında, nasırımı ezdiğinde annem de dahil tüm kadınlara küfrediyorum küçük bir ergen gibi..

eskiler doğru söylüyormuş, insan yaşlandıkça çocuklaşır dedikleri bu olsa gerek. 20'li yaşlarımın son hanesindeyim. son 30 gün. 30 gün sonra ben de artık yaşlı olacağım. yaşanmışlığı olmayan bir bok çuvalı. yaşanmışlığı olmayan bir et yığını..

yüzümü paramparça etse ya içinizden birisi. ezse ya bedenimi. sakat bıraksa ya beni döve döve. dişlerimi dökse ya ağzıma. un-ufak etse ya ruhumu..

yok ama..

yoksunuz lan aslında hiçbiriniz! sikik işleriniz ve sikik hayallerinize sıkışıp kalmışsınız. ne sevgi sözcüklerini ne de küfürleri üzerinize alınacak haysiyetiniz kalmış.

neyse ki kurtuluyorsunuz benden. son 10 gün. gebertmezse düşman beni, ya da ben kendimi, aylar sonra yine tepenizde olacağım. kısa saçlı kafam, ve şimdikinden daha öfkeli bir yüreğimle. kafanızdan aşağı kusmak için..

bekleyin beni..


30 Kasım 2009 Pazartesi

intihar ederek herkesi ve her şeyi cezalandırmak

dün gece aklıma geldi. açıkçası son 4 yıldır tek bir gün aklımdan çıktığı yok. ne zaman gelip de zihnime bağdaş kurup oturdu bu duygu, bilmiyorum..
bilmeyi istiyor muyum peki? sanmıyorum..

dün gece aklıma geldi işte. annemle konuşurken. babam yerinden kıpırdamayıp da benimle konuşmadığında. babasına tapan asalaklardan değilim. ya da aile kavramının muhteşemliğini övenlerden. ama babamın yerinden kalkmayıp da benimle konuşmaması ilk defa zoruma gitti..
10 gün sonra askere gideceğimden değil bu hassasiyetim. ben hep böyleydim. böyle geldim dünyaya. böyle getirildim. külli iradeyle kaderimi tayin eden biliyor hayatımın ne zaman, nerede, ne şekilde sonlanacağını. benimkisi önceden yazılmış bir rolü oynamak. ya da oynarken rolümü yazmak. bilmiyorum. bilmeyi ise hiç istemiyorum.

dün gece geldi aklıma işte. dedim ki kendi kendime; "öldür kendini. hem de askerde. bir gece yarısı cephaneliğe git. tüm cephaneliği havaya uçurmazdan önce kısa bir not yaz yatağında. ranzanın üzerine koy beyaz kağıdı. o beyaz kağıtta siyah harflerle aynen şu cümle yazsın;

"hepinizin amına koyim."

üzerine alınmak isteyen alınsın. alınmayanlar ise sadece gülümsesinler bu delilik karşısında. dün gece aklıma geldi işte. sabahın altı buçuğunda. ben uyumak için gözlerimi sıkarken. ve uyku bana bir gramını sunmazken. dün gece geldi aklıma. geldiği gibi uçup gitmedi ama. joker olarak duruyor sol cebimde. askerliğime 10 gün kala..

dün gece geldi aklıma işte. nüfus cüzdanımda hangi ırka ait olduğum, hangi dine inandığım yazarken. dün gece geldi aklıma. babamın isminin yazılı olduğu yeri sol elimin işaret parmağıyla aşındırırken. annemi düşlerken. kardeşlerimin yüzlerini anımsamazken. sevilecek veya tapılacak tek bir kutsallık bulamazken..
dün gece geldi aklıma. şık bir ölüm strili üzerinde karar veremezken. ölüm stili konusunda kararsızken. ben öldükten sonra, kendimi öldürdükten sonra bir kere bile hatırlanmayacağımı bildiğimden vazgeçtim. ben öldükten sonra annem yas tutmayacağından. babamın sikinde olmayacağından. beni sevdiğini söyleyen hiçbir dişinin umrunda olmayacağından vazgeçtim.

benim intiharım hayatım. her an ve her salise. şimdilik 29 yıl sürdü. daha ne kadar sürer, bilmiyorum. bilmeyi ise, hiç istemiyorum..

28 Kasım 2009 Cumartesi

güzel (kadın)

şu an birisi karşımda. tam karşımda hem de. saçları simsiyah. yüksek topuklu çizme giymiş. siyah. dar bir body giymiş. siyah. etek giymiş. dizlerinin az altında. siyah. beli ince. kalçaları hafif dolgun gibi. gözleri ne renk? bi göz göze gelse benimle, söyleyeceğim. şimdi geldi. siyah.
yanındaki çocuk yeğeni olsa gerek. sinemaya gelmişler. hangi filme girecekler acaba? bilmiyorum. arada bir bakışıyoruz sadece. aynı üniversiteden mezun olduk sanırım. siması yabancı değil. önceden de bu kadar güzel miydi acep? bu kadar siyah mıydı?
yoksa yas mı tutuyor ben gibi? bu yüzden mi bu kadar siyah, şu bayram günü? bilmiyorum. yanına sokulup "merhaba" desem, kızmaz sanırım. fakat bozmak istemiyorum bu güzelliği. öylece kalsın.
ayak ayak üstüne atmış, hafif büktüğü sol bileğiyle arada bir bana baksın. ben ise yazıyla resmedeyim onu. ondan habersiz.

güzel kadın. karşımda şu an. sağ çarprazındaki akvaryumla ilgileniyor. akvaryumdaki balıklarla. ne düşünüyor acaba? ne düşündüğünü benim merak ettiğim ihtimali geçiyor mu acep aklından? o da ben gibi delirmiş mi acep?
sağ ayağını sallıyor hafifçe. arada bir sol eliyle sağ dirseğine dokunuyor.
sonsuza kadar anlatabilirim onu. her anını. her salisesini. münker ve nekir melekleri gibi, ona hissettirmeden, tüm hayatını not alabilirim bir köşeye. salise salise.
şimdi kalktı masadan. anons yapıldı. yedinci salonda film başlamak üzereymiş. çantasını ve masada duran telefonunu alıp üst kata doğru hareketlendi. dönüp bana bakacak mı bilmiyorum. beşe kadar sayacağım. bakarsa çıkışta bir "merhaba" diyebilirim.

"1, 2, 3, 4, 5... ...6, 7, 8, 9, 10"

27 Kasım 2009 Cuma

cebrail olmak

***

insan olmak gereksiz.
insan olmak manasız.
insan olmak boş.
ve insan olmak loş.

cebrail olmak vardı,
bu ilahi olmayan dinde.
vahiyleri götürmeyip de,
muhammed'i sınamak.

cebrail olmak vardı,
bu ilahi olmayan tebliğde.
koçu boşlukta bekletip de,
ibrahim'i denemek.
ve ismail'i.

cebrail olmak vardı,
bu ilahi olmayan varoluşta.
hiçbir emri yerine getirmeyip de,
tanrı'yı kendi stiliyle sınava tabi tutmak.

***

münker ve nekir

***

varlığının nekir'iyim.
münker'liğim,
seni sevmezden öncede kaldı.

sevap-günah tartım bozuk.
kulluğum,
tanrısallığa bulaştı.

***

tanrı

sana geleceğim bir gece.
yarısında değil.
sonunda.

sana geleceğim.
sana gelmemi beklemediğin bir anda.
sen ki bana şah damarımdan yakın olduğunu iddia edip de,
binlerce ışık yılı uzaktayken.
ben geleceğim işte.

kapını çalmadan gireceğim ofisine.
sekreterinle yaşadığın kaçak aşka şahit olacağım.
onlarca yıl bir şirkette çalışıp da patronunu göremeyen,
genç bir adamın heyecanı olmayacak içerimde.

sana bakacağım çıplak gözlerle.
çıplak ellerimle boynuna dokunacağım.
okşayacağım hafifçe.
sonra sıkacağım nedensizce.

gözlerin dönecek yuvalarında.
dilin hafifçe dışarı çıkacak.
benim gözlerim de sulanacak.
ağlayacağım belki.
tek bir damla gözyaşım senin yüzüne düşecek.

tuzlu olduğunu hissedeceksin.
benim tuzlu olduğumu anlayacaksın,
ellerimi ısırırken.

kanlar içinde kalacağız o boktan ofiste.
sekreterin iç çamaşırlarını almadan kaçıp gidecek.
giderken çığlık atacak.

aranacak bir polis olmayacak.
ahlak bekçileri ise görmeyecekler bu şöleni.

sana geleceğim işte.
bir gece.
yarısında değil.
sonunda.

tepeden tırnağa öfkeyle dolu olacağım.
tıka basa hayal kırıklığıyla.
sana geleceğim işte.
bir gece.
yarısında değil.
sonunda.

ruhum delik deşik bir şekilde.
dilim dimağıma yapışık.
tırnaklarım kırık.
yanaklarım çürük.
ayaklarım kesik.
sakallarım eksik.

sana geleceğim.
bir gece.
yarısında değil.
sonunda.

gözlerine bile bakmayacağım belki.
çenemin altından yakalayacaksın.
sol elimle çenemdeki elini söküp,
devam edeceğim,
sonsuz tekrarlarıma.

ölüm bile çare olmayacak bana.
bir çıban gibi sana geleceğim.
irinli bir yara gibi.

sana geleceğim işte.
bir gece.
yarısında değil.
sonunda.

o sonda sen olmayacaksın belki.
ruhum kaldıramadığında bu hiçliği.
patlayacağım ben.
tek bir hücrem kalmayacak.
ben de yok olacağım..

sana geleceğim.
bir gece.
yarısında değil.
sonunda.

sana gelmezsem bir gece.
sen bana gel.
bir gece.
yarısında değil.
sonunda.

ben, sana gelirken de seni bekliyorum zira.
her yüze gözlerimi kırpmadan bakıyorum,
seni görürüm ümidiyle.
her teni sen diye öpüyorum.
her yüze senindir diye dokunuyorum..

bana gel.
bir gece.
yarısında değil.
sonunda..

torunlardan ödünç alınan dünya

"bu dünya bizlere, dedelerimizden miras değil, torunlarımızdan ödünçtür" diyordu o güzel sözde. kimin söylediğini şu an için anımsamıyorum. böyle diyordu ama.

yıllar sonrayı düşünelim bir anlığına. ak sakallı dede ve nine olacağımız günleri.

küçük torunumuza ajdar'lı günler anlatırken, ilk flörtümüzden bahsederken nine'nin itişini canlandıralım gözümüzde.

-peki dede. sizin döneminizde de savaşlar var mıydı?
+vardı tabi. buz gibiydi hem de. soğuk savaş diyorlardı adına. her gün bir aydın öldürülüyordu. ve, hiç kimse üzerine alınmıyordu. şimdi ki gibi biyolojik değildi.
-peki dede. sizin döneminizde de yalancılar, insanları kandıranlar var mıydı?
+olmaz mı? tabiki de vardı. hele ki seçim dönemleri, sokaklarda geçilmezdi onların bayraklarından, broşürlerinden. şimdi en azından internetten kullanılıyor oy. en azından milyonlarca dolar para harcanmıyor seçim kampanyalarına.
-peki dede. sizin döneminizde de tecavüzcüler var mıydı? seri katiller?
+olmaz mı? "keyif için öldürdüm" diyordu seri katiller. çocuk doktorlarının, gizli çocuk pornosu arşivleri çıkıyordu.
-peki dede. sizin döneminizde de saygısızlık var mıydı? konuşanı dinlememek?
+olmaz mı yavrucuğum. herkesin bir gerçeği vardı. şimdi en azından insanlar birbirini dinlemeye çalışıyor. ve, aynı doğrultuda, aynı amaca hizmet ediyor gerçekleri.

susulur bir anlığına. hep kötü tarafı görülmez ya hayat'ın.

-peki dede. sizin döneminizde de güzel filmler var mıydı?
+vardı tabi. uçurtmayı vurmasınlar vardı. gegen die wand. ağlamak için bahane isteyen bizler salya sümük ağlardık bu filmlerde. köprü üstü aşıkları vardı. the dreamers.
-peki dede. sizin döneminizde güzel şarkılar var mıydı?
+vardı tabi. barış manço vardı. erkin koray. moğollar. hayatın fon müziğini onlar yapıyordu. biz yaşıyorduk.
-peki dede. sizin döneminizde de aşk var mıydı?
+aşk hep vardı evlad. savaş'ın ortasında. kavga'nın böğründe. yalan'ların ardında. cinayet nedeniydi bazen. bazen yaşama nedeni. ama hep vardı aşk. ve, inan bana hep varolacak.

26 Kasım 2009 Perşembe

aşktan daha önemli bir işi ya da uğraşı olmak

modern zamanların modern hastalığı. sağlığı yerinde olup da her sabah bir işe gidiyor insanlar. sağlığı yerinde olup sevdiğini veya eşini son bir kez öpmeden bir okula gidiyor insanlar.
aklım almıyor. zihnim yetmiyor. bilincim kilitleniyor. ben kendimi kendi beynime gömüyorum.

bastığım her bir toprak parçasının altında birilerinin ölü olabileceği ihtimali bile midemin bulanması için yeterliyken aşık olduğunu söyleyip de günlük hayata kaldıkları yerden kusursuzca devam edenler kusmama neden oluyor.
ya ben delirmişim haberim yok, ya da benden ayrı hiç kimse bilmiyor sevmeyi. sevilmeyi...
çünkü ben aşık olduğum zaman içerim bir lunaparka dönüşüyor. sadece çocukların girebildiği. ölüm riskinin olmadığı, her oyuncağın ücretsiz olduğu bir lunapark.

nasıl alabilirim o parka başka kişileri ya da başka duyguları? nasıl? alamıyorum. istesem de sokamıyorum. ki hiç istemedim bu yaşıma kadar.
okulumu uzattım bir kadın için. o kadar çok uzattım ki bir sabah koptu. elimde kaldı. sağlığımı kaybettim bir aşk için. bir gülüş için öldüm. ve kendimi hayata gömdüm.
istemediğim bir işte çürütmedim ciğerlerimi. genzime çektiğim oksijen ciğerlerimi dağladığında huzur aldım, seher vakti sevdiğimin kokusunu içime çekerken.

içime çektim hayatı. sevdiğimin göğsüne yüzümü gömüp de burun deliklerimden birisini tıkadım sol elimle. bir kokainman gibi içime çektim kadınımın kokusunu.
sarıldım beline. varlığımı, o meleğin varlığında sonlandırmak için.

sevmekten ötede bir köy olmadı hiç. sevmekten ötede bir şehir. bir kasaba... sevmekten ötesi yoktu. sevmekten ötesi olmadığı için de ben öylece bekledim. sevdim. son nefesimi verene kadar da seveceğim.

hayat bana ne sunarsa sunsun. başımın tacı ederek. tek bir dokunuşa ve tek bir öpüşe şu koca ömrümü verircesine. aşktan daha önemli bir işim ya da uğraşım yok benim.
bir gün öldüğümde mezar taşıma tek bir kelimeyi yazdırmak için;

"aylak."

erken boşalma

***
hayattır.
zira, her ölüm erkendir.

***

hayatın tersten başlaması

tabutla dünyaya gelmeliydi insanlar. kırışık bir yüz. ve solgun hayaller. ak düşmüş saçlarla kutlanmalıydı ilk doğum günü. kişi, doğum günü pastasının üzerindeki mumlara üflerken torunlar alkışlamalıydı.

emekliliğin tadı bir yazlıkta çıkarılmalıydı. on yıl sonra emekli olunmalıydı bir resmi kurumdan. daha sonra hayatın rutini yaşanmalıydı. dolu hayaller ve zinde bir vücut. her sabah tıraş olunmalıydı aynanın karşısında. üniversite yılları başlamadan önce evlilik teklifi yapılmalıydı "başka seçeneğim yok" diye kendini kandırıp hak etmeyen bir kişiye. kabul etmeliydi o da.

üniversiteden mezun olunurken dört yıllık duygular mezuniyet balosunun olduğu gecenin en lacivert anında açıklanmalıydı. öpülmeliydi tüm vücutlar. üniversite yılları başlamalıydı sonra. zihindeki hayallerden kurulu üniversitenin kampüsü ile ilk adımını attığın geniş bahçenin surlarının aynı olmadığı gerçeği ile yüzleşilmeliydi. hayaller kurulmalıydı vize ve final gecelerinde. sınavlara gidilirken toplu taşıma araçlarında herkes derslerde tuttuğu notları okuyup son tekrarları yaparken, kalın defterlerin arasında küçük bir çocuğun tommiks and texas ı ebeveynlerinden gizli okuması gibi arka koltukta insanlardan gizli siddhartha okunmalıydı.

sınav kağıdı boş verilmeliydi asistanlara. anlamsızca bakılmalıydı yüzüne. yüzlerin anlamsızlığı bir sınav çıkışı geniş amfilerde tespit edilmeliydi. son sürat geriye dönüş yaşanmalıydı. nasıl ki ileriye gidişin hızı ayarlanamıyorsa geriye dönüşün de hızı ayarlanamamalıydı.

lise yılları başlamalı, beyaz gömleklerin altına iron maiden tişörtleri giyilmeliydi. geceleri her tür müzik dinlenilmeliydi. arabesk, halk müziği, rock, jazz, alternatif, pop, hip-hop... hiçbiri ifade edememeliydi içteki anlamsız notaları. perdelerin hiçbir türlüsü örtememeliydi aydınlıkları. bir gitardaki veya odadaki. saydam olan perdelerin hepsi duvara vurulduğunda paramparça olmalıydı.

filmler izlenilmeliydi geceler boyu. the usual suspects te kaizer soze ile birlikte son cümle söylenilmeliydi:

"şeytan'ın en büyük hilesi; insanları, asla varolmadığına inandırmaktır."

geri dönüş devam etmeliydi. ileriye akışın önünde tüm bentler nasıl yetersiz kalıyorsa geriye dönüşte de öyle olmalıydı. tanri sorgulanmalıydı her hayal kırıklığında. varlığı veya yokluğu ispatlanamamalıydı. her başarısız aşk girişiminde son durak mastürbasyon olmalıydı. yeterlilik keşfedilmeliydi porno yıldızları sayesinde. adı konulmamalıydı ama; yetememezlik!

bir kıza aşık olunmalıydı liseye başlanılan ilk günde. hikayeler yazılıp çantasına konulmalıydı gizlice. bir oyun kadar eğlenceli gelmeliydi o kız için yazılan hikayeler. betimlemelerden vazgeçilmeliydi karşıdaki genç kızın okuması kolaylaşsın diye.
teneffüste son hikaye kızın çantasına koyulurken lavabodan erken gelmeliydi. ve yakalanılmalıydı. el, çantanın içinde, gözler boşluğa bakmalıydı. genç kız ağzını açtığında gurur duymalıydı evreni yaratan varlık eseriyle. bir sevgi sözcüğü beklenirken genç kız avazı çıktığı kadar bağırmalıydı:

hirsiz!

yıkılıp kalınmalıydı hakaretler karşısında. kelimeler dokunmalıydı ruha. terk edilmeliydi tüm okullar. bahçelerinden içeri bakılıp girilmemeliydi. geri dönüş devam etmeliydi. beden, zihin, hayaller, rüyalar küçüldükçe hayat güzelleşmeliydi. ilkokula gidilmeliydi sonra. mahalle kavgalarında sapanla taş fırlatılmalıydı karşıdaki grubun nezrinde hayata.

ilk cinayeti, bir serçenin ölümü olmalıydı her insanın. serçe gömülürken avuçla kazınılan mezara, ağlanılmalıydı hüngür hüngür. ölüm, görmeyen gözlere dahi doğal görünmeliydi. ilkokul yılları da hızlı geçmeliydi. yalın ayak gezinilen günler başlamalı, fotoğraf albümlerindeki donmuş karelerden ibaret olmalıydı gelecek. her an önceden provası yapılmışçasına yaşanmalıydı. ilk cümle "ekmek" olmalıydı insanoğlunun içindeki açlığın boyutlarını saklamak için. dişler çıkmaya başladığında ısırılmalıydı her şey. okşayan eller. ve ekmek.

emeklenmeliydi, emekli olarak dünyaya gelinen hayatta. sürünerek varılmalıydı her mesafeye. zihin sıfırlandıkça rahatlanmalıydı. kundağa sarılınmalıydı. kendi bedenine zarar vermenin hazzı iki aylık küçük bir bebekken keşfedilmeliydi. tırmalanmalıydı gözlerin altı. ve yüz.

uyunulmalıydı sonra. her an ve her salise. uyuyarak ölüme gidilmeliydi küçük bir çocukken. anne-baba, kişinin ismini ve mesleğini ölmeden seçmeliydi.kişi, anne rahmindeyken mezarı hazırlanmalıydı. müzik kutusu konulmalıydı mezarının tavanına.
anne, doğum sancısı çekerken, kişi, tabutla geldiği bu dünyadan bir orgazm eşliğinde gitmeliydi!

24 Kasım 2009 Salı

uyku

kaç sevdamı sana sattım,
bir acemi pezevenk gibi.
bilemezsin.
kaç ismail'i mi sana kurban ettim.
senin haberin yok.

kaç kez geç kaldı cebrail de,
ben tebliğ edemedim dinimi.
ne söyleyeceğimi şaşırdım.
kaç kez kez çarmıhta bırakıldım ben.
değil göklere çekilmek,
yerin yedi kat dibine geçirildim.

kaç kez, düştüm çöllere,
değil tanrı'yı bulmak,
her şeyi kaybettim.

kendimi.

kaç hayalimi, sana hibe ettim bir bilsen.
kaç planım senin yüzünden,
içerimden kürtajla alındı.

kaç sabah,
gözlerim kan çanağıydı da,
ben o çanaklardan doya doya içtim.

ah bir bilsen.

bilsen de alsan beni koynuna.
cümlelerimi duyma tenezülünde bulunmasan.
suskunluğum manalı gelse sana.
gidişlerimi, gelişe yorsan.

ah bir kereliğine sadece.

bir kereliğine bassan beni göğsüne.
soksan derimi derine.
içine alsan.
kasıklarında dinlensem ben.

kutsasan dilinle.
tatsan tuzlu derimi.
yüzünü ekşitmeden öpsen beni.
gözlerini kaçırmadan baksan bana.

sonra sen de uyusan yanımda.
beraber ninni söylesek geceye.
geceyi uyutmak için..
ve uykuyu..

doyana kadar sevişmek için..

gitme

bestelenecek yeni bir şarkı değil.
şiir ise?
hiç.

gitmek üstüne söylenecek her şey söylenmiş.
gitmek üstüne yazılacak her şey yazılmış.
gitmek üstüne yakılacak tek ağıt ben kalmışım.

yak beni.

ellerim çolak.
ayaklarım kötürüm.
dilim lal.
gözlerim ama.

gitmesen diyorum ama.
gitmesen.
ben gideceğimden değil.

ben öylece duracağım.
hep durduğum gibi.
zihnim yar olacak bana.
ve ben o yardan aşağı atlamayacağım.

gitme.
bırak dünya dönsün.
bırak.
dokunma.

sen sadece,
arada bir yüzünün yönünü değiştir.
seni daha rahat öpmem,
sana doymamacasına dokunmam,
her şeyin sana gelmesi için.

sen sadece güneşe dön yüzünü sevdiğim..


seni düşünmek



ibadetlerim pis bir paçavra gibi,
yüzüme vurulacağı o gün,
tanrı'yla arama giren tek şey,
sen olacaksın.

sevmeyi emreden tanrı'nın,
beni cehenneme göndermesinin ise,
tek nedeni yine sen.

şirklerim sana çıkacak.

ibadetlerim sen kaynaklı olacak.

yokluğunda oruçlara yatacağım.
sana aç,
sana susuz,
sana tuzsuz kalacağım.

yokluğunda namazlara duracağım.
resmini koyacağım secdeme.
yüzüne kapanacağım günde beş bin kez.

yokluğunda hacc vazifemi kusursuz gerçekleştireceğim.
döneceğim varlığının etrafında.
başım dönmeyecek bu ibadetten.

yokluğunda yokluğunun zekatını vereceğim.
malımın değil,
canımın kırkta kırkını.

yokluğunda şahitlik edeceğim.
işaret parmağımı gökyüzüne kaldırıp da,
senin allahın kulu olduğuna,
benimse sana taptığıma..

23 Kasım 2009 Pazartesi

İÇERİ(M)



içerimden,
külliyatlar geçiyor katar katar.

içerimde,
şairler volta atıyor.
birbirine bıçak çekiyor,
yazarlar.

birbiriyle restleştiyor ressamlar.
müzisyenler,
birbirinin arkasından şarkı besteliyor.

içerimde,
kanat çırpmadan uçuyor martılar.
bir güvercin pike yapıyor,
tam değecekken içerimdeki o boşluğun dibine,
son sürat gökyüzüne çıkıyor tekrar.

içerimde,
yıldızlar kayıyor.
ay tutuluyor gözlerimde.

içerimde,
gece-gündüz eşitliği var.
içerimde,
mevsimler kardeş birbiriyle.
kimse kimseye ihanet etmiyor ama.

içerimden annem geçiyor zamansız.
babam koşuyor,
her hangi bir yere.
küçük kız kardeşim,
benden yardım dileniyor.

içerimden,
kanla karışık tutku seronomisi geçiyor.
içerimden,
koca bir hayat geçiyor.
kalbimin ve zihnimin duvarlarını acıtmadan.

içerimden,
ben geçiyorum.
ilk defa canımı acıtmıyorum kendim.
ilk defa varlığım yük olmuyor zihnime.
ilk defa dar gelmiyor, bedenim ruhuma.
ilk defa, tahammül edebiliyorum. aynada gördüğüm yüze.
ilk defa, hak veriyorum herkese. ve her şeye.

vuslat



ne yapar ki,
vuslatı tadan iki sevgili?


dilimde,
hiçbir lügatta karşılığı olmayan hırıltılar.
içerimde ise,
geçmişimin kabuk tutmuş yaralarının kaşıntısı.

ne yapar ki,
vuslatı tadan iki sevgili?

sevişirler mi,
birbirlerinin dudaklarını kanatırcasına?
sarılırlar mı yoksa,
birbirlerinin bedenlerinde kendi varoluşlarını somutlaştırmak için?

ne yapar,
vuslatı tadan iki sevgili?

birbirlerinin yüzlerini okşayıp,
şiir mi okurlar birbirlerine?
birbirlerinin anlattıklarını hatmedip de,
hafızımı olurlar aşk denen dinin?

dilimde,
hiçbir lisanda tadı tarif edilemeyecek küçük bir dil.
geleceğim ise,
o dilin yoğurabileceği her şey.

ne yapar,
vuslatı tadan iki sevgili?

susarlar mı sadece?
susuşları, susuzluklarını dindirir mi?
yoksa,
gülerler mi kahkahalarla?
kahkahaları paralanır mı,
hayat denen yosmanın yüzünde?

ne yapar,
vuslatı tadan iki sevgili?

birbirlerinin bakışları sayesinde,
delinip de geçerler mi içlerinden?
yoksa,
tıkanıp kalırlar mı kendi cümlelerinin altında?

ne yapar,
vuslatla iki sevgili?

etme (mevlana'dan şems'e)

Duydum ki Bizi bırakmaya azmediyorsun, ETME
Başka bir YAR, başka bir DOST 'a meylediyorsun, ETME

Ey ay, felek, harab olmuş, ziyan olmuş senin için
Bizi öyle harab, öyle ziyan ediyorsun, ETME

Ey makamı var ile yokun üstünde olan
Sen varlık sahasını terk ediyorsun, ETME

Sen yüz çevirecek olsan, Ay kapkara olur Gamdan
Sen ayında evini yıkmaya kastediyorsun, ETME

Şekerliğinin içinde zehir olsa dokunmaz bize
Sen zehri şeker, şekeri zehr ediyorsun, ETME

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, ETME

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, ETME !

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun ETME !!

22 Kasım 2009 Pazar

askerlik

şafakla mehtapın evliliğinden doğan ömrümün belirli bir bölümünü gönülsüz bir şekilde birilerine hibe etmek.


20 Kasım 2009 Cuma

alışmak

alışıyor insan,
en çok da yokluğa.
varlığa alışmak,
zor oluyor zira.

19 Kasım 2009 Perşembe

bir insana alışmak

benim için çok zor bir durum. o kadar zor ki koca bir ömüre sığabiliyor. sığdı da hatta. daha bu sabah askeri hastaneye gitmek için evden çıktığımda ayaklarımın dibine yığılıp kaldı yaşlı bir amca. kendisine yardım ettiğimde anlattı. kendisi kalp hastasıymış, kalbinde pil varmış, diş hastanesinden geliyormuş, dil altı hapını aldığı için tansiyonu düşmüş..

kendisini en yakın dükkana alıp da sohbet ettiğimizde bir anda ağlamaya başladı. elimde laptop çantam, karşımda yaşlı amca. bir anda ciğerim yandı.
amcam, elindeki dosyayı önümüze koyduğunda dili dönmüyordu. dosyayı açar açmaz sol bacağı kesik bir erkek çocuk gördüm. ta ilkokul yaşlarından başlayıp da koca bir adam olana kadar çekilmiş fotoğrafları olan bir çocuk. ya da adam. farketmiyor.

amcamın oğlunun bacağına cam saplanmış. yanlış müdahale sonucu kesilmiş o bacak. protez takılmış yıllar önce. yeni protez için bir buçuk milyara ihtiyacı var amcamın.
bir tarafta, askeri hastaneye gitme randevuma geç kaldığımı o an orada bulunanların bilmeyişi. zira ben ömrümü varlıklara alıştırmakla meşguldüm. zihnim ve bedenim amcanın yanındayken, onun ağlayışına içerlerken acaba bilinçaltım neredeydi? diğer tarafta ise yaşlı amca?

bir gece öncesinde uykum gelmişti ama. sevmekten uykum gelmişti. yorulmaktan. koşmaktan. yaşamaktan... bir gece öncesinde kendi yaşlılığımı anlatmıştım birisine. deniz kenarındaki tabureye oturup da denize bakacağımı, ve sol elimdeki bastonu tabiatın götüne sokmak için denize fırlatacağım gerçeğini söylemiştim..
bir gece öncesinde yaşlandığımda da acaba aynı acıları mı çekeceğim diye içimin kemirildiğini söylemiştim karşımdakine. bir gece öncesinde günah çıkarmıştım. ağlama duvarım bir kadın olmuştu. tanrıyla aramdaki rahip bir kadın olmuştu, bir gece öncesinde.

yokluklara alışkın ruhumun varlıklara alışmasının çok çok çok zorlu bir eylem, görev olduğundan bahsetmiştim. yaşlı amcamı o mağazada bırakıp da askeri hastaneye giderken.

***

alışıyor insan,
en çok da yokluğa.
varlığa alışmak,
zor oluyor zira.

***

banyoya girerken cep telefonunu yanına almamak

son dönemlerde yaşadığım durum.


bundan yıllar önce, daha cep telefonunun ilk dönemleri. herkeste yok telefon. bir ericson almışım. modelini unuttum şimdi. küçük, açılıp kapananlardan. işte o telefonu bir organım gibi her yere götürüyorum. banyoya, mutfağa, tuvalete...

bu telefonu her yere götürmemin tek nedeni ise sırf birisi beni ararsa, aradığı an ulaşsın. başka bir neden yok. ne bileyim, sevgilimiz bizi ararsa hemen cevap verelim, ya da eski bir dost sesimizi duymak isterse anasonlu kafayla, onu hayal kırıklığına uğratmayalım. ya da acil bir şey olup da, telefon fihristimizdeki her hangi birisi bizden yardım rica eder diye. geldi zaman, geçti zaman. bir gün bir baktım ki, ben banyodayım. ve cep telefonumu yanıma bile almamışım. 7-8 metrekarelik koskoca banyoya almamışım cep telefonumu. bir anlığına içim acıdı. canım yandı çok hafif. zira uyuşmaya başlıyor duygularım. zira uyuşmaya başlıyor zihnim.


daha geçen gün, bir özel hasteneye gittim. bir arkadaşın göz muayenesi için. arkadaşla randevu saatini beklerken iki koltuk arasındaki boşluğa takıldı gözüm. yanımdaki arkadaşa dedim ki; "sonumuz, teknolojik gelişmelerden dolayı olmayacak. sonumuz, küresel ısınmadan dolayı olmayacak. sonumuz, bu sevgisizlikten olacak." arkadaşım gülmeye başladığında aramızdaki boşluğu gösterip ekledim; "düşünsene, bir insan sevdiği kadınla geliyor bu hastaneye. o insan muayene olacak ya da ameliyat, sırf o insana dokunmak istese, arada koca bir boşluk. arada koca bir hiçlik. bu koltukların arasında boşluk bırakan kişiyi dövmek isterdim." arkadaş hala gülümserken son cümlemi söyledim; "selim ışık böyle delirdi işte."



evet, deliriyoruz. ya da ben deliriyorum. bilmiyorum. delirmek sorun değil de, asıl can yakan, bu delirişin kanlı ve canlı tanığı olmak. acı olan bu.

18 Kasım 2009 Çarşamba

zaman

"bazı şeyler zaman alır,
zaman ise her şeyi.."

yaşlanmak

geçenlerde, yaşadığım şehirdeki üniversite öğrencilerinin çıkarmış oldukları aylık bir dergi için yazı gönderdim. açıkçası yazıyı öğrenciler rica ettiler benden. ben de kendilerini kırmak istemedim. bir yazı yazıp da bir arkadaşa gönderdim. o da derginin sorumlularına iletecekti.

iletmiş yazıyı. yazıyı sevmiş derginin sorumluları. ilettiği kişiler artık derginin editörleri midir yoksa maddi finansörleri mi bilmem. bir şekilde sevmişler yazımı. yayınlamaya da karar vermişler. fakat yazının altındaki yaş kısmından sınıfta kalmışım. yaşım 29 olduğu için, yaş sınırının 26 olduğu bu derginin her hangi bir sayısında her hangi bir yazım yayınlanmayacakmış. ne kadar iyi yazarsam yazayım. yazılarımın içeriği ne kadar dolu olursa olsun benim yazdığım hiçbir şey bir mana ifade etmeyecekmiş.

çünkü; onların gözünde yaşlıyım ben. yaşanmışlık doluyum. onlar, kalbi ve duyguları toy bir adam arıyorlar. onlar, heyecanlı bir ergen arıyorlar.
bilmiyorlar oysa, yaşlılık yaşanmışlıktan gelir. benim yaşanmışlığım yok. daha bir kadının sağ elini sımsıkı tutup da yaşadığım şehrin ana caddesinde yürüyemedim ben. daha bir kadının kasıklarına gömülemedim çırılçıplak. daha bir kadının sırtını öpemedim seviştikten sonra. daha bir kadına, ömrümün 29 yılının her hangi bir gününü sonuna kadar sunamadım.

bunu bilemedi o genç yürekler. yorgunluğumu yaşanmışlığa yordular. oysa benim yorgunluğum, yaşanmamışlık kokuyor. leş gibi hem de.

17 Kasım 2009 Salı

utanmak

utanıyorum kendimden,
senden habersiz,
seni hayallerime dahil ettiğim için.

13 Kasım 2009 Cuma

birisini akvaryumdaki balık gibi sevebilmek

zor olan.

"beni akvaryumdaki bir balık gibi sevebilir misin?" diye sormuştu yıllar önce. bileklerini ilk kesişiydi daha. 16 yaşındaydı. aslında, bileklerini kesmezden önce anlamalıydım ruhundaki görünmez prangaları kırmak için çabaladığını. çünkü; bir hafta öncesinde saçlarını maviye boyamıştı.
ana caddede tesadüfen gördüğümde kendisini "can sıkıntısı" demişti. ne menem bir illet olduğunu bilmeden, can sıkıntısının.

kendisine boktan bir espri yapıp, "sıkıcan iyidir. kolay kolay çıkmaz" diyebilirdim. demedim. sadece izledim, o konuşurken yüzününe düşen saçlarını. ince kirpiklerini. ve, küçük-dik burnunu.
hayata dair öğrendiğim her şeyi kusmak istedim kendisine, yanyana yürüyerek gittiğimiz bir dondurmacıda. olmadı. tuttum kendimi. dinledim. o anlattı. anlattıkça açıldı. güldü. esnedi. hapşurdu. "çok yaşa" dedim. bir temenni değildi. onun için duamdi bu. "sen de gör" dedi, sağ elime dokunarak.
gördüm o anda. eli elime değdiğinde. evrenin varoluşunun nedenini. gökyüzündeki tanrı'nın siluetini. ve, yalnızlığını. küçük kız çocuklarının saçlarına takılan kurdelaları. gördüm ben de. her şeyi...

alman usulü hesabımızı ödeyip de dışarı çıktığımızda gözü ilişti karşı kaldırımdaki akvaryumcuya. ve, ön camdaki bebek yüzlülere. "alalım" dedi. "istediğimiz kadar. ikimiz için sen bakarsın." dinledim her zaman ki gibi. gözlerine bakarak. hafiftrn esen rüzgarın onun kokusunu ruhuma sokmasını içime sindirerek.

besledim bebek yüzlüleri günlerce. her sabah yemlerini verdim. sıkılmadan. bıkmadan...

bir sabah ekmek almak için pijamalarımla bakkala gittim. bir ekmek istedim. bir de kısa samsun. ekmeği dünün gazetesine sardı bakkal. hemen gördüm. kırmızı bilekleri. yüzü, bir önceki günün gazetesiyle örtülü bedeni. anladım. anlatamadım ama. sabahın aydınlığında, çöktüm yolun ortasına. yaktım sigaramdan bir dal. bilemeyişime üzüldüm.

o gün bana o soruyu sorduğunda, bilmeliydim. "beni, akvaryumdaki bir balık gibi sevebilecek misin?" diye sorduğunda anlamalıydım, her şeyin sonuna geldiğini. son bir çare olarak da benim sevgimle beslenmeye çalıştığını. doyuramamıştım. ama hiçbir şey yapamazdım ki.

çünkü;

oksijene alerjisi olan bir canlıya ne yapılabilir ki?

"... "

insanların artık mucizelere inanmaması

büyük bir sorun. çok büyük hem de.

varoluşta, aşkta, sevgide hatta kavgada bile onlarca mucize yok mudur?

"... "

çok mu bilimsel her şey? çok mu tutarlı ve pozitif tüm bilimler? kimsenin cevap vermesini beklemiyorum. çünkü; daha sorularımı ardı ardına sıralamadım! çünkü; daha kusmadım içimdekileri. beni rahatsız edenleri! midemi ve beynimi bulandıran her şeyi kusmadım daha!

peki neye inanır insanlar? her akşam tv kanallarında dönen onlarca aptal dizilere mi? ya da tüm haftanın her günü, birbirini aşağı çekmeye çalışan insanların yemin ederek anlattıkları yalanlara mı?

neye inanır insanlar? inançsızım ben! inanacak bir şey istiyorum! tek bir şey! birilerinin bir şeyleri tutup da gözüme sokmasını istiyorum!

tüm, inançsızlıklar silsilesi içerisinde mucizelere inanıyorum ben! çünkü; daha insancıl geliyor onlar! ve, daha çıkarsız!
kızıldeniz'in boydan boya yarıldığına inanıyorum ben! mağaranın örümcek ağı ile kapatıldığına!
ölü birisinin diriltilip tekrar öldürüldüğüne!

bir de aşka inanıyorum!

aşka inanmamanın en büyük trend olduğu bir devirde, inadına inanıyorum! o büyük tarihi şahsiyetin devrim için söyediğini ben aşk'a uyarlayarak bağırıyorum:

"gerçekçiyim, imkansızı istiyorum!"

dilenci kadının çocuğunun yüzündeki kir

bir akşam üzeri kovalanıyorum sokaklarını bilmediğim bir şehirde. ardımda üç-beş delikanlı müsveddesi var. pokerde hile yaptığım için koşuyorlar peşimden. ben ise uzun siyah saçlarımı gözlerimin önünden üfleyerek savurup da koşuyorum. sokaklar kalabalık. akşam üzeri. insanlar iş çıkışı evlerine gidiyorlar.
omuzlardan sarsıyorum herkesi. nefes alışverişim ritmini kaybediyor. midemde yanma oluşuyor. olabildiğince hızlı koşuyorum. amacım; beni takip edenleri boş bir sokağa çekip de sol paçamdaki kelebekle kesmek. aşil tendomlarını birer hamleyle uçurmak.

alabildiğine koşuyorum. genç kızlar önümden çekiliyor. yaşlılar yol veriyor. insanlık, beni benden koruyor. yaşlı bir dostum aklıma geliyor. haksız yere hapis yatıp da 25 yıl sonra dışarı çıkıp, özgürlüğünün ilk gününde gördüğü ilk insanı öldürüp tekrar hapse gönderilen o canlı ve kanlı ironi geliyor aklıma. gülümsüyorum. tek harflik bir tebessüm bu.
sonra annem geliyor aklıma. insan olmamı göremeyen annem. babam geliyor aklıma. bir kereliğine bana güvenmeyen babam. bir kereliğine bana saygı duymayan o et yığını geliyor aklıma. alabildiğine koşuyorum. midemde bir şeyler yukarı doğru yükseliyor. çarptığım bedenler yere düşüyor. arkamdaki delikanlı müsveddelerinin bağırışları yankılanıyor karanlıkta. sokaklarda sadece ben varım.

dünya beni taşıyor. sol elimi paçama atıp da kelebeği çıkarıyorum. olduğum yerde durup geri dönüyorum. yakaladığım ilk genç kızın boğazına kelebeği değdirip bağırıyorum;

"yaklaşırsanız keserim!"

kesebileceğimi biliyor herkes. genç kız da biliyor. yutkunuyor sürekli. ben de yutkunuyorum. karanlı gözleri kör etmek üzere. insanlardan oluşan bir çembere alınıyorum. biliyorum, insanlık ölmeme izin vermeyecek. beni takip edenler kalablıkta kayboluyor. herkes şüpheli gözlerle bakıyor bana. geçmişimi düşünüyorum bir saliseliğine. zihnim; düşüncelerime yetişemiyor.
ben zihnime yetişemiyorum. varlığım bir zamanlama hatasından ibaret olduğu için sadece izliyorum.

karşı kaldırımda bir kadın görüyorum. elleri çatlak. sesi çatlak. ruhu çatlak bir kadın. dizlerinin dibinde bir mendil var. ve bu mendilin yanında sarışın bir çocuk. kıvırcık saçlı. gözleri masmavi. cinsiyetinin ne olduğu belli olmayan dünyalar tatlısı bir çocuk. kilitlenip kalıyorum. göz göze geliyoruz o melekle. elimden kelebek düşüyor. onun ağzından ise naylon emzik.
bakıyoruz birbirimize. ensemde sert bir cisim hissediyorum. geri dönmek istemememe karşın polis jopu olduğunu hissediyorum o maddenin. yıllar önce bir pezevengin kulağına kestiğimde tanışmıştım.

yüzü kirli meleğin gözlerine gömülüyorum bir akşam üzeri. kalabalıklar üzerime geliyor. polis kordonu yetmiyor. aralardan birisi diyor ki;
"allaha küfretti bu dinsiz!"
bir diğeri ekliyor;
"atatürke ana-avrat düz gitti!"
bir diğeri yerinde durmuyor;
"17 aylık bebeğe tecavüz etti bu puşt!"
bir diğeri boş durur mu;
"hayatı yalancı şahitlik yapmakla geçti!"
bir diğeri...;
"..."

yüzümde tekmeler hissediyorum. ağzımda acı bir tat. bedenim yere yığılıyor. isa'dan iki bin yıl sonra, modern bir ülkenin modern bir şehrinde tek suçum pokerde hile yapmakken çarmıha geriliyorum. kalabalıkların isa'sı oluyor küçük bedenim. ve ben, bir dilenci kadının çocuğunun yüzündeki kire gömülüyorum.

mutsuzluktan ölmek üzere olan birisine aşık olmak

suni tenefüstür.

siz tanımazsınız o kadını. ben de tanımazdım. ölmezden önce. size bu satırları araf'tan yazıyorum. cennetin dibinden.
bir gece yarisi sol baldırıma iki bıçak darbesi alıp da ıslak ve karanlık bir sokakta can çekişirken ben, beni hotel odasına götüren o meleği bilmezsiniz.

gözlerinin altı mosmor, elleri çatlak, sigarası her daim yanan, vücudu da yer çekimine karşı koyamamış, duygularını ve iç organlarını bir çok aşkta ya da tek bir aşkta kaybetmiş, ya da hibe etmiş bir melek.
gözlerindeki ışık asla sönmeyen ama. sönmesine izin vermeyen bir kutsallık abidesi.

beni odasındaki yuatağa uzatıp da sol baldırımı pansuman ettiğinde kendine ait kokusunu içime çekerken biliyordum. kendisine aşık olacağımı.
kendisine tapacağımı hissedebiliyordum. bilincim gitmek üzereydi. gözlerim kararıyor. kalbim sıkışıyordu: en son gördüğüm tavandaki aynada, o meleğin sırt dekoltesiydi. sonrası bembeyaz...

kendime geldiğimde hangi gündü? ya da günün hangi saatiydi? güneş ne taraftaydı? bilmiyordum. bildiğim tek şey; sol baldırımda ince bir sızı ve karşımdaki sallanan sandalyede ayak ayak üstüne atıp da sol elinin bileğini hafifçe kırarak sigara içen bir melek.
benden yaşça büyük olmasına karşın benimle aynı hayal kırıklıklarına sahip bir beden. benim gibi iç organları un ufak edilip de tekrar bedenine doldurulmuş bir ruh.

gülümsüyordu. dudaklarını aralayıp konuştu, "aç olduğunu tahmin ettim. 2 gündür sadece sayıkladın. tanıdık bir doktor vardı. onu çağırdım. bacağına dikiş attı. otuz dört dikiş. bir kaç iğne yaptı. bir kaç antibiyotik verdi. sadece uyudun 2 gün boyunca. bir kaç kez ateşin yükseldi. ama uyudun rahatça. sen kıpırdama. ben kahvaltını yatağa getireyim."

masallar gerçek olamazlar. hem hangi masal gerçek ki? hangi gerçekten bir masal üretilebilir ki? ben gerçek miyim ki? masal tadında bir varoluşum olsun.
yutkundum. boğazımdan hayat geçiyordu. karşımda ise bir peri. çiçekli eteği hotel odasının zeminini süpürürken gözlerine bakamıyordum. benim mahkumiyetim gözlerdi. bakarsam eğer esir olacaktım. ve sol yanaktaki gamzeye gömülecektim.

baktım. ve defin işlemleri başladı. aşk, bir cenaze töreniydi!

salisenin binde birlik bir zaman dilimine sığdı bu bakış. anladım. geçmişim olmayacaktı. sadece ve sadece geleceğim olacaktı. gerçek ismimi unuttum. "bulut" dedim kendime. "bulut, bildiğin her şeyi unut."
hava açıktı. kahvaltılıklardan biraz atıştırıp da dışarı çıktık. en yakın parktaki bankta yan yana oturduğumuzda sokuldu yanıma. istediği neydi? bir evlat segisi mi? yoksa bir erkek sevgisi mi? saygısı mı?
peki benim istediğim neydi? bir anne sevgisi mi? gerçek bir kadın mı? dişi mi? bana, erkekliğimi sonuna kadar hissettirecek bir canlı mı?

sol göğsü sağ pazuma değdiğinde rahatlama hissettim bedenimde. kafasını omzuma koyduğunda gözlerini yummuştu. kuş sesleri eşlik ediyordu bu eşsiz manzaraya. ve ben asaleti düşünüyordum. ayrılıklarda, savaşlarda yok sayılan, ortaya konulamayan, mutsuzken bir anlığına anımsanılsa hiçbir şeye kıyılamayacak asalet duygusunu düşünüyordum. bir de annemi. bir de babamı. kendisini bir et yığını olarak varsaydığım canlıyı.

zaman geçiyordu. biz duruyorduk. camdan bir fanusun içerisindeydik. neydi bizi birleştiren. geçmiş mi? gelecek mi? aşk mı? sevgi mi? saygı mı? asalet mi? gurur mu?
hiçbiri.

bizi birleştiren acılarımızdı. yaralarımızdı. o yüzden de ilk önce yaralarımız denk gelmişti. örtüşmüştü. daha sonra da o günün gecesinde, üçüncü sınıf bir hotel odasında bedenlerimiz. tavandaki aynada birbirimize bakıyorduk. oysa yanyanaydık. keşke yanaydık. aşkın ateşiyle.
oysa hiçbir cehennem küle çeviremezdi o an bizi. öylece izliyorduk kendimizi. çırtılçıplaktık. elele tutuşup, tavandaki aynadan kendilerini izleyen iki ruh. iki beden.

sadece baktık. sadece dinledik. bir kere bile dönüp de birbirimize tek bir soru sormadık. birbirimize rastlaşana kadar ne çok acılar çektiğimzden, ne kadar hırpalandığımızdan, insanların kötü olduğundan, hayatın acımasızlığından bahsetmedik.
sadece dinledik. yeterince gürültü vardı evrende. bir de bize gerek yoktu.

saatler ilerledikçe içerisi soğuyordu. o yüzden de bana sırtını döndüğünde o peri, dizlerimi dizlerinin arkasına gömüp, kalçarlarını kapladım. bir elim başının altındayken. diğer elim belindeydi. kafamı boynuna gömüp de kokusunu yuttum. içimde hissettim ilk defa. aşkı, sevgiyi, saygıyı. ve tanrı'yı...

herkesi ve her şeyi içerimde hissettim. bir geceleğine. yüksek dozda aşk alıp da mutlu ölmek için, bu geceki kırmızı şaraplarımıza bilerek zehir koydum. mezarımız, tavanında ayna olan, ve güneşi sabah ilk gören oda olan bu hotel odası olacaktı. ve biz mutlu ölecektik. hepsi bu...

galiba öldük. ve kendimizi hayata gömdük.

12 Kasım 2009 Perşembe

bir ibadetmişçesine sevişmek.

usul usul. acıtmadan. korkutmadan. baştan savma değil. sindire sindire. karşıdakinin tüm bedenini keşfederek. bencilliği bir anlığına beyninden ve ruhundan çıkarıp çok uzağa fırlatıp sadece ve sadece sevdiceğin mutlu olması için.

sevişme duygusunun insanlara bahşedilmiş en asil duygulardan birisi olduğunu sevdiceğe her dokunuşla, her öpüşle, her bakışla anlatabilmek.

bazen gözlerle, dillendirilemeyen sözlerle her şeyi ifade etme yetisi. ruh ile sevileni ruh ile tatmin etmeye çalışmak. çırılçıplak aynı yatakta, yan yana uzanıp karşıdakine dokunmadan durmak bazen de. sadece sarılmak. ruhun ereksiyonunun bedenin ereksiyonundan daha önemli olduğunu kendine ve sevdiceğe ıspat etmek.

yüzü, sevdiceğin ensesine gömüp, beline sarıldıktan sonra kalçalarını kaplamak. yürekleri aynı hizaya getirmek için kaşık pozisyonunda aç-susuz beklemek. kulağına aşk şarkıları söylemek.

bir ibadetmişçesine sevişmek.

günah işlememek için. cennetten kovulmamak için. sevişme duygusunu ibadete çevirmek. zor gibi gözüküp çok kolay olan.
sadece ve sadece kendi bencilliğimizi iki saniyeliğine ertelemek.

gerisi, sevap. gerisi, ibadet. gerisi, sevdiceğin göğsündeki cennet.

11 Kasım 2009 Çarşamba

kalbi kusana kadar ağlamak.

içimden gelip de yapamadığım. bağıra bağıra. aynalara vura vura. paramparça ederek tüm yüzleri. insanların yüzsüzlüklerini. kırarak bana değer veren her şeyi! ve, tüm değer verdiklerimi.
kalplerle sirtaki yaparak! dostlarımı, arkadaşlarımı... hepsini birbiri üzerine koyup tek bir darbe! sonrası?

kalbi kusana kadar ağlamak!

nefesim kesilene kadar. ben ölüp, yeni bir ben doğana kadar. nereye kadar? ölene kadar! öldürülene kadar! ölüm'ü öldürene kadar! tanrı'ya ulaşıp o'nu geçene kadar!
nereye kadar? varlığıma bir neden bulup ötesine geçene kadar! nereye kadar? annemin göğsüne başımı yaslayıp, kırdığım tüm kalpler, işlediğim tüm günahlar, yıktığım tüm hayaller için pişman olana kadar!

kalbi kusana kadar ağlamak!

son insan kırıntılarını da lavaboya gönderip sifona basmak! dalağı patlatırcasına koşmakla ilintili biraz. biraz da kırık hayallerle! alçının anlamının olmadığı kırık hayaller! gerçek ile gerçek'in anlamsızlığı, neyin yalan neyin gerçek olduğunun kestirilemeyişiyle ilgili biraz! biraz da başka bir hayatın varlığı ile ilgili!

kalbi kusana kadar ağlamak!

ya yoksa bir kalp! ya yoksa ilkokul kitaplarındaki, sınıflardaki o kırmızı nesne, ya yoksa göğüs kafesimde? göz pınarlarımdan ruhumu çıkarırcasına kadar ağlamak!

içimden geçen!

beni delik deşik eden! sadece ağlamak!

ama bir başlayabilsem. elimi, geçmiş'in tozlu çekmecelerine attığımda, ağlamak için başlayabileceğim bir an yakalayabilsem, daha kolay olacak her şey!

yok ama!

kalp burada kalacak hep! göğüs kafesimde. bir gün, kalp yetmezliğinden öldüğümde anlaşılacak bir kalbim olduğu. işte o zaman inanacağım aşka!
romeo ve juliet gibi insanların yarısından çoğu beraber intihar ederlerse aşkları uğruna, işte o zaman ben de inanacağım aşka!

kalbimi kusana kadar ağlamaktan vazgeçeceğim belki. yutacağım. hem kalbimi hem de tüm söylediklerimi!

intihar nefs-i müdafaadır.

kendi varlığımı korumak için kendimi binlerce kez öldürdüğüm anlardan biliyorum. tanrı'nın varlığına istinaden, kendi ruhumun bekaretini korumak içindi işlediğim onlarca günah, kırdığım onlarca kalp, çaldığım onlarca rüya...

her birinin tutarlı bir açıklaması vardı elbet. fakat hiç kimse dinlemedi beni. dinlemeye tenezül dahi etmedi. onun için ben de kestim bileklerimi. 17 yaşımda. bir otel odasında, yaşlı bir temizlikçi kadın buldu küvetteki baygın bedenimi. en yakın hastaneye kaldırıldım. 34 dikiş atıldı bileklerime. hayatımı dikmeye çalıştılar. ben yırttım. bir gece kaçtım hastaneden.

banklarda yattım geceler boyu. içtim. her şeyi. alkolü, aşkı, hayatı... sarhoş olamadım ama. onun için, park lambasına, kravatla kendimi astım. 33 yaşımda. cennet yaşımda. medeniyetin yuları dayandıramadı bedenimin ağırlığını. koptu. düştüm karanlık bir köşeye. ağladım o gece. doyana kadar. kalbimi kusana kadar. kusamadım ama. kustuğum kan, midemdeki iç kanamanın kanıymış.

alındım yoğun bakıma. onlarca ilaç yazdılar. bir gece hepsini içtim. yoğunun daha yoğun bakımına girdim. hayatın komasını gördüm. sadece, komasını mı? rutinini. monotonunu. tek düzesini. hızlısını. yavaşını. hayatın her çeşidini gördüm. onun için öldüğümde, "bu dünyada göreceğimi gördüm, beni yüzüstü gömün" diye yazdım tek cümlelik vasiyetime!

intiharın nefsi müdafaa olduğunu anlatmaya çalıştım. geceler boyu. herkese. tanrı bilire. tanrı bilmeze. tanrı'yı arayana. tanrı'yı bulup kaybedene! herkese ve her şeye!

ruhun bekaretinin cinsel bekaretten daha önemli olduğunu anlatmak için kendime tecavüz ettim binlerce kez!

şimdi mi?

ağlıyorum.

hepiniz için!

hepimiz için!

günah için!

günahlarım için!

günahlarınız için!

ağlıyorum!

siz işlemeye devam edin!

yaşıyormuş taklidi yapmak.

iki yüzlülük belki! belki de salaklık! her sabah, kişinin içinden gelmemesine karşın tıraş olup işe gitmesi! ya da bir kadının gelecek müşterilere hoş gözükmek için saatlerce makyaj yapması!
birileri incinmesin, birileri kırılmasın diye, toplum denen en boktan olgudaki birileri huzursuzluk duymasın diye huzur kelimesini sonsuza kadar kendi kelime litaratüreünden çıkarmak!

yaşıyormuş taklidi yapmak!

ismini dahi kendin seçemediğin bir yaşam olgusunda varolmaya çalışmak! bir vergi numaranın olması! kimlik numarasına sahip olmak! dinini, dilini, cinsiyetini, medeni halini, kan gurubunu belirten bir kimliğe sahip olmak!
oysa ki, mutluluk için bileklerini kestiren adamlar tanıdım ben! mutluluk için, dünyayı yakabilecek kişiler gördüm!

yaşıyormuş taklidi yapmak!

zor olan! her gün doğumu başlayıp, insanlar uyuduğunda son verdiğim! beni binlerce kez öldüren! ruhumu paramparça eden! sıkıldığım!

az kaldı ama!

bir sabah, son vereceğim! belki tek kurşunla! belki de inadına yaşayarak! toplumun olan her şeye, topluma karşı hayatımı sürerek! insanlar beni linç etsin diye! içimdeki soyut acıları somut acılarla değiştirmek için!

az kaldı!

çakalların toplandığı bir meydanda bir gün ortaya fırlayıp bu oyuna son vereceğim! sıkıldım taklidden ve taklitçilikten! perde yırtılmalı artık! gerçeğin sert yüzüyle ruhumu tahriş etmeme az kaldı!

yaşıyormuş taklidi yapmak!

bir kişinin kendisine yapabileceği en büyük kötülük!

bir insana tapmak.

sevmek, aşık olmak, o'nu düşünmek değil!

tapmak!

kısa ve net bir ifade! din gibi! günde beş kez tanrı'ya secde eden bir müslümanın günde bin kez o'nun silueti önünde eğilmesi gibi!

bir insana tapmak!

araya hiçbir kişiyi sokmadan! peygamber, rahip... yalın bir his dünyası ile, sadece ve sadece o ile siz arasındaki gizli bir din!
tanrı'sı ve kul'u iki kişiden ibaret dünyanın en kalabalık dini! bazen bu tanrı'nın ve kul'un yeri değişebilir! ve, kimin tanrı kimin kul olduğu o kadar da önemli değildir!

bir insana tapmak!

o'ndan korkmak belki! cehennemi yokluklarında yanmamak için! bazen de o'nunla ısınmak! cenneti güzelliklerini bir dokunuşunda, okşayışında, bakışında hissetmek!
tüm duyguların ve tüm kavramların bir insandaki karşılığını bulabilmek!

bir insana tapmak!

eski yunan inançlarında bahsedilen "tanrılar, birbirini çok seven iki ölümlüyü kıskanır. onun için birleşmelerine izin vermezler" sözünün tutarlığını bilmek!

mutsuz son'a üzülmemek!

bir insana tapmak!

tanrı'nın günah saymadığı, kalbimize koyduğusevgi ve aşk duygusunun en üst boyutu! bir adım ötesi; tanrı ile konuşmak!

bir adım ötesi; mecnun olmak!

hayatı sek içmek.

hiçbir meze olmaksızın. dostsuz, arkadaşsız ve sevgilisiz.

hayatı sek içmek!

çarpılma riskinin çok fazla olmasına karşın buna cesaret edebilmek! hayatı sek içecek kadar büyüdüğünü herkese ıspat edebilmek!

hayatı sek içmek!

hiçbir sevgi sözcüğünü, sıcacık gülüşü, içten bir sarılışı katık etmeksizin bir kadeh ömrünüze!

hayatı sek içmek!

alkolün sarhoş edemediği bünyelerin son çaresi! boğazından aşağı dökülen damlaları elin tersiyle silip inadına güneşe bakmaya çalışmak!

hayatı sek içmek!

sokaklarda bağıra bağıra dolaşmak! her an yolculuğa çıkacak bir insan gibi, zihinde fazla anı biriktirmemek!

hayatı sek içmek!

her şeyi denemek! sigara içmek! aşık olmak! sonra hepsini bırakıp gidebilmek! bağımlılıklardan vazgeçilebildiği tüm insanlığa anlatabilmek!

hayatı sek içmek!

sağlam bir mide ile! kusmadan! başın dönmeden! içindeki tüm pislikleri çöp tenekesine boşaltıp, tekrar tekrar denemek!

hayatı sek içmek!

"bir isteğiniz var mı?" diye, soran barmenlerden tek bir ricada bulunmak:

"bir kadeh hayat getir. lütfen sek olsun."

seni anlıyorum!

bilinen en eski ve en soyluyalandır! soytarılık da diğer tüm kavramlara fark atar! çünkü; kimse, kimseyi anlayamaz!
belki tanıdıktır insanların acıları! hatta gözyaşlarının tadı aynıdır! fakat hiç kimse, hiç kimseyi tam anlamıyla anlayamaz!
güç yetmez buna!
tanrının insanlara bahşettiği beynin kullanım limiti bu eylemin gerçekleşmesi için olanaksızdır!

otobüs durağında bekleyen kişinin içinden geçenleri siz bilemezsiniz! o'nun da sizin içinizden geçenleri bilemeyeceği gibi! ya da parkta oturan yaşlı, tonton bir amcanın her gece üvey kızına tecavüz eden bir ruh hastası olduğunu bilemezsiniz! bilemeyiz! çünkü; bilinen en sağlam zırh insan derisidir! kokusunu salmaz dışarı! belli etmez içindeki kokuşmuşlukları!

seni anlıyorum!

ne büyük bir palavra! hıçkırıklarınız boğazınızda düğümlendiğinde belki de duyulması gereken tek yalan! söyleyen ruhsuzların burunları uzamaz ama! size sarıldığında, kollarının yettiği kadar anlayacağını görürsünüz! çünkü; insan denen düşünen hayvan, kelimelerinin yettiği kadar alçak gönüllü! kollarının yettiği kadar anlayışlı! gözlerinin açıklığı kadar uyanık! hayalleri kadar insandır!

seni anlıyorum!

duyduğunuz an kusmamız gereken bir cümle! parmağımızı boğazımıza sokup tüm pislikleri lağıma göndermek için!
kalpteki pislikleri kusmak için de bu cümlenin duyulması gerekmektedir! insanların yüzlerinin anlamsızlığı işte bu cümleden sonra tasdik edilir!
kıpkızıl bileklerini gözünüze sokup de ağzını açmadan hayat kelimesinden ne anladığını size anlatan, ölmeyi başaramayan insana söylemeyin bu cümleyi! sakın ha! kravatla kendini asıp da öbür tarafa gidemeyen, boğazı mosmor olmuş, emekliliğine 6 ay kalmış devlet memuruna da söylemeyin bu cümleyi!

tanrı'ya küfretmesine neden olursunuz her birinin! evreni yerle bir etmelerine neden olursunuz!
bir de 7. kattan aşağı atlayıp da sadece sol bacağını kırmayı başarıp tanrı^'yla yüz yüze görüşme randevusunu erken bir tarihe almayı başaramayan bana söylemeyin bu cümleyi!
kusarım yüzünüze! kusarım kafanızdan aşağı! şimdi, tekerlekli sandalyede oturuyor olmam farketmez! siz ayakta olsanız bile, ben bu cümleden sonra kafanızdan aşağı kusacak kadar pislik biriktirebilirim içimde! midemde ve kalbimde!

"seni anlıyorum!"

fahişelikten daha eski bir meslek!

her ne kadar "ben hepinizi anlıyorum" diye bağırsam da sakın siz kimseye söylemeyin!

hele ki bana?

asla!