31 Aralık 2009 Perşembe

askeriye

havva'sı olmayan adem'lerin cenneti burası.. tanrı, günde üç kez, yemeklerden önce anımsanan bir varlık olmuş. ruh ise, varlığı ya da yokluğu ıspat edilsin diye, bedene çile çektirilip, ortaya çıkarılan, kendisi ortaya çıkarılırken sağlığı yitirilen bir kavram hüviyetine bürünmüş..

bu cennette uyku yok. zira herkes rüya görebiliyor ayıkken. zaman, çıplak elle boğazı sıkılıp, alttan koklatılmayan bir düş..
bu cennette renk yok.. yeşil hariç. o ise renkliğini çoktan unutup küfürlerin arka fonu olmuş.

bu cennette aile yok. sevgili, eş, dost... tek bir ranzaya sıkıştırılmış heposi.. bu cennet, varlıklar içerisinde yokluk lunaparkı. ya da yokluklar içinde varlık..

farketmiyor!!!

bu cenneti tanrı çok önceden terketmiş. ve herkesin tek bir ismi var; "asker!"

bu cennette önemli olan tek şey nicelik. nitelikler manasız. sözlüklerdeki her kelimenin karşısı bomboş burada.

bu cennet, akıl yitirme merkezi. çıldırma üssü. delirme kampı..

bu cennet, ibadet etmenin yasak olduğu, şehit adaylarının araf'ı..

bir babanın kalbinde sızı olmak

bir varmış, bir yokmuş. babasından ilk güzel cümlesini 30 yaşında duyan bir çocuk varmış. o cümle de acı sosluymuş. biraz hüzüne bandırılmış.
masal değilmiş bu. gerçekten daha gerçek bir ütopyaymış..

çocukluk oyunlarını bir kışlanın soğuk ve renksiz koridorlarında yaşayan bir çocukmuş bu. bakmayın siz her sabah tıraş olduğuna, daha bıyıkları bir kaç yıl önce terlemiş.. bakmayın siz boyundan büyük kamuflaj giydiğine, çocukmuş. çocuk işte.. bedeni küçükmüş..

yaşadığı sürece, hep boyundan büyük laflar etmiş, hep boyundan büyük işlerin altına girmiş. hayat gibi..

bir öğleden sonra, uyanmış.. güneş, sırtını doğuya dönüp, bakışlarını batıya odaklarken, uyanmış ve gerçeğiyle yüzleşmiş. bir küfürden ibaret saydığı babasıyla..
dolu boğazı, solgun yüzü, boş midesiyle.. çökmüş bir telefon kulübesinin dibine. havadan konuşmuş, sudan..
"baba" demiş, telefonun diğer ucundaki geç kalınmışlıklar şahına. "hava çok güzel."
susmuş yaşlı dev. otuz yaşındaki çocuk eklemiş; "lütfen bir yudum su.."

yine ses çıkmamış karşı taraftan.. aralarındaki bu suskunluk, bu nedensiz nefret, bu manasız sevgisizlik yormuş otuz yaşındaki çocuğu..
"baba" demiş son kez. "beni hiç rüyanda gördün mü?" yutkunmuş yaşlı dev. sessizlikte duyulmuş yutkunma sesi. "hiç görmedim" demiş önce. sonra eklemiş; "fakat, sen asker olduğun gece kalbim acıdı. bir sızıyla uyandım uykudan.."

düğümlenmiş boğazı otuz yaşındaki çocuğun. ayağındaki postallara bakmış. bakışları oradan boşluğa gitmiş. babasının kalbinde bir sızı olmak ağır gelmiş ruhuna. aşağı kaymış. sırtını yasladığı duvar eğilmiş. yapışmış toprağa..

bir anda çıkmış bu masaldan. küt diye.. sonunu beklemeden. koşar adım, 107 askerin yanına koşmuş. komutanlar, marşlar eşliğinde uygun adım yürütürken, en çok o bağırmış. babasının o cümlesini duymamak için. daha sert basmış yerküreye, dünyanın dengesini bozmak için..

gökten üç elma düşmüş o günün sonunda.. birisini akşam yemeğinde yemiş. diğerini uyumazdan önce. sonuncusunu ise parkasının yan cebine koymuş. ve o elmaya dokunarak dolaşmış, her şeyin yasak olduğu bu masal diyarında..

8 Aralık 2009 Salı

zaman

kucağına bıraktığım tüm körpe hayallerimi kendi lağımlarına atan yasak bir aşkın annesiydi zaman.. geçip gitti. ne geçmişinden hatırlayıp da mutlu olabileceğim bir anı kaldı zihnimde ne de geleceğine yıldız gözlerimle bakıp da huzurlu olabileceğim bir dilimi..

şimdi mi?

şimdi diye bir şey yok.. hiç olmadı. ve olmayacak da.. yetişemiyorum zira şimdiye. yetişip de sırtına binemiyorum. ensesinden yakaladığım gibi altıma basamıyorum.. vahşi bir atın yanına yaklaşır gibi, yanına yaklaşıp, sakinleşmesini bekleyemiyorum.. eğersiz bir at zaman.. sonsuzluk çayırlarında son sürat koşan. yetmiyor dalağım. ve ben patlıyorum ardısıra koşmaktan.. bir mağaranın kovuğunda saklanmak istediğimde ay doğmuyor. güneşin doğmasına ise en aşağı 12 saat var..

zaman alıp götürüyor. her şeyi.. en çok da geleceği. geçmiş, yasak aşkın meyvesi bir piç gibi hayatımın en karanlık köşesinde. öylece duruyor..
oysa tanrı'nın diğer adı aşktı hani. ben o geçmişi bir aşka gitmek için oluşturdum. serdim yollara. kırmızı bir halı değildi belki. fakat bileklerimdeki kanla aynı renkti zaman.. gözlerimdeki kanla.. ben zamanla yaşıttım. benden başladı.. isa yoktu.. hicret yoktu.. ben kendimi germiştim hayali bir haça.. ben hicret etmiştim sonsuzluğa..
benden öncesi ve benden sonrası vardı.. fakat ben yoktum...

tarih bölümünü bitirdiğim gece zil-zurna sarhoş olup da kafamı gökyüzüne dikip, bağırdım; "tarih benim, yaşlanıyorum!.."

zaman bendim. akıp gidiyordum.. arada bir tıkansam da. aslında arada bir de değil. hep tıkansam da zaman bendim. tersten okunuşum hiçbir şeyi çağrıştırmıyordu..
komplo manyağı zeki adamlar umrumda değildi. ilgi manyağı kadınların yüzlerine bakmayıp da protesto ediyordum kendilerini. ibadet etmeyip de tanrı'yı protesto ettiğim gibi..
ben buydum işte. avuçlarımı açıp da içerisine düşecek üç-beş bozukluk için kimin rızası uğruna insanlardan para dileneceğini bilemeyen bir adam..

ben buydum işte. insanların, her şeyi zamanın sırtına bindirdikleri bir zaman diliminde her şeyi zamanın boğazından söküp çıkaran, kollarını sonuna kadar zamanın ağzına sokan bir deli..

ayetlerim vardı peygamberleriğimin ilk yıllarında. kimse inanmayacınca çiğnedim her birini. yuttum.. mucize istedi benden herkes. ben de tanrı'ma baktım.. o geç kaldı. ya da görmedi.. ben, mucizesi olmayan bir peygfamber gibi dönüp geri geldim..

zamanın koynuna girdim ayaklarım üzerinde usulca yürüye yürüye. yorganın ucunu kaldırıp, elbiselerimi çıkarmadan sokuldum yanına. eşini aldatıp da gece eve sarhoş dönen bir leştim ben..
rahatsız edemezdim hiçbir şeyi. en çok da zamanı.. ben zamanın kendisiydim. dev kadranlı bir duvar saatiydim. geleceğe düşüyordumn hep. bedenim ve zihnim geçmiş çamuruna bulanmışken. ben, şimdideki varlığımla geleceğe düşüyordum. tepe-taklak. yüzüstü..

7 Aralık 2009 Pazartesi

intiharsız bir hayat yaşayıp eceliyle ölmek

dün aklıma geldi.. intihar değil. bu düşünce..

intiharı düşünmeyip de koca bir ömür geçirip eceliyle ölmek.. bir anda, kendimi tanrısal bir yükseklikle gördüğümde herkes aşağıdaydı. ben ise yüksekteydim. ellerim ceplerimdeydi. yeni duş almıştım. sevdiğim kadının evine gidiyordum. ve ben o'nun olmadığı her yerde yalnızdım.. yalnızken de yalnızlığımı dindirmenin en kolay yolunu ölüm olarak belliyordum..
dün işte, gidiyordum sevdiğim kadının evine. sol elimde sigara vardı. oysa kendisini bırakalı tamı tamına 4 yıl olmuştu. derin bir nefes çektim. başım döndü.. insanlara baktım. sonra kendime.. kafamı hafifçe sağa çevvirip, karşımdaki dükkanın ön camındaki bana..

üzerime geçirdiğim simsiyah bir hayat vardı.. sakallarım kısaydı.. ellerim küçük, saçlarım uzun, ayaklarımda botlarım, üzerimde deri ceketim...
öylece baktım kendime. o an ne tanrısal olan bir şey geldi aklıma ne de insani hırs ve bencillikler.. karşımdaki dükkanın camında kendimi gördüm. bir anda o dükkana doğru son sürat koşup da kendi varlığıma toslamak istedim..
gerçekleştirseydim bunu, anlar mıydı insanlar? ben anlayabilir miydim kendimi? beş dakika sonra yanında olacağımı bekleyen kadınım, boktan bir hastanenin acil servisinde beni bulsaydı, anlar mıydı neden cama geçirdiğimi bedenimi? kendi görüntüsüne düşman bir siyam balığıydım dün gece..

öylece baktım kendime. ve sordum, "acaba hayatımın sonuna kadar intihar etmeden yaşayabilecek miyim? kendimi öldürmeden? canıma kıymadan? kendime mükemmel bir suikast planı düzenlemeden? kendi hayatıma bir karış uzaklıktan molotof kokteyli atmadan?"

"bilmiyorum" dedim sessizce. o ara bana saat sormuş olan yaşlı bir kadın, küfredip gitti..

sorgulanmayan bir hayat yaşanılmayı hak etmez diyormuş, orta çağdan fırlayıp gelmiş filozoflar, düşünürler.. peki ya sorgulanıp da var oluşuna bir sebep bulamayan hayat? hayatlar?
var oluşunu geçtim, yok oluşuna bir neden bulamayan hayat? hayatlar?

5 Aralık 2009 Cumartesi

kendini öldüremeyecek kadar yorgun olmak

sol elimi atıyorum bazen boşluğa.. hayali bir namlu tutuşturuyorum.. ve sessizce "sık" diyorum. "şakağına."
işaret parmağım basmıyor.. basamıyor. korkaklık ya da cesaretsizlik değil bu.. bu sadece yorgunluk. hem de öyle bir yorgunluk ki, öyle bir mahçupluk ki, koskoca delikanlı olup da altına işediği için kendinden iğrenen bir delikanlının mahçupluğu ve yorgunluğu..

bir anlık cesaretle "lütfen üzerimi hayatla ört" diyorum, odamda varolduğunu varsaydığım her hangi birisine. ne üzerimi örten var ne de sesimi duyan..
yorgun hareketlerle kendim örtüyorum üzerimi.. sırtıma bir hayat geçiriyorum.. kolları uzun, omuzları geniş bir mont gibi büyük geliyor. etek kısmı ise yerlerde sürünüyor..

çıkarıyorum bedenimden. titremeler sarıyor ruhumu.. sıtmalar.. üşüyorum.. bu üşüme esnasında, ben sonsuz bir tekrarı yaşıyorum.. bu sonsuz tekrarın hayal kırıklığında, "öldüğüm zaman cehenneme gitmeyeceğim" diyorum, üzerim hayatla örtülüyken. zira benim cehennemim bu işte. benim cehennemim varoluşum..

uyku oluyor mezarım. gömülüyorum diri diri.. zira kendimi öldürecek güç yok bedenimde. ruhum ise çoktan sözleşmiş tanrı'yla.. tek taraflı bir iptalin her an gerçekleşebileceği, ve ruhumun asla itiraz edemeyeceği bir sözleşme bu..
rahmindeki ölü bebeğiyle yaşayan bir anneyim ben.. kıvrandıkça, yandan yana döndükçe, yaşayayım, seveyim, sevileyim, aşık olayım dedikçe içerisindeki ölü bebeğin kendisine acı verdiği bir anne.. canımdan can verdiğim, kanımdan kan, ruhumdan ruh, batıyor kalbime..

önce bir sancı. sonra bulantı..

gırtlağıma kadar kusmuklarla doluyum.. ağzımı açsam kusarım sadece. gözlerimi açsam, ışık deler zihnimi..

benimkisi ibret.. ben ibretliğim.. olmayan bir şeyi oldurmaya çalışmanın cezası bu işte.. varolmayan bir şeyi varetmeye çalışmanın cezası bu işte..
ölmeye bile gücü olmamak..

şimdi bekliyorum sadece.. bir doğal afeti.. bir suikastı.. bir savaşı.. ölmek için.. birisi beni öldürsün diye. saçlarım ağarmadan bu taraftan siktirip gitmek için.. ruhum iyice delik deşik olmasın diye..

çift kişilik yalnızlık

benim yalnızlığım.. acemi bir şizofrenin cümleleri değil bunlar.. gayet usta bir delinin saçmalamaları.. koştuğum hayatlar, kenarından iliştiğim bedenler, rüyalar... her biri ama her biri de ben gibi yalnızdı.. yalnızlığımı dindirmek için gömüldüğüm hiçbir kadının bedeni yeni bir yalnızlığı kabul edecek kadar hasarsız değildi.. yalnızlığımı dindirmek istediğim hiçbir kadının ruhu, teni kadar pürüzsüz değildi..

ben kaldım öylece.. yalnızlığımı dindirmek isterken yeni bir yalnızlık daha devraldım birilerinden.. aynı odanın içerisindeki çift kişilik yalnızlıkların manasını bana sorun siz.. aynı yatakta yan yana uyurken, karşı duvardaki saatin saniye çubuğunun çıkardığı sesin tek yaşam kanıtı olduğu yalnızlıkları bana sorun..
cevap veririm. hem de hiç bıkmadan. yorulmadan. son nefesime kadar. nereye kadar? ölene kadar. ölüp de ölümü öldürene kadar..

bana sorun siz, bir aşktan daha önemli olan sınavların, bir aşktan daha önemli olan vatani görevlerin nelere bedel olduğunu. bana sorun bir yalnızlığın bazen kaç kişilik olabileceğini..
bana sorun siz..
geçirin soru işaretlerinin ilmeçlerini boğazıma. çekin kendinize doğru. oyalanın benimle. oynayın. isterseniz oynaşın...

istediğiniz an ise gönderin.. ruhum bumerang oldu artık. korkmayın. dönerim elbet bir gün size.. kim sever ki sizden başka beni.. kim sarar ki..
annem mi? babam mı? ablam mı? sanmıyorum.. ağladığım için ağlıyorum ben artık.. neden ağladım diye ağlıyorum.. yorgunluk hakim ruhuma. bitkinlik savcı.. ümitsizlik mübaşir.. içerimde sonsuza kadar devam edecek bir dava sürüyor. kırsın artık birisi kalemi. kırıp da saplasın kalbime. saplayıp da son versin tüm yalnızlıklara.. yalnızlığıma..

intihar(ım)

intiharımı üstlenecek kimse yok,
ölümüm doğal yollardan olacak.

ne acı..

oysa, "saçlarım ağarmadan öleceğim ben" dedim daha geçen gün,
çok sevdiğim bir kadına..
şimdi bitti ümidim.
bir yatalak gibi bekleyeceğim son güne kadar,
ölümü..

iç organalrım eriyecek.
kalbim yetmeyecek.
ciğerlerim çürüyecek.
bağırsaklarım kuruyacak...

oysa, daha geçen gün, "saçlarım ağarmadan öleceğim ben" dedim,
çok sevdiğim bir kadına.

dökülecek saçlarım..
hastane odalarından toplayacak annem beni.
sevdiğimin ıhlamur kokan yatağında can vermeyi isterken,
bir hastanenin acil servisinde de değil,
özel yatakhanesinde öleceğim..

lanet olsun bana.
lanet olsun..

yüzüme yapışıp kalan bu mutsuzluğa lanet olsun.
ellerimin fersizliğine neden olan ümitsizliğime lanet olsun..

bittim ben.
başlamadan.

lanet olsun bana.
lanet..

gitme(k)

eskiden gitmelerim vardı,
ardında sadece geçmişimin kaldığı gitmeler.

tükettim onu da.
bitirdim.
kendim gibi..
kalmalar kaldı bana.
inmelerin içime indiği gibi.

eskiden gitmelerim vardı,
peşimsıra kendimi sürüklediğim.
bitirdim.

şimdi zoraki kalışlar var.
aynı odanın içerisindeki,
çift kişilik yalnızlıklar..

ben zaten yalnızım.
benim yalnızlığım bana yük.
yalnızlığımın ağırlığı dizlerimi bükerken,
yeni bir yalnızlığa ne hacet..

eskiden gitmelerim vardı benim.
gitmek istemediğim gitmeler.
sonunda hep gittiğim.
gitmeye itildiğim..

eskiden gitmelerim vardı benim.
ağır-aksak adımlarla yollara düştüğüm,
kendimi bir kaldırım taşında bıraktığım gitmeler.

bitti artık.
tükendi..

şimdi ne gidilecek bir yer kaldı,
ne beden,
ne de varoluş..

kendimi kendimde yok etmişken,
nereye giderim ben?
şaşırdım kaldım..

hayal kırıklığım ölçüsüz.
mutsuzluğum tartısız.
hissizliğim tanımsız..

kaldım ben.
tembel bir öğrenci gibi hayat denen sınavdan..
var mıdır bir tekrar, bilinmez.
kaldım ben..

oysa;

eskiden gitmelerim vardı benim..

4 Aralık 2009 Cuma

bir insanı sevebilmek

modern zamanlarda en zor olan duygu, eylem, olgu... adı her neyse artık. hele bir insanı sevmek için yaklaşın yanına. ya da yaklaşmayın. uzaktan izleyin kendisini. eylemlerini, duygu gel-gitlerini görün. bir insanı sevebilmek için nasıl bir insan olmanız gerektiğine karar verin.
ön yargılarınızı, hamasi din ve dünya algılayışlarınızı çöpe atıp da soyutluğun üryanlığı ile bir insanı sevmeye kalkışın. kalkışın ve görün. bir insanı sevmeyi istemenin nelere bedel olabildiğini. bir insanı sevmeye çalışmamın insanlardan nefret etmenize yeterli olduğunu kendinize ıspat edin.

çünkü, bazen sevgi bencilliktir. sevgi egoisttir. sevgi yıkar. sevgi yakar! o güzel hikayelerde anlatıldığı gibi aşk yüzünden mecnun ilahi aşkı bulmamıştır. aşk yüzünden ferhat dağları delmemiştir belki de.
peki ya mecnun sadece ve sadece leyla'ya ulaşmak isterken yolunu kaybedip de açlık ve susuzluktan dolayı dellendiyse. dellenip de tanıyamadıysa leyla'yı?
peki ya ferhat boktan bir hazine avcısı idiyse? kim bilebilir görünmeyenlerin ardındaki çıplaklıkları? kim bunun böyle olmadığını ıspat edebilir?
ve kim bir insanı her şeyden daha üstün tutup da her şeyden daha çok sevebilir?

kim?

bizler mi? bizler yalancıyız. sevdiğimizi iddia ettiğimiz insanların cesetlerinin üzerine basarak işe gidiyoruz her sabah. toprak, sevdiklerimizin cesetleriyle dolu. sevdiklerimizin cesetlerini çiğneyerek sevmediğimizi iddia ettiğimiz boktan okullara gidiyoruz. bizler yalancıyız! bizler alçağız. zalimler çağında yaşayan alçağız bizler.
ilk ego incinmesinde tırnaklarımızı bileyip de sevdiğimizi iddia ettiğimiz kişinin yüzüne geçirmek için fırsat kollayan budalalarız.

sevmek güçtür çünkü. sevmek asalet gerektirir. bizler asil değiliz artık. asaletten mahrumuz. bir insanı sevebilmek için gerekli olan hiçbir duygu yok bizde.
ön yargılarımız cebimizde. dinsel ve etniksel ayrılıklarımız dilimizin ucunda. yine de sevebileceğimizi iddia ediyoruz. yine de insan olduğumuzdan bahsediyoruz. kavram kargaşasındayken evren bizler hayatı talan yeri olarak göremiyoruz.
oysa hayat talan yeri. sevgi, saygı, onur, erdem... tüm kutsal kavramlar kaçıranın elinde kalıyor. bizlerse sadece izliyoruz. renkli camın ardındaki saçmalıklar gerçek geliyor bize. hayatlarımız ekranlara hapsolmuş. hd teknolojisi ile pürüzsüz ve yalansız aşklar izleyip hd teknoloji standartlarında hayatlar yaşıyoruz.

ruhumuzun çözünürlüğü berbat ama. aynalarla yüzleşmekten korkan koca bir nesil var ekranda. asansörde gördüğü insana "merhaba" demekten çekinen bir sürü hakim evrene. selam verip de borçlu çıkmak istemeyen asalaklar hakim evrene. oysa bizler iflasın piçleriyiz.
tanrı'nın tek hayal kırıklığı olan sürü hakim evrene. yine de kendinden nefret eden bu sürü sevebileceğini iddia ediyor. ve insan olduğunu.

3 Aralık 2009 Perşembe

sen daha iyilerine layıksın

bu cümleyi ilk duyduğum zaman kendimle gurur duymuştum. orta okuldayken sınıfın en güzel gülümseyen kızına aşık olmuştum. kendisine şiirler yazardım. bu aşk 3 yıl sürdü. şiirlerin hiçbirini ona veremedim.
bir kere de mektup yazdım. piç hasan buldu o mektubu. ve tüm sınıfın ortasında kahkahlar ata ata okudu. o mektupta kullandığım bir cümle vardı ki gerçekten gerçekti. ne miydi o cümle? işte şuydu;

"sen benim yaşayamadığım çocukluğumsun."

evet. buydu. gerçekti. ben, 15 yaşımın vermiş olabileceği tüm gerekli ve gereksiz hayat kırıklıkları ile o perinin gözlerinde aramıştım soyulan dizlerimin acısına üflenecek nefesleri. saçlarında aramıştım apansızca elimden kaçıp giden uçurtmaların iplerini. dişlerinde aramıştım, yazlıktayken dalış yapıp da çıkaramadığım incileri. ellerinde geri kazanacaktım öldürdüğüm serçe yavrularını...

anlamamıştı piç hasan. anlamamıştı o peri. bir sonbaharda babasının tayini başka bir ile çıktı. o da çekip gitti. bana kalan, sarı taksinin arka camına yapışmış küçük bir burunun silueti. bana kalan, piç hasanın kırılmayı bekleyen burnu.

geçti yıllar. gelmeden geçti ama. ben, bir şekilde hep iyi olmaya çalıştım. fakat, normal bir kadının ya da ortalama bir kadının iyiliğinden daha üst bir seviyeyeye taşımadan iyiliğimi.
her hangi bir kadına bu cümleyi kullandırmamak için;

"sen daha iyilerine layıksın."

hep kendimi dizginlercesine. hep kendimi durdururcasına. kendimi gemleyip kendimi geri çekercesine.

olmadı.

ezbere yaşanan hayatlarda insanlar ezberden konuştukları için, layık olduğum iyiler bir düştü: ben bir düştüm. uyurken görülen cinsten değil. ayıkken yaşanandan.
öyle bir düştüm ki yerlerden kaldıran olmadı. bir sabah kahvaltı yaparken açtım televizyonu. ince dudaklı spiker bir trafik kazası haberi okuyordu. yerde üç ceset vardı. cesetlerin yüzleri gazetelerle kaplıydı. bir anda rüzgar esti. genç bir kadının yüzündeki gazete uçtu. ben gördüm her şeyi.

gördüm de görmemezlikten geldim. annem vardı karşımda. babamsa sol çarprazımda. yüzü açılan genç kadının üst dudağının çarprazındaki beni unutacak kadar büyümemiştim daha. son lokmayı yutamadım. lavaboya koştum. kustum kustum kustum.
kafamı dikip de aynadaki bana baktım. sol gözümden bir damla yaş süzülürken annem mutfaktan bağırıyordu;

"oğlum bir şey mi oldu? neyin var?"

babamsa mırıldanıyordu.

ben ağlıyordum. yüzümün şeklini bozmadan. daha iyilerine layık olmamaya yemin ederek. daha iyi olmayacağıma dair üçten dokuza, geceden şafağa, siyahtan beyaza, doğudan batıya, sarıdan kırmızıya şart ederek.

ben, varolduğum sürece bir daha asla ve asla kendisinden daha iyilere layık olmayacaktım her hangi bir dişinin.

bu yüzden koştum hep. taklit ettim. yaşadım.

kendileriyle korunmasız sevişmek istediğim tüm fahişelerin o boktan sorularına boktan bir cevap verdim,

"ölümcül bir hastalığın var mı?
"yaşamak!"

anlayan oldu mu beni bilmiyorum. dinleyen olmadığını iyi biliyorum ama.

üniversitelere girdim. fakültelerin duvarlarına işedim. profesörler tüm bilgi kırıntılarını geniş anfilere kusarken ben o sabah ki o haber karesine takılıp kaldım.
evimin anahtarı ile resimler çizdim odun sıralara. üçlü, beşli, yedili iğnelerle tablolar çizdim bedenlere.

yaratılmış ve yaratılacak her şeyi hatalı buldum. tanrı'yı hatalı buldum!

sırf bu yüzden kaybettim kendisini. bilerek düşürdüm bir gece yarısı karanlık bir sokakta. modern zamanlarda tanrı cüzdanlalara hapsedilmişti. ben de bir dilencinin önündeki mendile fırlattım yüzüstü.

iyilik bir rüyaydı. ben göremedim.

gördüklerimi de bir rüyaya yoramadım.

zira benimkisi olsa olsa bir halüsinasyondu!

bir kadına bir aşk geç kalmak

acı olandır.

bir kadının hayatının yanına park ettim hayatımı. dedi ki bana; "biraz öteye alır mısınız beyefendi hayatınızı? çizmesin benimkini."

korktum. bindim hayatıma. gaza basıp, anahtarı çevirdim. dikiz aynasından geriye baktım. bir anda kayboldu geri. bir anda kayboldu geçmiş. ben, gidecek yer bulamadım.
tekrar ileri sürdüm. sevgi arsızı koca bir adam olarak. indim hayat denen arabadan. sokuldum az önceki kadının yanına. "hanımefendi" dedim yutkunarak. "park yeri kalmamış başka. lütfen park etmeme izin verin. size söz veriyorum, en küçük hasarda ben öderim faturaları."

inanmadı. hatta güldü. aşağılayıcı bir şekilde. kahkahaları beynimi zonklatmaya başladığında "yalvarırım susun" dedim. "lütfen. canımı yakıyor gülüşünüz."
bir anda hiddetle çenemi yakalayıp, "biliyor musun?" dedi. "senden önceki orospu çocuğu da gülmemden rahatsız olurdu."
tuttum nefesimi. bir anlık cesaretle, "beni yanlış anladınız" dedim. "ben sadece..." gerisi gelmedi cümlemin. ne söyleyeceğimi unuttum. kendisi de çekip gitti.
kalabalıklar içerisinde kayboluşunu izledim. rüzgarda uçuşan saçlarını. olduğum yere çöktüm. dilimde, manası olmayan kelimeler, cümleler, zihnimde ise hiçbir şeye yorulamayacak rüyalar, ütopyalarla.

salına salına gitti. ben ise geç kalan bir adam olarak öylece kaldım orada. hayatımı yanına park edeceğim tek bir hayat bulamamanın acısıyla. vazgeçmişliği. ve kahroluşuyla.

"tüm bu kadınları" dedim, ana caddede yürürken. "kim üzmüş zamanında? kim incitmiş? kim bir enkaza çevirmiş? başka erkekler mi? yoksa kendi hırs ve bencillikleri mi?"

sorularım cevapsız kaldı. ben cevapsız kaldım, koştuğum, kendilerine ulaşmak için ciğerimi patlattığım tüm aşklara, bir aşk geç kalmış olarak.

aşk acısı

bir basur ağrısı etmez.
bir karın ağrısı etmez.
bir baş ağrısı.
bir diş ağrısı.
bir boğaz ağrısı.
bir kulak ağrısı..

hiçbiri etmez aşk acısı.

çünkü, ağrı değildir bu.

bu; acıdır.

katıksız.

saf bir acı..

bir bedene ve ruha çivilenmek

şöyle uzanmadan, ölçülmeden, gözleri yumup da, hiçbir şeyi düşünmeden, hiçbir şeyden korkmadan, onurlu ve erdemli bir şekilde durup da çivilenmek.

kimdedir bu cesaret? onur ve erdem sadece iki erkek ismi midir? insanlık ne zaman çivilenmekten vazgeçti? isa'dan iki bin küsür yıl sonra kim göze alabilir bunu? kim çıkabilir meydana? kollarını iki yana açıp da gitmemek için tek bir "gitme" kelimesini bekleyebilir.

ben hep gittim. kovuldum. giderken de, kovulurken hep gözüm arkada kaldı. hep bir kelime bekledim. hep bir cümle; "gitme!"

eğer ki bir kere duysaydım o kelimeyi, o cümleyi bir kere duysaydım, geri dönüp de elinden tutardım o kişinin. dünyayı durdururdum. en yakın nalbura gidip de en büyük çivilerden isterdim. ve kendimi bir bedene, bir ruha çivilerdim. birileri sadistlik derdi buna. birileri delilik. ben ise bu duruma "ait olmak" derdim.

sonsuzlukta uçuşan ruhum sabit bir destek bulurdu. bu sabit destek bazen bir insan olurdu. bazen bir duygu. bazen de tanrı.

sırf bu yüzden de aşık olduğum kadına "sana tapıyorum" derdim. sırf tüm kutsallıkların yerini tek bir kutsallık alsın diye. çünkü, evrenin kutsallık fazlası var!
kutsallıklardan arınan beynime ve kendime cila atardım. sabitlerdim. koşardım caddelerde. koştum hatta. kendi içsel yolculuğumda rehberim olmadığı için kayboldum. elimi attığım her şey yok olurken ben varoldum.
üstüne koydum her şeyi. üst üste koydum. sırtlara basıp da en yükseğe çıkmak değildi arzum. ben, en aşağıya inmek için kazdım. dipten sonsuzluğa ulaşmak için.

tanrı'ya olan yolculuğumu tersten başlattım. varoluşum tersti çünkü. ben terstim. dünyaya gelirken ben, anne rahminde beni çevirmek için saatlerce çabalamış doktorlar. ben; terslikler prensiyim. sırf bu yüzden de insan olabileceğim, insanlığımı meşruşlaştıracağım dayanaklar aradım. olgular, kavramlar, olaylar, nesneler, insanlar...
herkes ve her şey kaf dağı'nın ardındaydı. ben, yalanlarla süslü şu varoluşta bir masal olamadım. bir bedene ve ruha çivilenemedim. uçtum, uçtum, uçtum...

sevmekten vazgeçmek

sevmekten vazgeçtiğim gün, aşktan vazgeçtiğim gün, bir mucizenin peşinden koşturmayı bırakıp, bir kadına tapmaktan vazgeçtiğim gün beni daha kutsal ve değerli şeylerin beklediğine dair bir gram inancım olsaydı, yemin ederim ki dünyaya geldiği noktadan başka bir noktaya hareket etmeyip, o noktada can veren tek insan olarak insanlık tarihine geçerdim.
ansiklopedileri açtığınızda, kendi bokları ve kusmukları arasında boğulmuş, saçı sakalı birbirine geçmiş, gözleri gözükmeyen, üzerinde tek bir elbise olmayan, bir deri bir kemik kalmış, insan olmayan bir ucube görürdünüz.

olmadı ama. vazgeçemedim. içerimdeki, göğüs kafesimde bağdaş kurup da oturmuş olan o diğer ben her seferinde şevkimi kırmaya, onurumu zedelemeye çalışsa da ben asla vazgeçmedim. vazgeçemedim.
hayatında aşkla diğer eylemleri ya da duyguları öncelik bakımından yer değiştiren budalalar gibi olamadım. kadınımın kasıklarına gömülüp de uyumayı sabahın köründe işe gitmekten daha efla göremedim.
sikik bir üniversite kampüsünde dirsek çürütmeyi, bir kadınla elele yürümekten üstün tutmamadım.

ne gittiğim okulu bitirebildim ilk denememde. ne de o okul beni bitirebildi. benimkisi, fantastik bilgisayar oyunlarındaki üç canı olan oyun karakterlerinin üç canının da aynı anda yarıyı geçmesiydi. öylece kaldım ben.

vazgeçmekten ötede, yaşama dair, umuda dair, aşka, sekse, şehvete ve şefkate dair tek bir emare görseydim, tek bir kıpırtı hissetseydim, avına pusu kuran bir jaguar gibi hepinizden önce ben atlardım vazgeçmek eyleminin tarafına.

olmadı.

göremedim.

ilkokulda statü farkı yaratan nesneler

okulun kendisi.

gittiğim kenar mahallesi okulu ile diğer bebelerin gittiği özel okullar arasında ne gibi farklar olduğunu düşünürdüm hep. onların sınıfları da acaba bizim sınıflar gibi miydi? peki ya oturduğu sıralar? kitaplarını koydukları tabureler?
hele ki saçları uzun erkek çocukların haline bakıp sonra da hep üç numarayla tıraş edilmiş kafama elimi atıp da öğrendiğim ilk küfürleri ana caddede yalnız yürürken savurmam.
çocuk işte. çocuğuz işte. ne kadar öfkeli olabiliriz ki? öyle sanılır değil mi? ben o zamanlar öfkemle yeni bir dünya savaşı başlatabilirdim oysa. bir kereliğine bağırsaydım ama. bağırabilseydim. komşu okulumuzu bassaydım döner bıçağıyla.

sonra elbiselerine bakardım. benim üzerimde tek tip bir önlük. yakalığı kaymış. onlarda ise ancak 25-30 yaşımda giyeibleceğim elbiseler. evet. yanlış duymadın. bildiğin elbise giyiyordu ilkokul bebesi. okuluna giderken.
ve kızları. onların okullarının kızları daha mı güzeldi? yoksa giydikleri elbiseler mi? saçlarını yıkadıkları şampuan mı? yanaklarına sürülmüş allıklar mı?

sonra okulumun kendisi. ön bahçede top oynatmayan bir orospu çocuğu müdür muavini. arka bahçede ise top oynamaya çalıştığımızda dizlerimin soyulmasına, avuç içlerimizin kanamasına neden olan çakıl taşları.
o bebelerin ise kendilerine özel, suni çimden yapılmış, etrafı çevrili, üstü fileli futbol sahaları. basketbol alanlarına ise hiçbir şey demiyorum. ben futbol oynarken abandığım her top aşağı kaçacak diye istediğim gibi yapıştıramazken sol ayağımı bu meşin yuvarlağın sırtına, elin bebesi pis burun deniyordu benden iki sokak ötede. ve golünü atıyordu. ben ondan daha iyi biliyordum ama falso vermesini. muz orta yapmasını. araya ölümcül paslar atıp, bacak arasından geçmesini, soldan atıp sağdan koşmasını..

hay amını sikeyim senin ben hayat. bir futbol maçısın. ama asla 0-0 başlamıyorsun. ve asla berabere bitmeyeceksin dinini-imanını siktiğim. biz hep bir gol atsak sen iki yedireceksin.

kötü bir insan olmayı başaramamak

kötü insna olmayı istemek ya da artık kötü bir insan olmaya karar vermek durumunun eyleme geçip de başarılamaması durumu. bir nevi doğuştan gelen başarısızlık genlerinin kişiliği ele geçirip, bakteri gibi tüm ruhu sarması. ve bitirmesi. bitiremese bile bitirmeye çabalaması.

kötü insan olmak için şartların ve zeminin el verişli olmaması. zira, hemen hemen her gün kötü olmak için temennilerde bulunan, "artık, böyle geldi ama böyle gitmeyecek" diyerek yemin eden insanlar gördüm. görüyorum. ve yaşadıkça da göreceğim. ama genelde kötü insan olunamaz.
kötü insan olmak yetenek ister çünkü. gerçek bir yetenekten bahsediyorum burada. gerçek bir oyunculuktan. ve perspektif zekadan. zira; patronuna karşı yalakalık yaparken iş arkadaşına karşı da çok sevecen bir rol kesmenin tek şartı mükemmel bir oyuncu olmaktır.

gösterişten iyilikler yaparken alttan alta birlerinin kuyusunu kazmak için, kişinin midesinin sesinin vicdanının sesinden daha yüksek bir desibelde olması gerekir.

marifettir kötü olmak. gerçekten marifettir ama. bir çok insani erdemlerden, özelliklerden ve kutsallıkalrdan sıyrılıp da kötüler için varolduğu iddia edilen cehennemi haketmek, o cehenneme layık olma çabasıdır.

ama dedim ya ilk başta. bazen başarılmaz bu. başarılamaz hatta. öylece yiyip bitirir kişiyi. kişi, karşısındaki orospuların ve ibnelerin günbegün mutlu olup, işlerinde yükselmelerini izleyerek kahreder kendini. özündeki iyi insan adayını. yok eder. eritir.

sosyoloji kitaplarına hapsedilmiş o modern ve gerçek kişiliğini eline almış kişi, iyi ve kötü arasında sıkışıp kalır. ezilir. orada can verir çoğu kez. orada yok olur. o dişliler arasında. iyi bir insan olmanın hiçbir getirisi olmadığını kabul edip, kötü bir insan olamayınca.

1 Aralık 2009 Salı

ben sana baktığımda...

ben sana baktığımda bir yetim çocuğun başını okşar genç bir kız. o çocuğun kısa saçlı kafasına göğsüne bastırır. o çocuk da mutlu olur.
ben sana baktığımda küçük bir çocuğa babası uçurtma verir.
ben sana baktığımda küçük bir kız çocuğu bebeğini uyutup da yatağına girer.
ben sana baktığımda tanrı gurur duyar kendisiyle.
ben sana baktığımda gerçek olur her şey.
ben sana baktığımda... ismine küçük harfle başlayamam hiçbir lisanda.
ben sana baktığımda kendimi görürüm.
ben sana baktığımda içerimde bir güvercin pike yapar.
ben sana baktığımda içerimden baldan tatlı ırmaklar akar.
ben sana baktığımda gözlerim güler.
ben sana baktığımda kokun ciğerimi dağlar.
ben sana baktığımda durduramaz beni hiçbir şey.
ben sana baktığımda onur duyarım insan olduğum için.
ben sana baktığımda seni görürüm..

hiçbir şeyi ve hiç kimseyi ölümüne sevememek

mecnun boşuna delirmiş, ferhat boşuna delmiş dağı-taşı, peki ya kerem, yusuf?... züleyha, leyla, aslı, şirin?... her biri hikaye miydi? her biri masal mıydı, küçük çocuklara yatmazdan önce anlatılan?

neden uyuttunuz lan beni! neden!

hepinizin amına koyim!..

hepinizin. benim bu hale gelmeme neden olan, sesimin ulaştığı her yerdeki herkes ve her şey. ömrüm bir çıkmazdaysa şimdi, ömrüm, siktiri boktan mecburiyetlerin kıskacındaysa eğer, bu sadece benim suçum değil, bunu ben tek başıma başarmadım.
ana caddede birisi anama-avradıma küfretse birazdan, başımı eğer giderim. alınmam üzerime. çıldırmıştır derim. vardır elbet bir bildiği. belki de annemle yasak aşk yaşıyorlardır derim. dönüp de bakmam geri ama..

artık hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevemeyecek kadar çıldırdım zira. genç bir kız damarıma bastığında, nasırımı ezdiğinde annem de dahil tüm kadınlara küfrediyorum küçük bir ergen gibi..

eskiler doğru söylüyormuş, insan yaşlandıkça çocuklaşır dedikleri bu olsa gerek. 20'li yaşlarımın son hanesindeyim. son 30 gün. 30 gün sonra ben de artık yaşlı olacağım. yaşanmışlığı olmayan bir bok çuvalı. yaşanmışlığı olmayan bir et yığını..

yüzümü paramparça etse ya içinizden birisi. ezse ya bedenimi. sakat bıraksa ya beni döve döve. dişlerimi dökse ya ağzıma. un-ufak etse ya ruhumu..

yok ama..

yoksunuz lan aslında hiçbiriniz! sikik işleriniz ve sikik hayallerinize sıkışıp kalmışsınız. ne sevgi sözcüklerini ne de küfürleri üzerinize alınacak haysiyetiniz kalmış.

neyse ki kurtuluyorsunuz benden. son 10 gün. gebertmezse düşman beni, ya da ben kendimi, aylar sonra yine tepenizde olacağım. kısa saçlı kafam, ve şimdikinden daha öfkeli bir yüreğimle. kafanızdan aşağı kusmak için..

bekleyin beni..