1 Kasım 2011 Salı

Bir insanın karşılık beklemeksizin iyilik yapması

olup olmayacağını hep düşündüğümüz eylem. bazen olmuş, bazense olmamıştır. olduğunda o an gerçekten mutlu olmuş, olmadığında ise insana ve bu düzene bir düzine küfür savurmuşuzdur. biliyorum. bir başkasından değil. kendimden. bu yüzden hep ama hep kendimizi temize çekme telaşına düşmüşüzdür. ne de olsa devir kene olma devri. yapışacaksın enseye, emdikçe emeceskin kanı. ta ki seni o enseden uzun tırnaklar söküp öldürene kadar.
bunu emrediyor çünkü sistem. bunu yapmazsan eğer "yok olursun" diyor. yalan mı söylüyor peki? tabi ki hayır. zira doğal seleksiyon hayatın her köşesinde. ve bu doğal seleksiyon doğaya dair, doğallığa dair ne varsa alıp götürüyor. geriye ise hiçbir şey kalmıyor. ne insan, ne doğa ne de doğallık.

doğallık ve doğanın-tabiatın insan karşısındaki acımasızlığı demişken genç bir kızın hırçınlığı hep canımı acıtmıştır. bir gün onun büyüyüp genç bir kadın olduğunda rimelleri akarak ağlayacağını hayal ettiğimden belki. belki de bir gün onun aşk acısı çekip gerçekten üzüleceğini varsaydığımdan.
genç bir çocuğun serkeşliği de canımı yakmıştır hep. bir gün onun da büyüyüp bir şekilde yok olmaya yüz tutacağını hissettiğimden yine. 
ancak her ikisini beraber düşündüğümde mutlu olmuşumdur. gerçek bir mutluluktan bahsediyorum. şöyle tam suratımın ortasında belirenlerden. hatta delirenlerden. niye delirenlerden dediğimi anlamıyor tabii bir çoğunuz. açıklayayım; "hayatın sırrını çözmüş gibi sadece deliler güler zira."

bir deli gibi hep gülümsemesem de sürekli bir koşuşturmaca ve talaşla geçiyor günlerim. gecelerim ise dingin ve sessiz. çoktandır sadece sessizliği dinliyorum geceleri. ne bir şarkı dinliyorum ne de bir film izliyorum. 
öylece mıh gibi duruyorum gecenin ortasında. hava soğuk olduğundan dolayı ise dışarı çıkıp gezemiyorum. oysa daha bir kaç hafta önce, yoğun geçen günlerin gecelerinde dışarı çıkıp bahariye'den moda'ya yürürdüm. oradan denizi izleyip dönüşte de içecek bir şeyler alıp home ofisime gelirdim.
fakat şimdi biraz daha durum zor. günlük alışverişimi yapmaya bile eriniyorum. bazı sabahlar kaşarlı menemen siparişi verdiğim büfedeki abiden rica ediyorum; "ustam, rica etsem çırağına söylesen, menemeni getirirken bi zahmet 2 paket kısa malbora layt alsın. ben menemenle birlikte hepsinin parasını veririm."

sağolsun usta çırağa söylüyor, sağolsun genç çocuk da getiriyor. hatta geçen gün "sigara fiyatları bir milyon düştü" dedim. "bu yüzden sana bir milyon eksik verecem." "yok abi" dedi. "valla düşmedi. ben dokuz milyona aldım." ben hemen gülümseyip, "anlamam" dedim. "gazetelerde düştü diye yazıyor." "sorun değil abi" dedi, çaresiz bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirerek.

kendisinden bu sabah da 2 paket sigara rica ettim yine. o ise her zamanki tombulluğuyla gelip menemenimi sundu. tam sigaraların ve menemenin ücretini verirken ekledim; "bu sefer bir milyon daha düşmüş sigara fiyatları." "yaaa" dedi kendisi. öyle bir "yaaaa"ydı ki bu, çocukluğuma götürdü beni.
ekmek almak için bakkala gönderildiğim o yıllara. ekmek parasını düşürüp de eve elim boş geldiğim, annemin kızgın kızgın baktığı, babamınsa sadece gülümseyip saçlarımı okşadığı yıllara.

"adın ne genç" dedim domates yanaklarına bakarak. "bulut" dedi. güldüm. "noldu ya" dedi. "bu benim kedimin adı lan" dedim. bu sefer kendisi de güldü. hemen içeriden kedimi getirip gösterdim. ve aralarına geçip yarı şaka yarı ciddi bir dilek diledim. hiçbir şeyin sorun olmayacağı bir dünyaydı dilediğim. 

domates yanaklı tombul bulutu çalıştığı menemenciye gönderirken bir milyon bahşiş verdim. kendisi bahşişi diğer cebine koyarken gülümseye gülümseye çıktı gitti apartmandan. bense askerdeyken müdavimi olduğum kaşarlı menemeni bir güzel hacıladım.

hayatın kahvaltı kısmını atlattıktan sonra genelde çıkmaza girer günüm. müşterim yoksa, o güne dair bir randevu almamamışsa her hangi bir insan, ben bir yatalak gibi yatakta dururum. fosur fosur sigara içip uyuklarım. hafta sonları hariç ama. hafta sonları banyomu yapıp dişlerimi fırçaladıktan sonra hemen salona geçer, salona geçmeden önce de interaktif bir spor sitesinden o güne dair canlı maç yayınlarının kanallarını ve saatlerini zihnime kazır, tüm hafta sonunu maç izlemekle geçiririm.
hatta bazen ipin ucunu o kadar çok kaçırırım ki, bir maç bittiğinde diğer maçın başka bir kanalda ya da aynı kanalda başlamasına 1 saat-45 dakika varsa, hemen playstation'ı açıp pes oynarım. dinmez yine de içimdeki spora ait sevda. telaş. ve hayranlık.

ama günüm geç biter çoğu zaman. güneş doğduğunda kafamı yastığa koyarım. aslında bunun nedeni çok basit; ilk görünen neden, kendime ait bir işimin olması. yani uyuma ve uyanma saatlerimi kendim ayarlamam. diğer neden ise, yani benim görüp diğer insanların görmediği neden ise erkenden uyanıp da o koca günü bitirememe telaşı. ve o koca günde binbir berbat haberle üzülmemek.
en son erken uyandığımda van depremi olmuştu mesela. sol frame'de erzurum başlığı vardı, tıkladım, bir arkadaş "az önce deprem olan şehir, iyi salladı. eğer deprem üstü başka bir ilse çok büyük yıkım olmuştur" minvalinde bir entry girmişti. o an üzüldüm. içim kıyıldı. ama buna anlam veremedim.

ta ki bu vahim olayın boyutu ortaya çıkıp, azra bebeği görene kadar. azra bebeği gördüğüm ilk anı hayatım boyunca unutamam sanırım. önceden de bu tarz çok acı haber görmeme karşı o anı asla unutacağımı sanmıyorum. hatta 17 ağustos 1999 depreminin anıları hala zihnimde dipdiriyken. ben 17 ağustos 1999 depreminde denizli'deydim. ve o zamanlar genç aklım yüzünden depremin vehametini anlamamıştım. bir de uzaktım. sadece gölcük'e değil. ölüme.
ama şimdi içindeydim her şeyin. yaşamın. ölümün. depremin.. ve istanbul'un. işin daha kötü tarafıysa tüm bunlar gerçekleşirken ben "olmaz" diyordum. "olmamalı. 10 yıl önce on binlerce vatandaşını bir doğal afete kurban veren başka insanlar, sırf inancı ve tanrı'yı bahane edip de bunu "7.4 yetmedi mi?" pankartları ile sorgulamamalı."

oluyordu. ve birilerinin bedeni göçük altında can çekişirken birilerinin vicdanı da modern şehirlerde can veriyordu. 99 depremine istinaden "7.4 yetmedi mi" pankartı taşıyanları linç etmeye çalışanlar, sırf şimdiki deprem doğuda ve kürtlerin yoğun yaşadığı bir ilde gerçekleştiği için "ilahi adalet" salyaları eşliğinde, bu afeti, içten içe kutluyordu.

azra bebek işte. ve onu gördüğüm ilk an; kucağımda bilgisayar, ekranda haberler ve enkazın arasından çıkarılan bir melek. o meleğin tam çıkarılma anında "allaaah allaaah" diye sevinen bir ses.
epeydir sökülmemişti ciğerim bu denli hızlı ve derinden. en son ağlamamı ise geçen kış, bahariye'de, babamla telefonda konuşurken yaşamıştım. işte azra bebeğin görüntüleri ekrandayken ciğerimde bir bıçak. ve o bıçağı tutan bedensiz bir el. çevir allah çevir. acıt allah acıt.

sonrasının çaresizliği ve bekleyişi. sadece sosyal paylaşım sitelerinden bir şeyler paylaşıp bir şekilde olayı hep canlı tutma, dikkatleri toplamaya çalışma acizliği.
ve burada, yani sözlükte kadıköy belediyesi başlığına yazılmış şu minvalde bir entry, "kadıköy belediyesi, van depremine yardım için şu an evlerinizden yardımlarınızı alıyor. arayarak adresinizi verip yardımlarınızı ulaştırabilirsiniz. şimdi yapacağınız yardımlar, sabah 10-11 gibi van'a doğru gönderilecek. öncelikli olarak ihtiyaç duyulan şeyler; gıda ve giyecek."

hemen belediyeyi arayıp adres verdim. sonra "n'apıyorum ben" dedim. "belediye bir bağrış kadar uzağımda. daha uzak mesafelerden çağıranlar olursa onlara gitsinler." sonra alabildiğim ne varsa büyük çöp poşetlerine koyup aşağı indirdim.
home ofisimin ait olduğu sokağın bahariye'ye çıkan köşesinde bir taksi bekler hep geceleri. tam bahariye'deki yapı kredi bankası'nın önündedir. gecenin bir yarısı siyah çöp poşetleriyle beni gören adam şaşırdı tabii. şaşırmasının en büyük nedeni ise çöp poşetlerinin yanında, kucağıma almış olduğum bir damacana su.

yokluk acıdır. en az ölüm kadar. benim tek derdim laptop'ımın touch pad'inin bozulmuş olmasıyken o an enkaz altında bir gram suya hasret yüreklerin olduğunu bilmek canımı yakıyordu. ve gerçek yokluk benim çektiğim değil, van'da yaşayanların ciğerlerine çektiğiydi.

taksici abiyle hemen kadıköy belediyesi'ne gittik. sağolsunlar gayet sistematik şekilde karşıladılar bizi. yardımcı olup götürdüğümüz yardımları aldıktan sonra adımızı-soyadımızı ve telefon numaralarımzıı kaydettiler.
kadıköy belediyesi'nin önünde o ara bir genç gördüm ben gibi. o da başka bir taksiden inmişti. ve kucağındaki büyük çöp poşetlerini aceleyle verip poşetlerin içindeki yardımların bir an önce van'a ulaşmasını istiyordu. 
anlıyordum onu. o da beni anlıyordu. yardımları verip dışarı çıktığımızda bir saliseliğine bakıştık sadece. öyle bir bakış ki bu, birbirine kör kütük aşık iki sevgilinin vuslatından daha değerliydi o an. ve acı bir tebessümle birbirimize teşekkür ettik hiç konuşmadan.

ertesi gün gönderildi hepsi van'a. ve diğer günler ana haber bültenlerinde umuda dair, mucizelere dair haberler çıktı. küçücük bebeğini tükürüğüyle besleyen anne, onlarca saat sonra enkaz altından çıkarıldığında idrarıyla dudaklarını ıslayıp hayatta kalan o güzel genç. saliselik farklarla hayatta kalanlar. deprem anına dair kamera kayıtları. toz, duman, taş, toprak...

ve yunus. ah be yunus, adını andığım şu an eğer gözlerim dolup boğazım tıkanıyorsa, ekmeğin üzerine yemin ederim ki senin yerine ben ölmek isterdim.
sen gözlerini o enkaz altından şu koca dünyaya kocaman açmışken, o anın şaşkınlığı, korkusu ve heyecanıyla ne olup bittiğine anlam veremezken, şerefim ve onurum üzerine söylüyorum; senin yerine ben ölseydim be! keşke sen yaşasaydın.

ve bir başka mucize. yüreğimin kıpır kıpır olduğu, van depremine dair kocaman bir tebessümü yaşatan umut adı verilen papağan. ah be gülüm, ölüm herkes için. hayvan, insan, bitki... farketmiyor. ve o güzel papağanın hayata tutunuşu. mucizevi bir şekilde hayatta kalıp kaldığı yerden de şebekliğe devam edecek olması.

sonra ölen öğretmenler. yüz karası eğitim ve öğretim sisteminden sanki hiç çekmemiş gibi canlarını da o uğurda veren güzel insanlar. şahsım adına özür diliyorum hepsinden. affedin beni. lütfen.

ve sonrası. erzak dağıtımındaki kopukluklar, talan, hengame... pkk denen orospu çocuğu örgütün, hala ve hala o bölgedeki karakolları ateş ederek taciz edişi.
saçma sapan yandaş kurumlar. cahil belediye başkanlarının demeçleri. hükümetin yenilgiyi ve başarısızlığı kabul edilişi. inat edip de dış yardımları almamak. sonrasında birleşmiş milletlerin küfür gibi yardımı; "200 çadır, 20 soba." orospu çocukları!

bitmedi ama. bitmiyor acı. insanın karşılık beklemeden iyilik yapabileceğine dair umutlar bitmiş bu topraklarda. krediler tükenmiş. güvensizlik, bencillik ve en kötüsü nefret en üst seviyede.
faşistlik ve zorbalık yeni moda. oysa yunus... oysa yunus'un omzundaki o cansız el... ah be yunus. ah! köz olarak kalacaksın hep içimde. ve ben halime her şükretmediğimde sen enkazın altından bana bakacaksın.

tüm bunlarla geçti koca haftam. hep bir telaşla. iç yanması ve stresle. hatta hayatım boyunca ilk defa rüyamda annemin öldüğünü gördüm bir kaç gün önce. bilinçaltıma nasıl işlemişse tüm bu ölümler ve yok oluşlar, bir çatışma anında ben siper alırken yanımdakilerden birisi "annen öldü" diyor. küt diye. hiç sonrasını düşünmeden. hemen o acıyla uykudan uyanıp annemi arayışım. iyi olduğunu duyup babamla da konuştuktan sonra güne başlayışım.

tüm günü telaş ve koşuşturmacayla bitirip, az-çok para kazanıp sıcak bir çay içmek istediğimde sallama çayın kalmadığını öğrenip sokağa çıkışım. gece 11 buçuk. dudaklarım kupkuru. ve ben ölümüne çay içmek istiyorum o an. girdiğim her tekel bayiinden gelen o cevap, "çay satmıyoruz."
ta ki bir ara sokakta gördüğüm o küçücük yer. ve orada bana bakıp kendi içtiği çaylardan üç-beş tane verebileceğini söyleyen o güzel insan. tam ben teşekkür edip bir kaç bozukluğu yazar kasanın yanına koyduğumda o güzel insanın sorusu, "çayı buldun da, evde şekerin var mı genç? yoksa vereyim."

yine boğazımda bir yumru. ağlamamak için zor tuttuyorum kendimi. karşımdaki adamın boynuna sarılıp da hüngür hüngür ağalayabilirim orada. pms döneminde ağlanan saçma şeyler başlığında en başa oynar yaşadığım ruh kırılması. ancak o an yaşadığım şey o denli güzel ve özel ki. insana ve iyiliğe inacım(ız) yerle bir olmuşken hem de. 

bu güzel insana teşekkür edip oradan ayrılmam sonra. ayrılırken telefon numaramı verip iş yerimi tarif etmem. ve kendisini bir gün çay-kahve içmeye, eğer yanlış anlamazsa hatta yemek yemeye davet etmem. kendisinin teşekkür edip gülümsemesi.

tam home ofisime varmak üzereyken beni bir kaç gün önce kadıköy belediyesi'ne götüren taksici abiyi görmem. ve abinin üşüyüşü. bir anda farkediyorum üşüdüğünü. 
öyle dolmuş ki içim, "abi" diyorum heyecanlı bir şekilde. "bak ben şu led tabelası yanan yerdeyim. sen tüm gece burdasın. eğer canın sıcak bir çay-kahve çekerse allahını seversen çekinme, telefonum şu; 05xx xxx xx xx, sadece çaldır. ben hemen iki çay-kahve yapıp gelirim. karşılıklı içeriz."
onun gülümseyip teşekkür etmesi. ve anlam verememesi bu halime. oysa o an birazdan içeceğim bir bardak sıcak çayın ne denli zor bir süreçle benim elime geçtiğinin az önce yaşattığı gel-git. ve benim, ölene kadar zihnimden çıkmayacak, çok küçükken annemden duyup anneme verdiğim o ahit; "oğlum, yalnız yiyen, yalnız ölür. hiçbir zaman asla ve asla yediğini-içtiğini birileriyle paylaşmaktan çekinme. çok çok çok büyük yokluk, acı ve felaket çeksen bile. söz mü?"

"söz."

Terlemeden sevişen insan

dünya bu zerzavatlarla, cinsiyeti farketmeksizin bu gavatlarla dolu. şimdi bu adamı/kadını ıslak meşe odunuyla döverken eşşeği de suya gönderiyomuş gibi yapıp aslında göndermeyecen. ki sen, terlemeden sevişen adamı/kadını meşe odunuyla ıslatıp bi temiz döverken de psikopat gibi eğilip kulağına fısıldayacan, "eşşek sudan gelinceye kadar dayak yemeye devam."

eşşeği bilin mi baboli? hani şu uzun kulaklı, güzel gözlü, barış abimizin "arkadaşım" dediği güzel canlı. hani aynı çukura ikinci kez düşmeyen, sen kulağından tutup çeksen bile sana riayet etmeyen depiği sert canceğiz.

nedir çektiğimiz arkadaş, aptala anlatır gibi anlatıyoruz her şeyi. bazen anlatmaktan o kadar çok sıkılıyorum ki içim içimi yiyor. o an diyorum ki; "ulan yiğit abimizin dediği gibi, gerçekten şu kapının dili olsa da öpüşssek, şu parkelerin minik minik götleri olsa..."

insanın insandan kaçarı yok. insanın insana verdiği acıyı ve yıkımı hiçbir şey veremiyor. farzedelim ki intihar ettik. ve gömüldük toprağa. hemen götümüzün-başımızın yanında başka bir ölü insan. 
hadi farzedelim ki kendimizi boğaz köprüsü'nden atıp da vazgeçtik her şeyden. denizin dibinde bile yine bir insan cesediyle karşılaşırız inan. hiç olmadı yakalım kendimizi mesela. yaşadığımız ev, çalıştığımız iş yeriyle birlikte. yine kurtuluş yok insandan amına koyim. küllerimiz bile sonsuzlukta birbirine karışacak.

insanın insandan kaçarı yok ama bazen de güzel şeyler gerçekleşiyor. bu bir sevgi olayı ercan. es geçme sakın. öyle kolay değil insandan ve insana inanmaktan vazgeçmek. kolay olsaydı hala cingöz gibi debelenmezdik her birimiz. inceden inceye hayran olduğumuz, hoşlandığımız, bize çekici ya da güzel gelen bir insan için gülümsemezdik, onunla güzel şeyler yaşayacağımıza dair ümitli olup bir şeyleri umut etmezdik.

iyi de, plaza insanının yalnızlığı çalıştığı, ömrünü çürüttüğü plazalar gibi gökyüzünü zorluyor. bu nasıl olacak peki? forsquare'den check in yapmakla olmuyor sosyallik. ve mutluluk, alınan siktiriboktan teknolojik aletlerde, en marka elbiselerde gizli değil.
nasıl olacak peki? herkes gram gram geberecek mi kendi yalnızlığının şatosunda. nasıl olacak bu gıdısını siktiyim. cevap ver çabuk, boynuzunu sikerim!

sen insan olarak dünyaya gel, sana birileri eşref-i mahlukat desin, sen ise hiçbir bok yeme. ondan sonra da zırlayıp gez, ortalıkta. iyi de, koca götüne koyduğum, sen dipdiri vücudunu-ruhunu egon yüzünden harcarken, gündüzleri uyuşmak için antidepresan, geceleri uyarılmak için viagra kullanırken hiç de mantıklı gelmiyor hissettiğini varsaydıklarınla yaptıkların.

baksana bi kendine, leblebi niyetine antidepresan tüketiyorsun amına koyim. baksana bi kendine, sevişirken terlemek varken spor salonlarında terliyorsun. baksana ulan bi kendine. gerçekten baksana bi! kendini kendi miğden galdırıyo mu? kendini kendi miğden kaldırıyosa eyer, gırtlağını sikem ben senin.

ama iş atıp tutmaya, ahkam kesmeye, aba altından sopa göstermeye geldi mi, senden güzeli-yakışıklısı-efendisi-seksisi yok. bi gün sana aba altından bi sopa gösterirler, kasıktan dize kadar. o sivri, zehirli yılan dilini yutarsın.

aklını başına devşir evladım. akıllı ol, yoksa sikerim beyin hücrelerini. ömür bitiyor, ölüm hayatın "finish" noktasında kapı gibi bekliyor, silkin ve kendine gel. sev, seviş.
egonu da götüne sok. fantezi denemiş olursun. şimdiki dipdiri bedenin sana yaşadığını ispat etsin, yoksa ananın amını tersten görürsün, benden demesi. 

gerçi prensiplerim gereği benden zeki olmayan hiçbir insanı kaale almıyorum ama bu durum o insanlarla sevişmeme engel değil. ne de olsa seks herkesi ve her şeyi eşitliyor. ölüm gibi.

http://www.youtube.com/watch?v=g-xs1w1ehpo

Her an sevişecekmiş gibi yaşamak

her an ölecekmiş gibi yaşamanın bir kademe üstü. ölüm hak ve gerçek. kimsenin kaçarı yok kendisinden. ancak seks de en az ölüm kadar hak ve gerçek. bu yüzden böyle bir mevzu var. ki bu gerçek bir yaşam stilidir. ama bu durumu götünden anlayabilir hemen birileri. mevzunun ilk başında göt dedik iş iyice çığırından çıktı gerçi ama o lafın gelişi. sindirmek yani asıl mevzu. bir şeyleri öncelik sırasına koyup da ona göre her an hazırlıklı olmak.

bu gerçekle ilgili örnek vermem gerekirse, vakti zamanında çok çok çok sevdiğim bir kadın sanatçı, kendisiyle röportaj yapan muhabirin, "efenim siz, ben her zaman fazladan temiz iç çamaşırı bulundururum çantamda demişsiniz başka bir röportajınızda, bunun nedeni öldüğünüzde kirli iç çamaşırlarıyla ölmemek korkusu mu, aman millete rezil olurum mu" sorusuna "hayır, her an sevişebilirim" diye küt diye cevap vermişti. ben o an bu durumun gerçekliğini kabul etmiştim.

nedir mesela bu her an sevişecekmiş gibi yaşamanın kriterleri. erkek ve kadın için en önemli unsur kişisel bakım. kılından-tüyünden tut diş bakımına varana kadar her şey. 
sakın, "aman ben bu aralar sevişmem, işler çok kötü" demeyin. murphy iş başındadır böyle anlarda, bilesiniz. hiç ummadığınız an sevişme durumunuz olabilir. öyle bir an geldiğinde (özellikle kadınlar) kıldan-tüyden mevzular yüzünden bu fırsatı tepebilirsiniz.

erkeklerin durumu ise daha çok ağ bakımı ve diş. kıçında bir karış bokla gezmemeli erkek dediğin. ve asla dişleri pis olmamalı. ben mesela ne zaman az bir şey kişisel bakımımı salsam, peynir gibi bir hatundan ışık alırım olay katakulliye gelir. 
siz de aynı zamanlama hatasını yaşayabilirsiniz. bu yüzden yaşadığınız yerden başlayıp giydiğiniz iç çamaşarılarına varana kadar her şeyi temiz tutun. zihninizi ve bedeninizi en önce. her şart ve durumda her insanın en çok değer verdiği en önemli şey temizlik çünkü.

yine bu bağlamda örnek vermek gerekirse ağzı pis kokan her hangi bir insanla hiç kimsenin sevişeceğini sanmıyorum ben. her halükarda o insanla yüzyüze geliniyor. gerçi ben küçükken güzel kadın sevdamı hisseden annem, "oğlum napacan çok güzel kadını. yüzünde pilav mı yiyecen" derdi. ama annemin bilmediği şu, yüzünde pilav yemesem de çok güzel bir kadının, göbeğinde zeytin yiyebilirim. ehehe. bu işin latifesi tabii. yine bu mevzuyla ilgili başka bir örnekse şu; koltuk altı kıllı bir kadınla her hangi bir erkeğin mercimeği fırına verememe durumu.

kadınların bu konulardaki öncelikleri erkeklerden daha fazladır. bu yüzden lafım size yiğidolar, aman dikkat, aman biraz daha özen, her an sevişebilirsiniz. çıkmaz demeyin, şansınızı deneyin. talih kuşu bir gün sizin de kafanıza sıçabilir. felek ağzınıza sıçmadan tüm şartları hazırlayın siz. yoksa uefa'dan baskın yemiş mehmet ali aydınlar'dan beter olur haliniz.

seks ciddi bir iştir. ve öncelik sırası bakımından her şeyden önemlidir. öncelik sıranızı kabul edip tüm hayatınızı onun etrafında şekillendirin. bakmayın siz tüm toplumun aseksüelliği matah bir şeymiş gibi göstermeye çalışmasına. bakmayın siz yalnızlığı, sessizliği ve en önemlisi sekssizliği yere-göğe sığdıramayan salaklara. seks candır can. can verir ölü bir ruha ve bedene. suni tenefüstür.

bu kadar çok antidepresan kullanımı varsa dünyada. bu kadar çok psikologlara para verilip huzur isteniyorsa, bu kadar çok intihar gerçekleşip herkes kendi köşesinde gram gram ölüyorsa bunun tek nedeni yoksullluk ya da işsizlik değildir. yalan söylüyor birileri. ve bizleri kandırıyor. 
çekilen bir çok kişisel problemin ağa babası; sevişememek, seks yapamamaktır. 

bu mevzu halledildiğinde, her an seks yapacakmış gibi hazır olup kişisel bakımdan tut, o anın şanına-şerefine göre hayat yönlendirildiğinde adınız bora olmasa bile gerisi gelir zaten.

28 Ekim 2011 Cuma

Bir kenti yaşamak

kişinin deli kanının ve deli çağının bir izdüşümüdür bazen. bazen de kişinin tüm yazılarının toplamının başka bir elden geçmesiyle ortaya çıkan geçmişinin hatta geleceğinin en sevilen dudaklara ve dile sahip beden tarafından harflerle yapılmış toplama işlemidir. bilemedin çıkarma:

"kanı deli çağlarımdı. hatta üniversiteyi kazandığımı öğrendiğim ilk gece hayaller ve özgürlük melodileri tüm gece uyutmamıştı. oysa yeni bir hayata başlama arefesindeyken ben, yanıma alacağım bir formam ve iki sıkı sarılış dışında hiçbir şeyim yoktu valize atacak. 

yolculuğa çıktığım ilk gün babam her zaman olduğu gibi uzak bir mesafeden salladı elini.

yeni bir şehre düştüğümde ise doğrusunu söylemek gerekirse kampüs hiç de sarmamıştı. yaptığım tek şey ilk hafta boyunca camdan park yerindeki arabaları saymaktı. ve sabahın beşinde çıkılan serseri sabah yürüyüşleri.. soğuk ve yalnız.

yurtta bir akşam çoraplarımı kendim yıkamak zorunda kaldığımda anlamıştım hayatın başladığını. ve ardından bir telefon; "sana... kalmadı."

bir şehre hazırlanmak; bir uçak bileti almak, sonrasında elinde bir kara kutuyla kalıp yere çakılmak gibiydi. ve sonra enkaz gibi bir şehre alışmaya çalışmak.

okul dışında karnımı doyurmak ve sığınmak gibi temel ihtiyaçlarım vardı artık. aşık olmak hatta hayattan intikam almak gibi.

yazdım bu zamanlarımda, mevsim kışken hem de. kitaplar sattım, hayatlar okudum. kötü insan olmayı koydum kafama, düşlediğim cennetten kovuldum.

üzerime geçirdiğim simsiyah bir hayat vardı. sakallarım kısa, saçlarım uzun, ayaklarımda botlarım, üzerimde siyah deri ceketim. 

karşımdaki bir dükkan camında kendimi gördüm bir gece yarısı. bir anda o dükkana doğru son sürat koşup da kendi varlığıma toslamak istedim. kendi görüntüsüne düşman bir siyam balığıydım o günlerde. yeni bir dünya savaşı çıkarabilecek kadar öfkeliydim tanrıya. hayır hayır! denenmiş onca intihar stilinden sonra kendimi öldüremeyecek kadar yorgundum. 

”sana geleceğim” diyordum tanrı’ya, uykuya teslim edilmiş cümlelerle. "sana geleceğim, tıka basa hayal kırıklığıyla. bir gecenin yarısında değil, en sonunda."

sabah olunca babamın bir günahı olabileceğim düşüncesiyle sancılı kalkardım yatağımdan (babama daha giriş cümlesinde çattığıma bakmayın. severim onu. hiç dayak yemedim mesela ondan. ama hiç beni öptüğünü de hatırlamam. keşke dövseydi. eli yüzüme değmiş olurdu) 

istemeden koşulacak tonlarca iş, sevilmeden gidilecek dükkanlar, telaşlar, günü başından bitmiş yaşamlar ülserimi azdırırdı gün ışıyınca. ki daha bir kaç saat olmuştur gözünü geceye yumalı. uykusuz varılmış sabahlarda hayat bir fazlalıkmış gibi çıkardı midemden ağzıma.

aşık olmamayı öğrendiğim ilk gün sağ koluma çirkin diye yazdırtmıştım amatör bir dövmeciye. ve tanımadığım hayatların bedenlerinde geçici-kalıcı lekeler bırakmaya başladığımda işimi sevmeye başlamıştım. 
buna karşın okul yükünü üzerimden atmalıydım. zorlama sonunda tam dokuz yılda tarih bölümünü bitirdiğim gece zil zurna sarhoş olup kafamı gökyüzüne dikip bağırmıştım; “tarih benim, yaşlanıyorum” diye.

evime geri dönemedim. tam 7 yıl. valizime koyduğum formayı da yaktım, bir şafak vakti. hiçbir şeyin fanatiği ya da tarafında değildim artık. çırılçıplaktım. 

kucağına bıraktığım tüm körpe hayallerimi kendi lağımlarına atan yasak bir aşkın annesiydi zaman. geçip gitti. ne geçmişimden hatırlayıp da mutlu olabileceğim bir anı kaldı zihnimde ne de geleceğe annenim sevdiği gözlerimle bakıp huzurlu olacağım zaman dilimi.
şimdi mi, şimdi diye bir şey yoktu. olmayacaktı da. yetişemiyordum zira şimdiye. ensesinden yakaladığım gibi altıma basamıyordum. vahşi bir atın yanına yaklaşır gibi yanına yaklaşıp sakinleşmesini bekleyemiyordum. eğersiz bir attı zaman.

buna karşın zaman bendim ve akıp gidiyordum. arada bir tıkansam da. aslında arada bir değil hep tıkansam da zaman bendim. tersten okunuşum hiçbir şey çağrıştırmıyordu ama. 

ayetlerim vardı peygamberliğimin ilk yıllarında. kimse inanmayınca çiğneyip yuttum hepsini. mucize bekledi benden herkes ben de tanrıma baktım. o geç kaldı ya da görmedi. ben mucizesi olmayan bir peygamber gibi çakılıp kaldım bu şehre. sonra üstadın dediği gibi dedim ki;

"bir kenti yaşamak
ona boyun eğmektir-
sözleşmesiz, anlaşmasız-,
ne derse tek tek yapacaksın,
düşünmeden, direnmeden.

yabancıysan
ve gezgin değilsen
"bir kent yeter" diyeceksin,
"tek bir ölüm";
boğazına oturmuş olan
bir bardak su isteyen.

boyun eğeceksin yolcu!
bir köle gibi tıpkı,
anlamak için belki,
nedir mutluluğu bir tutsağın?"

Kişinin güneş doğmadan önce uyuyamaması

delilik, asosyallik, hastalık, yalnızlık... o, şu, bu. adı her neyse artık. gerçi adı ne olursa olsun içindeki anlam ve mana değişmeyecek. istesek de değiştiremeyiz. üzgünüm. üzgün de değilim aslında, sadece kayıtsızım.

aslında bu kişinin nasıl yaşayıp nasıl algıladığıyla ilgili. sadece kendini değil, herkesi ve her şeyi. çünkü kişinin uyuma saati ile sistemin çarkları arasında doğrudan bir bağ vardır.
ne kadar erken uyuyorsanız o kadar çok mahkumusunuzdur bu düzenin. ve ne kadar erken uyuyorsanız, o kadar erken uyanıp, erkekleriniz tıraş olup, kadınlarınız da makyaj yaptıktan sonra işe gidecektir. çünkü sistem bunu emreder. sağlıklı ve güçlü iş gücü! bingo!

bu durumun olabilirliğini ya da olmazlığını düşündüm ben hayatım boyunca. hayatım boyunca dediysem de o kadar uzun bir hayat değil. ben diyeyim bir arşın, sen de iki karış.
bu durumu düşünürken de kendimden yola çıktım çoğu zaman. tabii klavuzum yok, tek başıma oradan oraya savruluyorum. oradan oraya savrulurken de hep birilerinden destek ve fikir bekliyorum.
diyorum ki kendi kendime; "birisi çıkıp gelse ya şu karanlıklardan. gelse, elimden tutsa, bir mucizeyi bana yaşatıp beni inandırsa. sadece kendine değil, her şeye. hatta herkese."

bir şeylere ve birilerine inanmam gerektiğini kendime telkin ettiğim zamanlarda gerçekleşiyordu işte bu. güneş doğana kadar inancımı bekletip kafamı yastığa koyduğum an her şeyi yok saydığımda. yok saymakla.
oysa ruhum buzdolabında unutulmuş, son kullanma tarihinin üzerinde 30 küsür yıl geçmiş bir gıda maddesiydi. ben diyeyim yoğurt, sen de armut.
farketmiyor. farketmedi de aslında hiç. ben farketmediğini farkettiğimde ise geçti. oysa sabaha dek tavana gözlerimi dikip beklerdim. sahi ne beklerdim o gecelerde ben?
geriye dönüp baktığımda silik bir portre görüyorum sadece. hangi ressamın elinden çıktığı asla belli olmayan, hatta bir ressamın elinden çıkmışa asla benzemeyen bir portre.

o portreyi delik deşik edecek, ortadan yırtıp özgürlüğünü elde edecek bir ruhu bir bedene hapsetme acziyetiydi zihnimden geçenler. sabahın köründe simit satan çocukların naraları sokaklarda yankılandığında ben son sigaramı ağzına kadar izmarit dolu küllükte söndürüp uykuya geçebilirdim.
geçebilirdim de öyle kolay olmuyordu uyumak. öncesinde yaşanan gün yoramamış oluyordu beni. memurluk yapmadığım için hem zihnim hem de bedenim dipdiriydi.

ne sabahları erkenden uyanıp tıraş olduktan sonra kravatı boynuma takıp gidebileceğim bir işim vardı, ne de dirseklerimle birlikte ruhumu ve bedenimi çürüttüğüm bir ofisim.
öylece beklerdim işte ben. sanırdım ki gece uyumayanlara gündüz mükafat verilecek. ve gece uyumayanlar gizli bir örgütün üyeleri gibi bir gün eninde-sonunda karşılaşıp tanıyacaklar birbirlerini. hatta birbirlerinin bileklerinden destek alıp geceden çekip çıkaracaklar. yine birbirlerini.

öyle olmuyordu. güneş doğmaya yaklaştıkça yeni gelen günün ışıltısı, gece verilen savaşı manasız kılıyordu. yine güneş doğacaktı ve etrafta binlerce ses, binlerce görüntü algıları yerle bir edecekti.
oysa gecenin sonunda ikamet edenler öleceklerdi. yavaş yavaş ama. damardan zerkedilen zehrin tüm bedeni dolaşması gibi. hatta bir iç kanama gibi.
dışarıdan bakıldığında pürüzsüz bir beden, içeriden bakıldığında ise iç yakan bir zihin. hatta yerine göre mide. ya da kalp.

yetmeyecekti. yetmiyordu. bir kaç saat sonra uyanıp da gidilecek okullar ve işler olduğu sürece de asla yetmeyecek. güneşin doğmasını bekleyip gecenin en sessiz ve en dingin anında, hatta gündüzün ilk saliselerinde kafalarını yastığa koyup uyuyanlar asla huzurlu olamayacaklar(dı).
zira onların varlığı başlı başına bir trajedi, başlı başına bir dramdı.

peki ya erken uyuyup erken uyananlar? hatta erken uyuyup erken uyananları geç, geç uyuyup erken uyananlar? hatta ve hatta hiç uyumayıp da erken uyananlar?
sevmediği işlerde çalışanlar örneğin, sevmediği okullarda okuyanlar, nefret ettikleriyle sevişip sızanlar, bu sistemin çarkları arasında yem olmaktan başka hiçbir işe yaramayanlar?
tüketilme ve tükürülme, hatta kusulma zamanı kendilerine geldiğinde tek öğürüşle dışarı atılacak olanlar?

işte bunlara ben her şeyden daha çok üzülüyordum. kendimden bile. zira benim sonum geceydi. ben geceye doğmuştum. ben gece doğmuştum. bu gezegendeki başlangıcımın bir 10 şubat gecesine denk gelmesi gibi. peki ya erken uyuyup erken uyananların başlangıcı günün hangi saatiydi? ya da bitişi?

14 Ekim 2011 Cuma

Bir erkeği hayatının merkezine koymak

hemen hemen tüm kadınların yaptığı eylem. yok yok, yalan değil, yapıyorlar bunu. sizin de hemen götünüz kalkmasın sidikliler. ama bilin bakalım hangi erkeği koyuyorlar. yaklaş şöyle yanıma. çek sandalyeni, otur. masadaki sigaradan al sen kendine. ben sigaranı yakıp çay söyleyeyim. çaylar geldiğinde anlatayım.

-oğlum bize iki çaaaaay!
+tamam abi.

hah işte, kadınlara dair az-çok bir şeyler bilen piçim diye düşünürüm çoğu zaman. iyi midir bu durum yoksa kötü mü, bilemem. çünkü işin içinden çıkılmıyor bazen. düşünsene, bir aralar hiç hoşuma gitmediği halde birlikte olduğum bir sevgilim vardı. bir gün öylesine ona "hadi gel porno izleyelim" demiştim. bunun nedeni de açıkçası oral seksi az bir şey öğrenmesiydi.
şimdi diyebilirsiniz, "lan iblis sen öğretsene" diye. iyi de amına koyim, gidip mutfaktan patlıcanı alıp ağzıma mı sokayım. şehvet kadının ya içindedir ya da yine içinde. ben bu yaştan sonra bir kadına oral seksi öğreteceğim diye patlıcanı ağzıma sokacaksam, cinsel ilişkiyi öğretmek için de salatalığı götüme sokayım.

beni kırmadı bizim geven baş. başladık izlemeye. ancak filmde oynayan hanım ablamız felaket. erkekse tipsiz kontenjanından. bizimkisi bir anda köpürüp, "kapa ya şunu" dedi. "noldu" dedim. "nolcak" dedi. "kız çok güzel."
"peki" dedim. cidden kız çok güzeldi. daha da bu mevzu açılmadı. oracıkta filmi biz çektik. şaka şaka. çekmedik. geceye bıraktık. mevsim kıştı ve götümüz donuyordu. evsizler ısınmak için şarap içer, biz de porno izliyorduk matmazelle. onu da kursağımızda bıraktı iblis.

sonra her haftanın pazartesi günü inci sözlük'te haftanın en beğenilen entry'lerine bakıyorduk. orada piçin biri google chrome'un bir bug'ını bulmuş. çeviri kısmına bir şey yazıyorsun, hd porno videolar geliyor.
bizimkinin yanında dedim ki "dur hele bakam şuna bi. cidden olacak mı." denemez olaydım. ilk videoda dalyan gibi bir herif. ben diyeyim herifteki 22 santim, sen de 20, bir de vücut yapmış ki itin oğlu, ben gözümü alamadım kendisinden. 

bir bok yiyip tıklamış oldum videoya. oynatıyor mu diye. oynattı. ben mutfağa geçip küllük getirdiğimde baktım ki bizim düşes izlemeye devam ediyor. takıntılı ve obsesif bir mal değilimdir.
öylece bakıyorum ona. tavırlarına. mimiklerine. ne hissettiğini anlamaya çalşışıyorum. hiçbir şey demedim. baktım ki gıkı çıkmıyor. bir kaç dakika sonra bu bozulduğumu sandı. hani kendisi bir kaç ay önce pornodaki kız güzeldi diye kapattırmıştı ya, sandı ki aynı boku ben de yerim. 

"noldu" dedi. "hiç" dedim. ve ekledim; "insan garip bir varlık aslında. ve sanırım inandığını varsaydığı hiçbir şeye inanmıyor. insan, inançsızlıktan korktuğu için prensipler, kriterler icat edip onlarla öldürüyor kendisini."
"kes sesini de gel içeri geçelim" dedi. ben gülmeye başladım. hem beni ciddi ciddi bozmuş hem de aslında onaylamıştı. yine de aklıma takılmıştı işte. 

sonra hiç merak etmediğim halde bir şekilde kendisinden bahsetmesini istedim. gerçekten istedim bunu. normalde ilgimi çekmiyor hiçbir kadının geçmişi. hele ki o geçmişleri gelip de benim geleceğimi etkileyecekse alayının geçmişini sikeyim.
bu başladı bir çocuk için yaptığı fedakarlıklardan bahsetmeye. bu bitti bir diğeri. o bitti, bir başkası. "iyi de" dedim. "bu hep böyle midir." "nasıl yani" dedi bu. 
"bu" dedim "işte. hep böyle midir. bir stili ya da formülü mü vardır." "bilmiyorum" dedi. ve doğru söylüyordu. gerçekten bilmiyordu. ondan öncekilerin bilmediği gibi.
ondan sonrakiler de bilemeyecekti ama. ne de olsa bir şekilde bir şeyleri bir şeylerle bağdaştırmaya çalışıyordu. ama olmayacaktı.

sonra bir kaç gün önceki bir müşterim keza. o da aynı bu şekilde bir tavrın ve düşüncenin içine girmişti. ben kendisine dövme yaparken yanındaki eşinin elinden tutup bana sormuştu; "kadınlar sence neden acı çekmeyi göze ala ala güzel gözükmek için hem canından hem de parasından fedakarlık ediyor."
"cevap basit" dedim. "travma ve acı sonucu elde etmediğiniz hiçbir şey size değerli gelmiyor." sonra adama dönüp "affınıza sığınarak hocam" deyip devam ettim.
"en basit örnekle seks. kadınların hemen hemen hepsi seks için aşkı şart koşar. çünkü aşksız seks kadının zihninde boşa geçmiş bir zaman dilimi ve değersiz bir eylem olarak gelir. zira öyle ambale edilmiş zihin ve beden. korkutulmuş belki. belki de zaten korkak doğmuş.
oysa manasız. eylem aynı. sonuç aynı. eee, ne anladım bu işten. 'no pain no gain' diye ingilizce bir atasözü vardır" dedim tekrar. "çok severim bu atasözünü. ancak konu kişinin mutluluğu ve bedeninin, zihninin gerçekten doğru çalışmasıysa hepsi kof. uydurulan kutsallıklar, olgular... bana faydası dokunmayan kilisenin papazı... hedonizm... bu yüzden uydurulan bir şeylerin hepsi masal. ve inanın artık benim uykumu getirmek bir yana, uykumu kaçırıyorlar. ha bu arada, neye üzülüyorum biliyor musunuz? bu kafayı yaşayan bir kadın asla bulamayacağım. bulsam da bir şeylerimiz uymayacak. ben ise öyle debelenip duracağım."

sonra dövmemi bitirip gönderdim müşterilerimi. hayatıma giren tüm kadınları düşündüm. sevdiğimi sandıklarımdan tut, taptığımı varsaydıklarıma varana kadar. hatta kendilerinden paçamı kurtarmak için telefon numaramı ve mail adresimi değiştirdiklerimi...
hepsini düşündüm. hepsinin tek bir ortak özelliği vardı. hepsi vakit zamanında bir şekilde bir erkeği hayatının merkezine koymuş, erkek de onların hayatının amına koymuştu.

hatta bir ara çok güzel bir kadınla flört ediyordum. gerçekten çok güzeldi. gözlerinin altı göçük olmasına rağmen siyahların içinde peri gibiydi. bir gün çok romantik bir anda "lütfen beni üzme" dedi. artık nasıl içimde birikmiş, nasıl bıkmışsam her şeyden. "istesem de üzemem zaten" dedim. bu bozuldu ve sordu. "o nasıl oluyor." cevap verdim, " o kadar üzülmüşsün ki vakti zamanında, ben istesem de üzemem zaten. sen de istesen beni üzemezsin açıkçası. kağıttan yapılmadık ki. hani şu ilkokuldaki el becerisi dersinde yaptığımız, makasla kesip saldığında elele tutuşan insan siluetleri gibi. etten kemikteniz biz be. ve maalesef ki bir noktadan sonra her şeyi kaybediyoruz. ve ben, kaybettiğim her şeyi, ve ben unuttuğum her şeyi yeniden anımsamak için seksi tercih ediyorum. şehveti. bu ikisinin içinde az bir şey şefkat görürsem orada kalıp, orada çürüyeyim diye."

sustu kendisi. suskunluğu fenadır bir kadının. gerçi benim suskunluğum hepsinden fenadır. gavur gibi susarım sustuğumda. hele ki sustuğum kişiden tamamen ümidi kesip onu yok saymışsam, karşımdaki ölümlerden ölüm beğenir. 
ancak iş bir şeyleri yaşamak ve bir şeylerden keyif almak olduğunda elimden geleni ardıma koymam. amına koyarım. her şeyin. en kral ön sevişmeden ilişkiye geçmek istediğimde bir şekilde buna olur vermeyen bir kadını bile anlarım o an. gerçekten anlarım.
saplantım olmaz. saplantı yapılacak kadar değerli değil hiçbir beden. salarım gider. kalkıp uğurlamam bile kendilerini.

sırf bu yüzden vedalaşmadan o kadar çok şeyi bitirdim ki. o kadar çok kadını saldım ki... onlar merdivenlerden inip sonsuza dek benden ayrılırlarken ben hemen yeni bir insan için içimdeki ümidi bileyip önüme baktım.

nasılsa birisini hayatının merkezine koymak için elinden geleni ardına koymadığını varsayıyor herkes. oysa yalan. kimsenin kimseyi hayatının merkezine koyduğu yok.
herkes kendi çıkarının derdinde. parasının, pulunun, güzelliğinin, yakışıklılığının... o kadar çok aptallaşmışız ki, boyumuzun uzunluğu ya da kilomuzla güzel olduğumuzu varsayıp kendimizi öyle sunuyoruz.

yok öyle bir şey. bir erkek olarak, bir kadından "benimle çiftleşir misin?" diye teklif almış bir adamım ben. cevabım netti, "hayır." neden mi? çünkü o kişi hoşuma gitmiyor ve ilgimi çekmiyordu.
keza beni merak ettiğini varsayıp bana ulaşmak için aylarca yazılarımı okuyup bana jartiyerli fotolarını gönderen kadınlar olmuştu. hani jartiyeri çok sevdiğimi söylüyorum ya yazılarımda.

yine, yok öyle yağma. güzel olmayan hiçbir kadınla sevişmem ben. sevişmeyi geç, konuşmam. onlarsız döner dünya benim için. ve ben onları değil hayatımın merkezine koymak, seks yapmak için yatağıma koymam.

gerçek bu. gerçeğim bu. bir kadının bir erkeği hayatının merkezine koyması da ancak bu bağlamda anlam kazanabilir. diğer türlü kendiniz çalıp kendiniz oynarsınız.
ne o öve öve bitiremediğiniz bedenleriniz en diri ve genç çağında dillenip ısıırlır ne de ilgisizlikten köpek gibi geberdiğiniz gecelerde gerçekten muhteşem sevişebileceğiniz birisi size ilgi duyduğu için sizinle iletişime geçmek ister. 

sizler, gerçeği avuçlarınıza alıp kendisini kokladıktan sonra dudaklarından öpüp yatağınıza sokmadığınız sürece onu, yalanlarla yaşamaya devam edeceksiniz. ve bu yoz ego oyununun sonunda ölmek değil, gebereceksiniz.

çayınızı-sigaranızı içtiyseniz, şimdi siktirip gidebilirsiniz.

Kedi

ben, bu muhteşem canlılardan birisine aşığım. spor salonuna gittiğim her gün sanatkarlar sokağı'ndaki ressam ablalardan birisinin dükkanının önünde takılıyor. kocaman tüyleri olan bir dişi tekir.
o kadar güzel ki, ne zaman o sokaktan geçsem kendisini görmek için özel çaba sarfedip kendisini sevmemiş o sokaktan geçmek istemiyorum. dükkanın sahibi abla da artık alıştı bu güzelliği sevmeme, dün spor yapmak için yine sokaktan geçtiğimde "seninki içerde" dedi. ahaha, sanki sevgilimle randevuma geç kalmışım, abla da buluşacağımız mekanın sahibi, her ikimizi de tanıdığı için hemen yardımcı oluyor bana.

"nerede abla" dedim. "aha bak şurada" dedi. içeri geçip kuyruğunu sıvazladığımda öyle bir göz ucuyla baktı ki zilli, yemin ederim, sanki kur yapıyor. tam ben elimi-ayağımı çekip gitmek istediğimde miyavlayıp bana bakıyor. "siz erkekler, hepiniz aynısınız" der gibi. bense mecburen geri dönüp biraz daha seviyorum kendisini. başını okşayıp, kuyruğunu sıvazlayıp gıdısını kaşıyorum.

evet, ben bir kedi olsaydım, bu halimle bu denli hayran olduğum bu güzel canlıya, kedi olsaydım işte, cinsiyetim farketmeksizin bu güzel "kadın"a aşık olup hayatımı uğrunda harcardım. sadece mart aylarında değil. her ay. her hafta. her gün. her an. onun o kocaman ve yumuşak tüylerini tenimde hissedip mest ederdim kendimi.

Güzel kadın

bir de sesi güzelse bunun, tanrı'nın varlığının yegane kanıtıdır kendisi. kim veya kimler bu kadar kusursuzunu ve muhteşemini yaratabilir-icat edebilir! kabul etmiyorum ben başka hiçbir gerekçeyi.
tanrı'nın varlığının kanıtı güzel bir kadındır. ötesi boş. kof. tanrı'ymış-cehennemmiş, hepsi nietzsche ve dante denen lavukların sırf düzgün bir seks hayatları olmadığı için kendi beyinlerinde yarattığı hayali yer-kişi.

hepsi güzel bir kadında lan işte. cennet de, cehennem de. tanrı da, şeytan da. siz kendisini sevdiğinizde, siz kendisiyle seviştiğinizde her yol cennete çıkıyor. o sizi sevmediğinde, o sizinle sevişmediğinde ise yaşadığınız her şey başlı başına cehennem oluyor. çektiğinizse kabir azabı.

güzel bir kadın sadece, bir şeyi her şey yapıp her şeyi de tek bir şeyde birleştirebilir. bu her şeye ya da tek bir şeye ben "seks" diyeyim, sen ise "tanrı" diye haykır. farketmiyor. neticede sen benim laciverdimsin. ben ise senin. ama güzel kadın... ama güzel kadın... ama güzel kadın, kelimelerim yetmez ona, dokunuşlarım, bakışlarım, öpüşlerim..
hiçbir şey ya da hiçbir şeyim yetmez onu tasvir etmeye. o kadar müthiş kusursuzluğu bozamam, insani hırs ve ihtiyaçlarımla. çoğu zaman geri çekilip, bir nefeslik mesafeden ona bakmak ve onu izlemek isterim sadece. bir de koklamak. onu. bir nefeslik mesafeden ama.

Sevişirken kendisi olabilen kadın

canına yandığımın kadındır. ayrıca şöyle en kral fransız fahişelerinden daha güzel bir performans sergileyip hem erkeğe gerçek hazzı tattırıp hem de kendisi bu eylemden muhteşem keyif alabilen kadın.
türkan şoray kanunları olmaz onun. hani türkan şoray ablamız filmlerde öpüşmemiş ya yıllarca. o manada diyorum. başka kriterleri olmaz. sadece kendisi olmaya çalışır. kendisi olup şehvet sayesinde muhteşem zaman geçirmek için.

böyle bir kadını bulan erkek asla ve asla bırakmamalı o kadını. hele de teni pürüzsüz ve kendisi gerçekten güzelse asla ve asla gitmemeli hayatından. onu yanında ve hayatında tutmak için elinden geleni de ardına koymamalı.
ben mesela, muhteşem teni ve dudakları olan bir kadının karşısına geçip "istersen pabucunu fırlat, geri getiririm" derim. diyebilirim bunu. madem şehvet de en az aşk kadar büyüleyici, madem şehvet de en az aşk kadar muhteşem, ve aşk da köpeklikse böyle bir kadının köpeği olmak bir erkeğin yaşayabileceği en muhteşem duygudur.

yeter ki sevişirken paramparça etsin tenimi. ısırsın, dişlesin, sıksın, tırnaklarını geçirsin. yeter ki sevişirken kaldırıp atsın en uzağa. şimdiye dek duyduğu ve kendisine tembihlenen her şeyi.
bana sadece saçlarını ve dudaklarını versin. verdikten sonra da neler yapabildiğimi görsün. 

sırf bu yüzden arınsın her şeyden. sadece bir çift topuklu ayakkabıyla koku bırakmaya benzemez sevişmek. sadece cinsellik içeren bir konuda fikir belirtmekle olmaz bu iş.
gerçeği lazım her şeyin. en gerçeği hem de. parçalamak, kırmak ya da okşayıp sevmek için. işte o gerçeği elde edildiğinde, o her şeyden daha değerli ve büyüleyici olur. oluyor.

onun güzelliği ve özelliği her şeyden üstün. bir bedende kendini yeniden bulmak ve her sevişmeden sonra yeniden kaybetmek ise arayışların en onurlusu.

Kız arkadaşının ayakkabısını bağlayan erkek

olması gerekeni olması gerektiği gibi yapan şövalyedir bu genç arkadaşımız. en basit örnekle, o an için özel bir davete gidiyor olabilirler ya da kız arkadaşının belinde, ayağında bir hastalık vardır, hanım kızımız eğilemiyordur, kendisi de yardımcı oluyordur kendisine.

o değil de bu tarz bir eylemde bile hala enaniyet, kibir, strateji arayan mankafalar var. inanılır gibi değil. hangi çağda yaşıyor kalpleriniz be. cevap verin de bilelim.
sırf bu eyleme benzer bir eylemi yıllar önce yaşamıştım ben. eylem aynı değildi, hissettirdiği duygu aynıydı. bir gün babam, "oğlum sırtımı kaşır mısın bi zahmet" demişti. ben de elimi atletinden içeri sokup kaşımıştım. 
sonra ben sırtını kaşırken kendisi, "atletin üzerinden kaşısaydın" dedi. "neden" dedim. "ne bileyim" dedi. "belki öyle kaşımak istemezsin, iğrenirsin" dedi.

hiç unutmam o an babamla gözgöze gelişimizi. ve verdiğim cevabı; "senden iğreneceksem, senin sırtına elimin değmesinden, tırnaklarımla seni kaşımaktan iğreneceksem öleyim şurada. neye yaşıyorum ki."

gülmüştü kendisi. sonra ben de gülmüştüm. onun gözleri güldüğünde ise son cümlemi söylemiştim; "sen benim babamsın."

bu mevzu da aynı. yaşatabileceği ruh hissiyatı bağlamında aynı kapıya çıkıyor. fedakarlık, bir insanı her şeyiyle kabullenmek, şefkat ve sevgi dolu. asla seksi değil ama. seksi olan bu eylemin zıttı. o bağcıkları çözdükten sonra ayak bileklerini tutup, ayak parmaklarından başlayıp, öpüp, koklayıp, emip, hafifçe dişleyip, o an gözgöze gelip, hafifçe gülümseyip... öhömmm.. neyse...

Zarif kadın

evrendeki en eşsiz tablo, en muhteşem şarkı, en leziz betimlemelerle dolu kutsal bir kitaptır bu kadın. incecik ayak bilekleri olur öncelikle. hafif dik ve küçük bir burnu. gülümsediğinde kaybolan gözleri, ve gözlerinin her daim sönmeyen ışığı, küçücük elleri, yine küçücük ayakları, uzun bacakları, bakımlı saçları, bembeyaz bir teni, bakımlı tırnakları, incecik beli ve sırtı... dümdüz. pürüzsüz...

zarif kadın içki kadehini eline aldığında karşısındaki erkek o görüntüdüen büyülenmiyorsa o da o erkeğin aptallığı olsun. zarif kadın sigarasından nefesler çekip dumanını boşluğa gönderdiğinde karşısındaki erkek o an mest olmuyorsa o da o erkeğin budalalığı olsun.

sonra dudakları... hafif dolgun ama asla sırıtmayan, yüzünün en uyumlu parçasıymış gibi duran dudakları... kendisiyle dans ederken size bir nefeslik mesafede duran dudakları. dans ederken siz kendisinin ayaklarına basmamak için çaba verdikçe hafifçe açılıp hep bir şeyler diyecekmiş gibi duran dudakları. hep öpecekmiş gibi duran dudakları. hep size ruhundan ruh sunacakmış gibi olan dudakları..

kadının kutsallığına dair yegane kanıt bu kadındır işte. zarif kadındır. muhteşem bir malikaneyi eşsiz yapan tül perdelerin şıklığı gibidir, üzerine giydiği her şeyin kendisini şık göstermesi.
muhteşem bir şelalenin o büyüleyen, büyüledikçe de kendisine doğru çeken bilinmezliğidir suskunluğu. şöyle sokulduğunuzda kendisine, belinden kavrayıp kendinize çektiğinizde, göğüslerinin yumuşaklığını göğsünüzde, kalp atışlarını ise kalbinizde hissettiğinizde vazgeçilmez olandır.

saatlerce dinleyebilirsiniz kendisini. gözlerine bakıp gözlerinizi hiç kırpmadan. hayatınız boyunca resmedebilirsiniz kendisini. ister resimle. isterseniz yazıyla. farketmez.. siz betimledikçe o bitmez. size ise o gülümsedikçe, öptükçe, sevdikçe ne bedeniniz ne de ruhunuz yetmez..

Zarafet

bu özellik bir kadında olduğunda o kadın, estetik yönden evrenin en muhteşem canlısı oluyor. o kadar muhteşem oluyor ki ona bakarken, ona dokunurken, onunla konuşup onu dinlerken oluşan görüntü tarifi imkansız bir bedene ve ruha bürünüyor. siz ise öylece hayran hayran bakıyorsunuz.
dinginlik ve huzur veriyor en önemlisi. durmanızı ve soluklanmanızı gerektiriyor. tüm kavgalarınıza ve erdemsiz savaşlarınıza son vermenizi sağlıyor. siz de her şeye ara verip soluklanıyorsunuz.

hani rüyanızda çok susadığınızı görüp de bir anda uyanıp hemen yatağınızın başucunda bir bardak soğuk su bulmak gibi bir şey bu. yarı uykulu yarı miskin halde o suyu içip de geri uyumak için yastığa kafayı koyup iki salisede uykuya geçmek gibi.

eşsiz kılıyor her şeyi. güzel ve büyüleyici bir de. bu özellik ancak bir kadında olduğunda ama. ancak bir kadının ellerinden tut gözlerinde, dudaklarında, hafif dik ve küçük burnunda, incecik belinde, uzun boynunda, pürüzsüz sırtında, hafif dolgun göğüslerinde ve dudaklarında olduğunda eşsiz oluyor.

güzellikten ya da seksilikten çok çok çok ötede bir yerde ikamet ediyor bu özellik. her ikisinden daha cezbedici ve göz alıcı. her ikisinden daha şık ve asil.
size ise sadece gülümseyip dokunmak kalıyor. bir de koklamak. bir bağımlı gibi burun deliklerinizden birisini boynuna koyup oradan kokusunu ciğerlerinize çekmeniz.

5 Eylül 2011 Pazartesi

İSTANBUL

burada yaşamayan her insana acıyorum. çok mu acımasızım. sanmıyorum. bu şehre geldiğimden beri ömrüm boyunca keyif alamayacağım her şeyden keyif aldım. ömrüm boyunca sevişemeyeceğim kadar kadınla seviştim, ömrüm boyunca kavga edemeyeceğim kadar erkekle kavga ettim.
her şeye gebe bir şehir burası. her şeye ama! iyiliğe-kötülüğe, güzelliğe-çirkinliğe! her şeye. hele bir de ekonomik özgürlüğünüz elinizde ve yalnız yaşıyorsanız tadından yenmiyor.

geçen gece sahile indim. onun öncesinde tüm gün dövme yapmıştım. dışarıda bir şeyler yiyip bir kahve alıp sahile indim. kayalıklarda öpüşen çiftler, birbiriyle şakalaşıp muhabbet eden gençler, orta yaş üstü kadınlar, köpek gezdirenler, hayata dair kocaman hayalleri ve planları olanlar, karşı sahilin eşsiz görüntüsü, vapurlar, denizin kokusu..
bir banka oturup bir sigara yaktım. öylece bekledim o bankta. ki normalde bir yerde fazla durmayı sevmem. hep aynı yerlere takılmayı, hep aynı yerlerden yemek yemeyi, hep aynı berbere gitmeyi.

iş ilişkisi arkadaşlığa dönen her şey mide bulandırıcıdır çünkü. mümkünse hiç kimse ne adımı bilsin ne de ne iş yaptığımı. fakat geveze bir adamımdır. lüzumlu-lüzumsuz hep ortaya bir şeyler atarım.
örneğin bir berbere girdiğim an ortamın tavşanı kıvamındaki çırağa takılırım. ya da günlük gazetelerden birisini elime alıp hiç olmayan bir haberi varmış gibi sesli okuyup milletin kızmasını-öfkelenmesini sağlayıp içten içe sırıtırım.

bir nevi nabza göre şebret. bir nevi oyun işte. o an karşımdaki kişi hemen galeyana gelip futboldan girip siyasetten çıkar. berber koltuğuna oturup kafamı yasladığımda gözlerimi yumarım. 
onlar ateşli bir şekilde tartışmaya devam ettiğinde gıkım çıkmaz. insanların performansını merak ettiğimden öylece beklerim. geçen gün böyle yaptım yine. bir gazetenin magazin ekindeki bir kadın mankenden ötürü "bilmezsen ne ne yapmış, sonra da o zamanlar daha çocuktum" demiş, dedim.
içeride bulunan bir kaç kişi hemen atraksiyona geçip kendilerini temize çekmek için çabaladılar. hemen kendilerini temize çekmek, kendi vicdanlarını rahatlatmak için o kadının hiç olmayan demecinden dolayı onu aşağılamaya başladılar.

öylece dinledim onları. sakalımı düzelttirip çıktım dışarı. home ofisime gelip kaldığım yerden devam ettim hayatıma. işte o akşam üstü de o bankın üzerinde otururken düşündüm.
bu muhteşem şehri düşündüm. bencilliğime bencillik ekleyen, yalnızlığımı yalınlıkla çarpan bu muhteşem şehri düşündüm. eskiden de kriterleri olan bir adamdım. kendi onurum ve erdemim için kendimden vazgeçmeyi göze alabilen bir deli.
bu sefer farklı ama. bu sefer farklıydı. ya ben gerçekten büyüyordum ve büyüdükçe acımamayı öğreniyordum ya da istanbul küçülüyordu.

önemsiz. iliklerimde dolaşan bir şey vardı ama. dönüşün imkansızlığı. ne başka bir şehire ne de başka bir hayata. anlıyordum o an her şeyi. bir yıl bir aydır home ofisimin girişinde uyuyan o evsiz amcanın neden bu şehirden kopamadığını.
kendisine yazın kiraz ve şarap, kışınsa tost ve sıcak çay verdiğimde neden gözlerinin gülüp mutlu olduğunu. geçenlerde bir paket sigarayı montunun yan cebine koyup içeri geçtiğimde sabah uyandığı an, elini cebine atıp o sigara paketiyle karşılaştığında tanrı'ya inanmasını istiyordum.

uykularının yukalığı yalnızlığından kaynaklı elbet. ayak seslerini duyduğu an sırtını kaldırıma dönüp yüzünü betona yapıştırışı insanlardan kaynaklı. o adamla aynı şehri paylaştığım için mutlu muyum, hayır. mutsuz muyum, sanırım.
spor salonuna giderken de hissettiğim bu ruh hali ama. sanatkarlar sokağı'ndan her geçtiğimde yanıma gelen o güzel tüylü dişi tekir gibi. kendisinin kuyruğu uzun, biraz şişko. etrafında her zaman 4-5 erkek kedi var.
ben kedi olsaydım ona aşık olurdum. kendisi ayaklarıma sürtünüp, salona biraz daha geç gitmem ve kendisini sevmem için çabaladıkça onu da anlıyorum. çünkü bu şehirde canlı olmak büyüleyici.

arada bir gelip geçen insanlardan ürkmesini anlıyorum onun da. bize yaklaşan her insanın sevgiyle yaklaşmadığını o da ben gibi anlamış olsa gerek. sonra kendi yürüyüşlerim geliyor aklıma. sigara içmediğim anlarda sol elimi cebime sokup cebimdeki anahtarlığı yumruk yapıp yürüyüşüm. ve karşıma çıkacak ilk insanla hiçbir şey konuşmadan kavga edebilecek olmam.
anlıyor ama insanlar. sadece köpekler değil, her canlı kendisinden korkan kişinin kokusunu alıyor bence. bu kokular ise istanbul'da daha bir keskin. buna karşın kendisini sevenleri anlayamıyor ama insan. sadece istanbul'da değil, hiçbir yerde.

fazla renk ve fazla görüntü var çünkü. beyin odaklanamıyor hiçbir şeye. ne yeni bir insana ne de yeni bir sese. istanbul'a geldiğimden beri hissettiğim en yoğun duygu ise yaşamak.
en mutsuz ve yalnız anlarımdan tut, en mutlu ve canlı anlarıma varana kadar. yeter ki benden sonra daha mutlu ve huzurlu olsun birileri. bu konuda her şeyden feragat edebilirim. ettiğimi birileri çok iyi biliyor çünkü.

hatta bayramın ilk günü annemle telefonda konuşurken annemin "neden fazla aramıyorsun" sorusuna verdiğim "bilmem. özlemiyorum sanırım. özleyemiyorum" cevabım ve onun suskunluğu, benim de susmam. bu çaresizliği ve gerçeği kabul etmem.
sonrasında onun "senin için çok dua ediyorum" demesi, benimse "duaların bolu dağını bir türlü aşıp da istanbul'a ulaşamıyor" demem, kendisinin ise gülmesi. sonra benim gülmem.

her şeyin gerçeği var bu rüya gibi şehirde. aşkın, seksin, nefretin, sevginin, kavganın, hoşgörünün... hiçbir şey göstermelik değil burada. bu yüzden kendisine para vermeyen birisini neşterle boğazından kesebiliyor tinerci çocuklar.
aşık olduğu bir kadın kendisini terkettiğinde, gecenin 4 buçuğunda, sokağın ortasında "hayatımı siktin lan allahsız karı!" diye bağırabiliyor yaşlı bir adam.
el tezgahlarından kitap ya da cd baktığınızda almayacağınızı az bir şey hisseden kişi nazikçe sizi kovabiliyor. ya da gecenin bir yarısı sokağa çıkıp yolun solundan yürüdüğünüzde birileri delirmiş olduğunuzu hissedebiliyor. ya da sizin solak olduğunuzu.

işte o bankta beklerken tüm bunlar geçiyordu aklımdan. durmak bilmeyen ve hiç susmayan bir zihine eşlik eden, hiç susmayan ve hiç uyumayan bir şehir. başka ne isteyebilirim ki!
başka ne arzum olabilir ki tanrı'dan. hiç. sadece burada kalayım. eğer bu ülkede geçecekse ömrüm, ben, tüm mutluluğum ve mutsuzluğumla, ben, tüm yalnızlığım ve kalabalığımla burada kalayım.

bu temenniler esnasında ben bankta otururken yanıma yaklaşmaya çalışan orta yaş üstü bir kadının gezdirdiği köpeğin ayaklarımın dibine gelişi. kadınınsa gülümseyerek bir şeyler demeye çalışması. benimse yalandan konuşamıyormuşum gibi davranıp bir dilsiz gibi davranmam.
hatta bu yetmezmiş gibi bir de işitme engelli birisiymişim gibi rol yapmam. kendisinin üzülmesi. belki de üzülüyormuş gibi yapışı. benimse yeni bir insana ve yeni bir insanın sesine dahi tahammül edemeyişimi kendimce kabul etmem.

oradan kalkıp iki adım ötede duran balonlara ateş edip bir kaç ıskadan sonra diğer balonları tek tek vurmam. etrafıma yığılan gençlerin gülüp balonların sahibi amcanın bana içten içe küfretmesi. az ötedeki üç bira kutusunu iki adımlık mesafeden devirmek için balon olmuş futbol topuyla fantezi denemem. ve hep ıskalamam. benim gülmemin aksine bu sefer bu düzeneği koyan gencin verdiğim 10 tl ile pis pis sırıtışı.
az daha ileride benden sigara isteyen orta yaş üstü bir amcaya sol elimdeki sigarayı gösterip "sigara kullanmıyorum" demem. onunsa o anın şaşkınlığıyla elimde yanan sigaraya bakıp ne dediğimden bir bok anlamayışı. hatta beni görüp görmediğinden bile emin olamayışı. benim bunca yıldır gördüğüm ve yaşadığım her şeyin gerçekten varolup gerçekliğinden emin olamayışım gibi.

sonra home ofise doğru yollanışım. barlar sokağından taşan, içki içen gençlik. birbirilerinin tenini ısırarak ve öperek çürütmek varken bira denen lanet bir içkiyle zebil olan gençlik.
ve onlara duyduğum öfke. fit vücutların ve diri zihinlerin seks hariç diğer her şeyle harcanışına içimin el vermemesi. kaçak bakış atan kadınlar, ve o kadınların kendilerini farketmeleri için bukalemun gibi şekilden şekile giren erkekler. kendileri olmak hariç her şey olanlar.

benimse elimdeki sigaramla bahariye'ye düşüşüm. akbank'ın önünde sazıyla-mikrofonuyla ahmet kaya şarkıları çalan adamın yanından transit geçerken onun dizinin dibine oturmuş üç genç kız. ortadaki kıvırcık saçlıyla gözgöze gelişim. 
içimden 10 adım sayıp geri dönüp baktığımda eğer hala bana bakıyorsa onu oturduğu taşın üzerinden kaldırıp, elinden tutup sonsuzluğa uçma sözüm. 
"...9 ve 10" dediğimde geri dönüp bakışım, onunsa küçük aynayla makyajını tazeleyişi. gecenin bir yarısı, sokağın ortasında. benimse acı acı gülümseyişim.

home ofisimin giriş kapısına geldiğimde hemen sol taraftaki evsiz amcanın bu gece orada olmayışı. cüzdanımdan bir kağıt parçası çıkarıp, o kağıt parçasınınsa geçen gün başladığım ney kursunun telefon numarası ve adresi oluşu ve benim buna aldırmaksızın oraya bırakışım. 
sonra merdivenlerden yukarı çıkarken kendi kendime yinelediğim şeyler;

"bu saatten sonra istanbul'dan ötesini kaldırmaz zihnim" deyip saate bakışım. ve sonra devam etmem; "ötesine sığamam. dar gelir her yer bana. kesmez beni. olmaz. olduramam. burada kalayım. burada çürüsün etlerim. lime lime olayım. farketmez, en mutsuz ve ümitsiz gecelerinde bile bir mucizeye yatıp kocaman bir hayal kırıklığına uyanmam. hatta kocaman bir hayal kırıklığıyla. yeter ki dudaklarından öpüp, alnıma götüreyim dudaklarını. bayramda öpemediğim annemin elini öper gibi öpeyim istanbul'u. ve tüm 'güzel' kadınları."

http://www.youtube.com/watch?v=ctnpishkaj0

Beyaz tenli kadınlar

kadının hasıdır bunlar. sevişirken bir erkek için ekstra tahrik edicidir ten renkleri. öpülen, sıkılan, dişlenen tenleri erkeği daha da tahrik eder. eğer bir cennet varsa ve o cennette de huriler, işte o huriler bu kadınlardan oluşacak. öldükten sonra cennete giderseniz boşuna sırtında iki kanadı olan bir canlı beklemeyin. gerçi bu performansla kimsenin cennete gideceğini de ummuyorum ama, her neyse işte.

bu kadınlar kadın denen varlığın bir bug'ıdır. şaka veya ironi yapmıyorum. bu kadar mı leziz olur bir kadının bedeni. bu kadar mı vazgeçilmez ve bağımlı yapabilen cinsten.
hele bir de bu kadınlar kızıl ya da sarışınsa kendilerini öpen erkek, kendilerine dokunan erkek hep bir fazlasını arzulayıp hep bir fazlasının peşinde olur.
ana yolun ortasında, evde, sokakta farketmeksizin bu kadınlarla bedensel teması hep en yüksek seviyede tutmaya çalışıp, tabiri caizse tek bir an bile kendilerinden mahrum kalmamak için çabalar.

biz ölümlü erkekler için fazla kusursuzlar. erkekler için fazla ütopikler. erkekler için fazlalar. tez vakitte nurilerle birleşinler. ben kendilerine dokunmaktan korkuyorum. işin sonunda taş kesilmek var çünkü.

Kır zincirlerini

bir gün, bir yabancıyla müzik tartışmasına girsem işte bu şarkıyı alıp karşımdaki kişinin alnına yapıştırırım. nasıl bir şarkıdır bu! geçen gece rüyama girdi. bir şarkı insanın rüyasına girer mi! girermiş. bu şarkı o sorunun cevabı!

rüyamda, tarkan efendi yüksek bir yerde bu şarkıyı söylüyor, biz inananlar ise aşağıda hep beraber birbirimize... öhöm. biz inananlar ise aşağıda dans ediyorduk. güzeldi. en az bu şarkı kadar. 

hiç modası geçmeyecek bir şarkıdır kır zincirlerini. hiç eskimeyecek. türkçe yazılmış ve yazılacak, bestelenmiş ve bestelenecek, söylenmiş ve söylenecek hiçbir şarkı bu kadar davetkar ve cesur olamayacak! sonsuza dek. sözlere bak sözlere; 

***

kır zincirlerini
seninle son gecemiz bu
bu son sevişmemiz belki de
bırak alev alsın bedenin
hissettiğin gibi ol bu gece

tüm oyunları oynayalım sırayla
günaha bulanalım biteviye
şşş konuşma hiç soru sorma
sırlarımı keşfet bu gece

kır zincirlerini gel
aşka kanalım seninle
yum gözlerini
soluksuz uçalım göklerde

geriye sayım başladı
ayrılık anı çok yakın
bırak tutuşsun bedenin
tadına varalım her dakikanın
tüm yasakları delelim
yudum yudum içelim aşkı bu gece

*** 

kimin haddine, bu denli tutku dolu sözler yazmak! çok ciddi soruyorum, "ki-min had-di-ne! türkçe yazılmış ve yazılacak en şehvet yüklü, en tutku dolu satırlar işte şu yukarıdakiler!

club mix'i ise leziz;

http://www.youtube.com/...t=1&list=ple721826be63c6759

Eminem

geçen yıl yaptığı şarkılarla "ben daha ölmedim piç kuruları!" diyen öfkeli adam. öfkesini bu denli güzel ifade ettiği için şahsım adına söyleyecek olursam, leziz!

bu genç ilk piyasaya düştüğü dönemler ben müslüm gürses dinliyordum. ankara'nın dikmen'inde başka ne dinleyeceksin lan! bir gün berbere düştüm bu genç lose yourself'i icraa ediyor televizyonda. "amanın" dedim. "bu ne biçim bir ses ve yorum. ulan elin oğlu kedi gibi miyavlayıp mest ediyor adamı." 
ancak serde delikanlılık var tabii. çaktırmadan dinliyorum. beğenimi belirtsem, o berber salonunda linç edilirim. zaten aralardan deyyusun biri çıkıp kapatın "şu piçi" dedi. kapadılar. hemen eve gelip kendisini araştırmaya başladım. trajik geçimişi, şusu, busu derken bir baktım götüm götüm rap müziğe doğru gidiyorum.
"napıon la bebe sen" dedim kendi kendime. bıraktım eminem dinlemeyi. sonra bir dünya müzik dinleyip rock'ından tut halk müziğine kadar denedik, soluğu trance'da aldık da rahatladık.

fakat geçen yıl öyle iki şarkı icraa etti ki saygı duymamak, ayağa kalkıp avuçlar patlayana kadar alkışlamamak elde değil.

ilk önce lose yourself;

http://www.youtube.com/watch?v=ho2wa0te0wm

sonra not afraid; 

http://www.youtube.com/watch?v=j5-ykhdd64s

ve ve ve, love the way you lie;

http://www.youtube.com/watch?v=uelhwf8o7_u

Oral seks

seksin en güzel hali. bir erkek bunu kadına yaptığında, pozisyon itibariyle kadın sırt üstü uzanmışsa, kesinlikle ve kesinlikle kadınla gözgöze gelmeli. zevkten çıldıran kadının gözlerinin akını göreceksin genç. bu senin hayattaki tek ulvi görevin, eylemindir.
ve yine bir kadın, erkeğe yapıyorsa, o da kesinlikle ve kesinlikle erkekle gözgöze gelmeli.
ne lan öyle, macun yer gibi yumulup hiç göz teması sağlamadan iki yalaşap emmek ve yalamakla geçiştirmek. kabul etmiyorum ben. göz teması genç, ıskalanmaması gereken püf noktalardan birisi bu.

bir de bu müthiş eyleme direk olay mahallinden başlamayacaksın. abartı gelecek belki ama ta kolun iç kısmından başlayıp (her iki cinsiyet için de geçerli olan şey; oral seks yapılan kişi sırt üstü uzanmışsa) oradan göğüs kafesine, göğüslere, göğüslerden göbek çukuruna, göbek çukurundan kasıkların az üstüne, oradan da olay mahalline gelinebilir.

insanlar birbirlerini yermek ve acıtmak için kullandıkları dillerini şu oral sekste kullansalar, dünya güllük-gülistanlık olur zaten. bir de bu şekilde yapılan çeşidi denenirse en sonunda şirinleri bile görebilirsiniz.

Seks

insanı insan yapan yegane şey. çocuklara, yaşlılara baktığınızda dediğimi az-çok anlarsınız. anlamasanız da anlayanlar anlamayanlara anlatsın. anlatmasın ya da, seks yaparak göstersin, neyi ıskalayıp neyden mahrum kaldığını. bu yüzden insanı insan yapan yegane şeydir seks. şimdi bir aklıevvel kalkıp diyebilir; "eee, hayvanlar da seks yapıyor." doğru. hayvanları da hayvan yapan yegane şey seks. mesela iki kediyle beraber yaşıyordum geçen kış, çiftleşme dönemleri geldi, fıydı gittiler. 
insan hariç her canlı sekse her şeyden daha çok önem veriyor çünkü. insan aç kalmaktan korkuyor, açıkta kalmaktan. insan hariç diğer canlıların umrunda mı bu? asla. bir şekilde yiyecek bulup barınaklarına ulaşacaklarından eminler.

oysa insan sekse ulaşmak için debelenip duruyor. göt yalamaktan tut kıçını yırtmaya varana kadar. en basit hesapla 20 küsür milyon insan var istanbul'da, ve bunların %90'ının düzenli bir seks hayatı yok.
kalıbımı koyarım, evli olanların bile yok. niye? çünkü sabah gidilecek işler var. sabah gidilecek okullar. saçmalığa bak, insan, kendini iyi hissettiren şeye ulaşmak için hem bedenen hem de ruhen yorgun düşüp ondan sonra onu elde edebiliyor. ya da onu yaşıyor.

işte insanın en büyük defolarından birisi de budur. her şeyin en temeline ya da en tepesine seksi koyup ona ulaşmak için saçma-sapan onlarca uğraş geliştirmiş olması. ve buna birinci elden ulaşmak varken siktiriboktan introlar ve komplimanlarla zaman harcaması.
sizi göreyim amına koyim, bulun seks yapacağınız kişiyi, ön sevişme mahiyetinde yüzbinlerce introdan geçip katrilyonlarca kompliman yapın. sonra da sevişin. erkekseniz seks yaptığınız kadını zevkten ağlatın. kadınsanız, seks yaptığınız erkeği zevkten uçurun.

Yalanlara inanıp gerçeklerle yaşamak

zordur. tabii gerçeğinizin ne olduğuna bağlı bu. gerçeklerinizin ne olduğuna. inandığınız yalanlar önemsiz mi? asla! onlar da önemli. en az gerçekler kadar. sonrası çorap söküğü gibi gelir zaten. sonrası hiç beklemediğiniz yüzsüz bir misafir gibi gelir, zihninizin, kalbinizin en üst köşesine oturur. siz kovmak isteseniz de gitmez. kapı dışarı etseniz de çıkmaz dışarı. öylece duırur orada.

insani ilişkilere dair her zaman ve her şartta bocalamış bir adamımdır ben. belki kendimi çok önemsediğimden belki de herkesin ben gibi olmasını arzuladığımdan. ömrümün üçte birini bildiğim her şeyi diğer insanlar da bilsin diye debelenmeyle geçirdim ben.
hatta daha geçen gece bir şeyler yerken bir kitabevinin önünde iki genç kız fotoğraf çekiniyorlardı. kızlardan biri charlie chaplin'le fotoğraf çekinirken diğeri köşede duran franz kafka'dan ötürü "sen de şu abiyle çektir" dedi arkadaşına.

evet, benim en büyük hatam, ömrümün üçte birini boşa geçiren şey buydu. her hangi bir insanın hiç önemsemediği yarrak kürek bir yazarı yeri geldiğinde peygamberim ilan etmem. kafka'yı çok sevdiğimden demiyorum bunu. bir kaç kitabını okuyup onu bildiğimden.

ömrümün üçte biri de doğuştan elimde olmayan şeyleri elde etmeye çalışmakla geçti. yaşadığım şehirden tut yaptığım işe varana kadar. ilk dövmemi 6 saatte yapmıştım mesela. şimdi o tarz bir dövmeyi 20 dakikada yapıyorum oysa. ve o dövmeyi yapmadan önce profesyonel eğitim aldığım kişi elimin yatkınlığını hissedip boşlamıştı beni.
sonra yaşadığım yer. birileri istanbul'da dünyaya gelip bu muhteşem şehri beğenmezken ben bir savaş enkazında en sevdiği oyuncağını bulan küçük bir kız çocuğu gibi sahiplendim burayı. 
kadıköy sokaklarındaki kediler ve köpekler bile gözüme dünyanın en değerli varlıkları olarak geliyorlarsa bunun en büyük nedeni istanbul'da yaşıyor olmam, istanbul'u bu güzel canlılarla paylaşıyor olmamdır.

ömrümün diğeri üçte birini harcadığım şeyse aşktı. sevgi, saygı, sadakatti. oysa hepsi kanunlarla elde edilebilen bir şeymiş. evet, yanlış duymadınız, aşk da dahil hepsi elde edilebilen bir şeymiş.
yeter ki siz gözünüzü karartın ve inadına üstüne yürüyün bir şeyin. vurun, kırın, parçalayın! sendromlardan sendrom beğenen kişi eninde sonunda size aşık oluyor, korkmayın.
kimi daha derinden incitirseniz, kimi daha zor durumda bırakırsanız o daha çok sevip daha uzun süre aşık kalıyor size!

insan bu, yalanlara inanıp gerçeklerle yaşamayı marifet belliyor. şimdiye dek ben hiç görmedim ve duymadım dürüstlüğün, sadakatin bir şey kazandırdığını.
ve dürüstlük, sadakat? hepsi ama hepsi korkudan kaynaklı şeyler! insan lan bu, temiz olabilir mi? aşık kalabilir mi? sonuna kadar sadakatle yoğrulup öyle şekillenebilir mi!
yeter ki fırsat geçsin eline. yeter ki korkuyu atabilsin ciğerlerinden. işte o vakit sikip atar her şeyi! siz görün, tırnaklarının ne kadar derininize saplandığını! siz görün, rezillikte ve adilikte nasıl kariyer yaptığını!
gece verdiği sözleri sabah nasıl unuttuğunu. tüm bunları gördüğünüzde gerçeklerle yaşama çağınız başlar.

biliyorum, zordur. bir gün o kadar çok acı çekersiniz ki gözlerinizi bir hastanenin acilinde açarsınız. ya da show tv'de. işin şakası bir yana, gözlerinizi bir hastanenin acilinde açarsınız. 
oradan mideniz yıkanır. içinizdeki kan boşaltılır. serum yiyip kendinize gelirsiniz. ertesi günün sabahında yerinizden doğrulup dışarı çıktığınızda güneşi görürsünüz. hiç olmadığı kadar sıcak ve göz alıcıdır.

kendi kendinizi dünyaya getirirsiniz. belki 26 yaşınızda, belki de...

önemsiz. tüm bu gerçekler uyuşturur ama sizi. hareket kabiliyetiniz kısıtlanır. inceliklerden beslenen ruhunuzun tüm yaşam üniteleri yerle bir edilir. can çekişirsiniz hep.
bir zamanlar sizi ayakta tutan inanç, bu sefer sizi güçlü kılar. empati yapmayı bırakırsınız bu yüzden. en yükseğe çıkıp oradan bakarsınız insanlara. asla ve asla karşıdakinin yerine koymazsınız kendinizi.

yolda bir dilenci size elini uzatsa bacak arasına tekmeyi yerleştirip o acı çektiği için eğildiğinde avuçlarından dökülen bozuklukları alıp kaçarsınız.

hoşgörü, saygı... hepsi kof! siz peygamber değilsiniz! son peygamber geleli de 1500 yıl oldu! yalan hepsi. çok pis kandırıldık! çok pis aldatıldık! eşsiz değil insan! tam tersi, evrende varolan en aciz varlık! evrenin tek defolu canlısı! hem genetik olarak hem de biyolojik olarak tek kusurlusu!
aldatıldık! zekamızı kullanmamızı, elimizi-kolumuzu kullanmamızı üstünlük belledik! oysa bir sokak kedisi hepimizinden daha mutlu. ve koca bir insanlık olarak, bir sokak köpeği kadar olamadık! onun kadar kayıtsız, onun kadar dingin ve onun kadar güzel!

Her şey kumardır

evrende varolmuş ve varolabilecek en net yargılardan birisi! belki de en neti! aşk, seks, şefkat, şehvet, saygı, öfke, sevgi... her şey ama her şey! zira ne bilimin ne de ilimin kelime-rakam dağarcığı yetmiyor hiçbir şeyi en net haliyle açıklamaya-sunmaya.
bu yüzden her insan çıkmaza girdiği her an son ses bağırıp rahatlatmalı kendini; "her şey kumardır!"

bir ilişki öncesi boşa harcanan zaman nafile. bir iş öncesi o işe alınmak için verilen mücadele boş. kişinin kaderi ne yazık ki hep bir başkasının elinde. bu yüzden hiçbirine ama hiçbirine gerek yok.
insan bu, istese, bir ilişkiyi doğru-düzgün götürmek için bir ömür rol yapabilir. gerçekten yapabilir bunu. yeter ki istesin. sadece bunu mu! her şeyi yapabilir insan. her şeyi başarabilir. yeter ki istediği şeyin bir ucu başka bir insana bağlı olmasın! eğer istediği şeyin bir ucu başka birine bağlıysa hiçbir şeyi başaramaz insan.
o diğer ucu elinde tutan kişi diğer kişiyi de aşağı çeker. beraber düşerler başarısızlık kuyusuna.

sırf bu yüzden her şey kumar işte. öncelikle tanrı! zira ne öbür tarafa gidip de gelen var ne de tanrı'yı bu tarafta çıplak gözle görüp elleriyle dokunan. hele kendisiyle karşılıklı iki tek rakı atıp aynı masadan sendeleyerek kalkan, kalkıp da kolkola giren hiç yok!
sevgi keza! biten ilişkiler en büyük örnektir sizlere. ki onlarda, almasını bilenler için büyük ibretler vardır. bir diğer olgu olan seks, şehvet! kişi sizinle sevişirken istediği kişiyi düşleyebilir! var mı ötesi! zihne kelepçe vurulabiliyor mu!

her şey kumardır. her şey ama. kazananın kim olduğunun bilinmediği, daha doğrusu bir kazananın olup olmadığının bilinmediği bir kumar. zor duruma düştüğünüz anlardaki çektiğiniz blöfleri düşünün!
daha dün gece bu saatlerde on numaradan ikinci kez 9 tutturmuş birisi olarak son ses bağırıyorum ben. ister kulaklarınızı tıkayın, ister tıkamayın. görünenle yetindiğiniz sürece zarardasınız.
postlar sizin aklınızı ve kalbinizi çeldiği sürece ziyandasınız. görünenin ardındakini görmek için dilinizi ve dudaklarınızı işin içine sokmadığınız sürece bir gün donunuza kadar kaybedersiniz.
sürekli sayısal, şans topu ve on numara oynadığım tekel bayiindeki abiye yarı şaka-yarı ciddi benim söylediğim gibi, "bir gün donuna kadar alacağım."

risk etmek lazım bu yüzden. her şeyi hem de. gerekirse kadınlığı. erkekliği. işi. gücü. parayı. pulu. bilgiyi. geleceği. şimdiki zamanı. her şeyi. neticede kumar her şey. asla ve asla ıskalanmaması gereken şeyse;

"ya tutarsa!"

korkmayın, hiçbir zaman şimdikinden daha yalnız, mutsuz ve ümitsiz olmayacaksınız! hiçbir zaman şimdiki halinizden daha beter acımayacak canınız. insana insan olmaktan başka seçenek sunulmadı çünkü. o zaman gerek yok korkulara. telaşlanmaya. sırada insan olmak varsa ve hep tekrarladığım gibi her şey kumarsa, elde-avuçta ne varsa ortaya konulup rest çekilmeli. rest çekerken de içten, son ses bağırmalı. sonsuza dek;

"ya tutarsa!"

http://www.youtube.com/watch?v=ln29cxujycc

http://www.youtube.com/watch?v=1k4ru4w0shm

http://www.youtube.com/watch?v=crrp1xb90u4

29 Ağustos 2011 Pazartesi

İstanbul

kendisini yaşa(ya)mayanlara, kendisinde yaşa(ya)mayanlara bir kaç şey söylemek istediğim muhteşem şehir; 

"olum/kızım, çok güzel lan burası. gelsenize. biz burada hep orgy düzenliyoruz. hepimizin hem sevgilisi hem de sevgilisinden ayrı fak badisi var. kimin eli kimin götünde belli değil. seksten sekse koşuyoruz lan burada. böyle sürekli bir fantezi ve özgürlük deryası burası. şaka lan şaka, kimsenin bir sik yediği yok burada. insan her yerde aynı amına koyim. erkeklerimizin bir çoğu elini, kadınlarımızın hemen hemen hepsi de eliyle kendini sikiyor. bu şehirde kullanılan antidepresan parasıyla, bu şehirde psikologlara, spor salonlarına verilen parayla konya'nın yerine yeni bir istanbul inşaa edilir bacısını sikeyim. siz, siz olun çıkmayın olduğunuz yerden. hele bir de gerçekten cesaretsiz ve parasızsanız kılınızı bile kıpırdatmayın.
şöyle bir yer hayal edin şimdi, metrobüs denilen gerçek bir belgeselin çekildiği şehir. helikopteriniz olsa bile burada işe-okula geç kalırsınız çoğu zaman. çünkü o helikopteri indirebileceğiniz tek yer stadyumlar. oralara da sikseniz indirtmezler. işe-okula geç kalmamak için yapmanız gereken tek şeyse ömrünüzün üçte ikisini yollarda harcamayı göze almak. tibet'e giden keşişlerden beter ahali. ne gençler evliya oldu çıktı yollarda, sizin haberiniz yok.

jet sosyete mevzusu var bir de değil mi? saçma-sapan magazin programlarında izlediğiniz şu jet sosyete hani. yok lan öyle bi' şey. yemin ederim yok. en fazla sokakta karşılaşıyorsunuz o ünlülerle. benim şimdiye dek karşılaştıklarım şunlar; mustafa topaloğlu, ferhat güzel, ismail türüt ve yonca evcimik. hatta yonca evcimik'le yolda çarpıştım. özür diledim kadından, o an yanımda olan arkadaş 'tanımadın mı lan, o yonca evcimik'ti' dedi. varın siz hayal edin ne kadar ünlülerle karşılaştığınızı.
ama yalan yok, geçen ay sevda demirel benim home ofisimin altındaki çantacıdan çanta almaya geldi. o an ben de camdan dışarı bakıyordum. bir an gözüm aşağıya ilişti. ve kendisini göğüslerinden tanıdım, ehehe. bir de sunay akın ilişti gözüme. tam o mu, değil mi çıkaramasam da gecenin 2 buçuğunda kucağında bir dünya oyuncakla sırıta sırıta yürüyen gözlüklü ve uzun boylu hafif kel bir erkek başka birisi olamazdı.

burada kimse evde ya da yurtta yaşamıyor ha. ofis var. ofisler var. sanırsın ki anasından çıktığı andan itibaren herkes ofislerde büyümüş, gelişmiş, ergenliğe girip yaşlanmış. her bir yarrak aha bu ofislerde cereyan ediyor. lan bir tanesi de oto tamircisinde, mezbahada, bir matbaada, lokantada çalışmaz mı arkadaş. ve hemen hemen herkes burada yönetici asistanıdır. vay aliminyum!
burada kimseye bir şey de soramazsın ha. sen, sen ol sakın bir şey sorma. hani bir deyim vardır ya; pinti kasaba muhtaç olacağıma keser sikimi yerim diye, aynen öyle. burada sakın kimseye muhtaç olma. nasılsa herkes sen gibi. sen yine de empati yapma. gerekirse bencillik et ve benden değerlisi yok deyip kendini avut. ne farkeder, bu ne kendine söylediğin ilk yalan olacak nasılsa, ne de son. avun git işte.
tüm bunlara karşın kötü mü, asla. yolda yürürken hayatınız boyunca göremeyeceğiniz kadar çok mini etekli ve mini şortlu kız görürsünüz burada gencolar. hayatınız boyunca asla ve asla tanışamayacanız erkeklerle tanışıp bir gecede çatır çatır sevişirsiniz gacılar. ama mevzu sizde bitiyor. tüm bunların olması için güven,özveri ve tecrübe gerekiyor. şöyle hafif yuvarlak ve dik olanından. her iki anlamda da cidden bu gerekiyor sadece. bir de mangır.

iyi bir yer sonuçta burası. moda çay bahçesi'ne oturup avrupa tarafına baktığınızda cana geliyorsunuz dinini-imanını sikeyim. galata kulesi'nde şarap içip istanbul'u seyreylediğinizde gerçekten yaşadığınızı anlıyorsunuz. galata köprüsü'nün altında rakı-balık keyfi yaptığınızda denizin kokusu ciğerinizi dağlıyor.
sokaklarında yürümek ise ayrı bir keyif. hele bir de o yollar trafiğe kapalıysa dadından yinmiyor. gerçi iki adımda bir birisi gelip sizden para istiyor ama o kadar da olacak artık. ona da ayak bastı parası diyelim.

türkiye içerisinde başka bir devlet sanki burası. burada yaşayıp da burada denizin olduğunu bilmeyen milyonlarca insan varmış. geçen yıllarda bir gazetede okumuştum. doğrudur. çünkü öyle yerleri var ki istanbul'la alakası yok. adı istanbul ama kendisi kırşehir sanki. diğer şehirleri küçük gördüğümden değil ya, o şehirler kadar arada kalmış ve fazla dile pelesenk olmadığından diyorum.

bak geceleri güzeldir ama bu şehrin. çok güzeldir hem de. evli evine-köylü köyüne çekildiği an iyidir. yalnız, fazla zorlama yaşayanlar var burada. en basit örneği ise şu, cumartesi geceleri dışarı çıkma mecburiyeti.
iyi de, herkes sen gibi göt yalayıp da tüm hafta içi belasını siktirmiyor ki saçma-sapan müdürlere-müdirelere. işte o cumartesi günü kesinlikle dışarı çıkıp bir şeyler içmek gerekiyormuş. adet böyle. dışarı çıkıp bir şeyler içmekten kasıt da boktan bir pub'a gidip 3-5 sidik gibi bira yuvarlamak, düşerse de mal bi' karı ya da herif kapıp o leş gibi bira kokusu eşliğinde çiftleşmek.

burası güzel ama. çok güzel hem de. çamlıca'ya çıkıp, adalara gidip tadına varmak lazım. düşünsene lan, odanın balkonundan her an denize işeyebileceğin bir yer burası. biraz da paran varsa şahı da sensin buranın, şahbazı da. 
burada yaşamanın en kolay yolu ne ama biliyon mu genç? insan hariç başka bir şey olmak. kedi olabilir mesela bu. köpek de fena değil. hiç olmadı, yabani güvercin ol amına koyim. herkes seni besler, kafanı okşar ve sana şefkatle yaklaşır. ama sakın ha insan olma burada. vallahi yalnızlıktan ve açlıktan geberirsin de kimsenin ruhu duymaz. her şeye ve herkese karşın iyi midir diye sorduğunu duyar gibiyim. iyi söz mü lan, can olum burası can. biz burada hep orgy düzenliyoruz. hepimizin hem sevgilisi hem de sevgilisinden ayrı fak badisi var. kimin eli kimin götünde belli değil. seksten sekse koşuyoruz lan burada. böyle sürekli bir fantezi ve özgürlük deryası burası.

her şey bir tarafa genç, insanın olduğu neresi sonsuz bir güzellikte ki burası da sonsuz bir güzellikte olsun. hani üstad demiş ya; 'kaldırımlar güzel ama bir de üzerinde yürüyen şu insanlar olmasa!' diye. işte o kaldırımların yerine istanbul'u koy, gerisini hayal etmeye çalış."

Türk pornosu

mevzuyu yanlış anlayan abilerin-ablaların icraatı. geçenlerde bir bakayım dedim, her hangi bir porno siteye "turk" yazdığımızda bizim gencolar bu işi nasıl icra ediyorlar diye. çıkan videoları görmez olsaydım. bir yabancı insan ben gibi merak edip porno sitenin arama motoruna "turk" yazsa, çıkan videolara bakıp asesksüel olur. cinsellik konusunda jübilesini tek başına yapıp sahalara veda eder.
çıkan videoların hemen hemen hepsi şöyle; otuzbir çeken mallar, liseli bir sabiye tecavüz etmeye çalışıp gizlice kameraya çeken orospu çocukları ve topluma açık bir şekilde yaşayamadıkları cinselliği internet üzerinden özgürce yaşayıp bunu da porno kategorisine koyan, yüzleri gözükmeyen gay'ler.

"bu mudur" dedim kendi kendime. "bu mudur cidden? koca bir halk cinsellikten bunu mu anlıyor la." cevap veren olmadı tabii. sonra bir kaç video açtım. otuzbir çeken ya da gay videolarından değil. tecavüz videolarından da değil, normal olarak adledilen videolardan.
ekranda öyle bir sevişme ya da cinsel ilişki dönüyor ki yemin ederim iğrenirsiniz seksten. bir de türk olduklarını belli etmek için mal mal bağıran herifler mi dersin, yastığının-kırlentinin dantelini göstermek isteyen ablalar, ekranın bir köşesine iliştirilen günlük türk gazeteleri ve hemen hemen tüm videoların o iğrenç çözünürlüğü. 

bir defa kadraj anlayışı sıfır. giriş-gelişme-sonuç konusuna dikkat edilmiyor. ön sevişmeler kırkpınar yağlı güreşlerindeki peşrev kısımından daha kötü, hele bir de boşalma anları var ki allahım sana geliyorum.
bir daha türk pornosu izlemek mi? asla. ne halleri varsa görsünler. nerede stoya adlı ablamızın o eşsiz vücudu ve işini icra edişi, nerede bizim selülitli gacılar. nerede, seviştiği kadınlara ayak parmaklarını ve kıç deliğini bile yalatan-emdiren rocco siffredi pornosu, nerede ilişkiye gireceği kadına saatlerce dil döküp harale-gürele iki gidiş gelişle küt diye boşalıp kenara yığılan bizim gencolar.

yazıklar olsun la. oysa ben çok ümitliydim, her dem seksten bahsedip de ağzından siki düşmeyen türk erkeklerinden. oysa ben çok ümitliydim klavye delikanlısı kadınlarımızın performansından.
en iyisi biz sadece bu konu hakkında fikrimizi belirtelim. diğer türlü dünya bizim yüzümüzden iktidarsız olacak. bunun vebalinin altından kalkamayız. insanlığın sonunu getiririz vallahi. 

cinsellik hakkında bol keseden atmaya devam. mazot yakmıyoruz ya amına koyim. sallayın gitsin.