4 Aralık 2010 Cumartesi

save you

gemini's edge şarkısı.. öyle bir şarkı ki, loop'a alıp yüz bin katrilyonlarca kez dinlense bile tadından yenmeyeceklerden..
uzun bir süredir beni yazma orucumdan döndürecek kadar güzel..
açıkçası paylaşmak istemiyorum böyle şarkıları kimseyle.. yine de içim el vermiyor.. müzik obezlerinin evreni sardığı bir zaman diliminde birileri dinlesin istiyorum.. dinleyip de dinlensin..


aha bu da linki.. dinleyin, dinletin;

http://www.youtube.com/watch?v=2uts8nJifOo#start=0:00;end=7:20;autoreplay=true;showoptions=false

19 Kasım 2010 Cuma

sigara

eski bir şebnem ferah şarkısı.. şimdilerde müslüm baba yorumlamış.. müslüm baba'ya dair duygu ve düşüncelerimi, az-çok beni tanıyan herkes bilir..
ki bu sevginin büyük bir çoğunluğunu "saygı" oluşturur.. yaptığı işe duyduğu saygı, dinleyicisine duyduğu saygı.. ve en önemlisi ise kendisine duyduğu saygı..

asla ve asla basit tartışma ortamlarına kendini meze etmeden, türkiye gibi her şeyin illa ve illa rezili rüsva edildiği bir yerde en dipten gelip de en tepeye çıkabilmek, çıkarken de asla ve asla küçülmemek koca bir göt ister.. ve koca bir yürek.. bu iki özellik de para yüzünden maymunlaşan, sirk faresine dönen milyonlarca sanatçımsı şahsiyetlerin hiçbirinde yok.. olsa ne yazar, orası muamma..

neyse işte.. yorgunum şu an.. saatlerdir dövme yaptım, yoruldum.. öylesine ekşi sözlük'te gezinirken eski entry'lerimden birinde müslüm gürses'e yazdığım entry'lerimden birisinin oylandığını görüp, başlığın tamamına baktım.. ve müslüm baba'nın, sigara şarkısını yorumladığını öğrendim.. hemen bir şeyler karalayayım dedim sigarayla ilgili.. koptu gitti konu.. müslüm gürses'e doğru.. yapacak bir şey yok..

dudaklarımın arasında yanan sigara.. kulaklıklardan taşan ses ise işte bu;

http://www.youtube.com/watch?v=0fNM7WcZnng

6 Kasım 2010 Cumartesi

iki hayattan tek bir hayat inşa etmek

zor-muş..

hayatımın daha yarısına gelmeden "mış'lı", miş'li" zaman kipleriyle konuşuyorum.. heyhat.. hata nerede acaba? ruhumu ve bedenimi bu kadar hantallaştıran ne acep?
önceden de mi böyleydim.. zihnimi geçmişe fırlatıp, geçmişten geri çektiğimde cevap veriyorum, "evet, önceden de böyleydi.. sadece benim zamanımla alakalı olsa iyi.. her zaman böyleydi.."

bazen kaldırılmaz, gerçekler.. ben kaldıramam mesela.. kaldıramıyorum da.. öncesinde de kaldıramamıştım.. konuşmanın manasızlığını bilip de aynı şeyleri binlerce kez konuşup, sonunda pişman olmak gibi bir şey bu..
hiç haketmeyen insanlara ruhunu ve bedenini hibe edip de kabul edilmemek gibi..

yazık ama.. olabilirdi.. olacağına inancım vardı bir zamanlar.. belki bundan 6 yıl önce.. belki de 6 ay.. hiç bilemedin 6 gün.. önemsiz artık zaman.. ben şafak sayan bir asker değilim.. terhis belgem karşımdaki çekmecede.. mahkum da değilim.. bu yüzden anlamsız zaman.. onunla olan kavgam bitti.. bu yüzden ne zaman kaybettiğime dair olması gereken bilgimin de bir anlamı yok..

olabilirdi ama.. olabilirdi ulan!! yağmur şahit olsun ki, istanbul şahit olsun ki, 13 yaşımın o heyecanı ve umudu şahit olsun ki olabilirdi.. olmadı ama.. olmadı..
iki hayattan tek bir hayat inşa edemedim.. ilk depremde, müteahhiti olduğu tüm apartmanlar yıkılan bir adamım şimdi.. ilk gençlik yıllarımın tüm hayalleri bir osurukla yerle bir oldu.. olabilirdi ama.. bahçesinde bir salıncak olan, 3-5 çocuğun koştuğu, bir perinin kolumun altında uyuduğu, gökyüzüyle denizin birleştiği yere bakarak kahvelerimizden yudumlar çekebileceğimiz bir tablomuz olabilirdi.. bir tablo olabilirdi.. olmadı ama..

hayallerim ve kırıklıkları tanrıyla yaşıt.. ümidim ve onun bitişi tanrıyla yaşıt.. insanın değişeceğine dair inancım sıfır.. aşka olan inancım da bu gece eksilerde..
aşk için bile "sadece kamuflaj" diyecek kadar onursuz davranıyorum bu gece.. "günahları örtmeye.. ayıpları örtmeye.. sekse ve cinselliğe yol yapmada bir kamuflaj.." diyebilecek kadar..
eee, insanım ben de.. ağlayan, zırlayan, ete kemiğe bürünmüş bir canlı.. bu gece hepsi manasız.. hepsi boş.. iki hayattan tek bir hayat inşa etme telaşımın boşluğu gibi..

demek ki kaybetmek böyle bir şeymiş.. amına koyayım tyler durden'ın.. ümidini kaybetmek özgürlük değil, ölümmüş.. tabii o kanlı-canlı bir insan olmadığından atıp tutar öyle.. ümidini kaybetmek özgürlükmüş.. pehh!!!

vay amına koyim.. kaybetmek.. ümidini.. demek, ölmek böyle bir şeymiş.. yok olmak.. ruhun ve bedenin uyuşması.. vay be!! vay!!

bir erkeğe iki aşk erken ulaşmak

bir çok kadının içine düştüğü bilinçsizlik çukuru.. gel ki aşk duygusunda bilinç ne gezer, orası da ayrı bir muamma..

bir erkeğe bir aşk erken ulaşmak değildir bu çukur.. iki aşktır.. neden mi iki? iki rakamı hem nitelik hem de nicelik olarak ne "1" rakamı gibi yalnız ve ruhsuz ne de "3" rakamı gibi çok ve karmaşık..

sadece "iki.."

birincisine daha çok çocukluk yıllarında ya da ilkokul dönemlerinde ulaşan kadının ikinci erkeği ise kadınlığını ve dişiliğini keşfetmesi olarak zühur eder.. epey bir oyalanır kadın bu erkekte.. sever, sevilir.. öper, öpülür.. hem aşkın hem de öfkenin her türlü halini tadar..
bir nevi büyütür erkeğini.. ona kol-kanat olur.. bir erkeğe annesinden daha çok özen gösterip onu büyüler.. hem biyolojik olarak hem de ruh olarak bir kadın bir erkekten daha çabuk olgunlaşıp, kişilik kazandığı için, o erkek havalanır.. havalara girer.. kendinden eminliği ve kendini bilmezliği buradan gelir..

kadın ondan elini-ayağını çektiği an erkek panikler.. sudan çıkmış balığa döner.. kadınsa kurduğu hayallerin kırıklarını tutturmaya.. alçı tutmaz ama hiçbiri.. istese de iyileştiremez yaralarını..
devam eder hayatına kadın.. aşk kavramı bir köşede saklı durur onun için.. en değer verdiği çeyizi gibi.. bir gün yeni bir erkek hayatına girmek istediğinde ise o erkek için artık her şey çözümsüzdür.. zira o kadına bir aşk geç kalmıştır.. kadının ikinci aşkına erken varışı, başka bir erkeğin ona geç kalışıdır..

hayat işte, varoluş işte, hep rakamlarla ifade edilir.. binlerce yıldır bizlere 1 rakamından sonra direkt 2 rakamını yediren birilerinin yüzüne atılan bir tokattır arada kaybolan ve asla 2 olmayan rakamlar yığını.. bu yüzden de 2 aşağı 1 yukarı varoluş ve tüm kavramlar, herp eksiktir.. hiç tamamlanmayacak gibi.. bir kadının bir erkeğe iki aşk erken ulaşması ya da bir erkeğin bir kadına bir aşk geç kalması gibi.. ne farkeder?

hiç..

30 Ekim 2010 Cumartesi

İstanbul

rüya görmüyorum bu şehirde uyurken.. zira uyanık halim düş gibi.. çünkü, burası bir rüya.. daha bugün, üniversiteyi beraber başka bir şehirde okuduğumuz dostumu kadıköy iskelesinden alırken şöyle durdum baktım karşımdaki manzaraya.. o an, arkadaşımla konuşuyordum telefonda.. bir anda konudan sapıp, "kardeşim" dedim, "şu an ki görüntüyü görmelisin.. bir kartpostalın içinden geliyorsun bana doğru.."

evet, bir kartpostal bu şehir.. her ne kadar içerisinde her türlü kötü insanın yaşadığı var sayılsa da.. bir haftadır gecem gündüzüme, gündüzüm de geceme karışsa da.. umrumda değil..
daha dün gece konakladığım otelin arka sokağında iki yaşlı amca anason sayesinde itiraf ediyorlardı birbirlerine gerçek duygularını.. ben ise odamın penceresinden hafifçe sarkıp, sabahın 4 buçuğunda sigaramı içerken dinliyordum;

"la mehmet, seni sevmiyorum orospu.. hiç de sevmedim,, sen var ya hep içki masasında götlük yapan bir orospu çocuğusun" diyordu kır saçlı abi.. mehmet de hemen karşılık veriyordu ona;

"madem bu kadar nefret ediyorsun, ne diye benimle içiyon hala it!!"

susuyordu kır saçlı amca.. o anda hemen otelimin altındaki bardan bir konsmatrisin kahkahaları karışıyordu sabah ezanına.. ve bu kahkahalardan bir kaç adım ötede iki evsiz çocuk, çöplere tekme atarak değerli bir şey arıyorlardı.. ben ise odamdan izliyordum bu güzel manzarayı..
her biri göz hizamdan kaybolduğunda histerik bir şekilde keyif alıyordum.. insan denen canlıya mutluluktan ziyade hüznün ve melankolinin yakıştığını ezbere bildiğim için huzurla doluyordu kalbim.. sabahında stüdyomun sözleşmesini imzalayabileceğim hacı amcayla cumaya bile gidebilirdim.. dert değildi. alnımı secdeye koyup küfredebilirdim tanrı'ya.. o beni anlardı..

işte bu şehirde bunlar geçiyordu içimden.. gece 12'yi geçtiğinde derisini ve kabuğunu değiştiren bir canlıya dönüşüyordu burası.. mahalleleri geçtim, kaldırımları arasında binlerce farklık uçurumların olduğu bir karnaval yerine dönüyordu sokakları.. dabruka çalan çingene çocuklarının karşılarından gelen kadınları paylaşıp onlardan para koparma heyecanını hissediyordum attığım her adımda..
sırtımdaki tişörtüm, dudaklarım ve avuç içlerim nemden yapış yapış olsa da farketmiyordu.. bahariye'de bir banka oturup geleni-geçeni izliyordum..

ne para kazanmak umrumda oluyordu ne de iş yapmak.. ben yaşadığımı hissetmek için buraya getirilmiştim.. ayaklarım ve iradem yardımıyla.. istanbul da hiçbir ferdine göstermediği en ince ayrıntılarını gözüme sokuyordu.. ve ben uyuyordum.. rüya görmeden.. çünkü bir haftadan beri uyanıkken gördüğüm şey otuz yıllık ömrüme bedel bir düştü..

kedilerin ve kuşların şehrinde, daha bu öğlen, beşiktaş'a vapurla geçerken, ısırdığı smidin yarısını martıya atan güzel bir kızın yanağındaki gamzeye gömülmeyi arzulatıyordu bu şehir..
ortaköy'de kumpircilerin arasından geçip, iskelede oturmak uyuşturuyordu kemiklerimi.. oturduğum bankta yanıma sokulan kediden önce karşımda içen orta yaş bir erkekle gözgöze geliyorduk.. sonra kayıyordu bakışları.. sağımızdaki öpüşen çifte.. ve onların iki adım ötesinde bir aileye.. onların 3 adım ötesindeki denizden yeni çıkmış iki şortlu çocuğa.. onların beş adım berisinde...

bitmiyor bu şehrin güzelliği.. asla da bitmeyecek.. birbirine dokunmaktan korkan.. bakmaktan, öpmekten, koklamaktan korkanların hepsinin bahanesi hazır çünkü;

"herkes çok kötü.."

bilmediğiniz bir şey var ama;

"bu şehir çok güzel.. ister sırtında 20 milyon asalak taşısın.. ister taşımasın.. bin tane dünya savaşı çıksa da hep güzel kalacak.. bir yağmur temizleyebiliyor çünkü tüm pisliklerini.."

bir insanı öldürebileceğinden emin olmak

modern çağın arınması. intihar vakalarının en az olduğu zaman dilimini yaşıyor insanlık. artık çıldıranlar yok. artık meydanlarda alabildiğine küfredenler yok. artık "deli" damgası yiyip de zincirlenenler yok.

herkesin en aşağı 3 kişiliği var modern zamanlarda. herkesin en aşağı 5 yüzü var. istediğini istediği an istediğine gösterebildiği. herkesin titanyumdan daha kaygan, çelikten daha sağlam ön yargıları var modern zamanlarda.

bitti artık. kimse kimseyi değiştiremeyecek. tanrı bile kontrolünü kaybetti evrenin. insanlığın kontrolünü kaybetti. bir çok dinsel hikayede anlatılan günahların hepsi aynı anda yaşanırken sonrasında gelen felaketlerin hiçbiri olmuyor artık. oysa insanlık şu an o günahların hepsini aynı anda işliyor. yine de alabildiğine yaşıyor herkes. tıka basa. şişe şişe.

kimse bakmıyor ama aynaya. kimse kendi yüzünü görmek istemiyor. cinnetler yaşanıyor arada bir. birisi çıldırıp da önüne ilk çıkanı tarıyor. kafasından vuruyor önüne ilk çıkanı. ya da satırla kesiyor.
modern çağın en şık günahı sadece ve sadece tecavüz olarak kalıyor. ne sıkıcı ve yaratıcılıktan yoksun bir günahtır bu. oysa cehennemi haketmek için daha estetik ve daha zekice günahlara ihtiyacı var insanlığın.

ben tanrı olsam hiçbirinizi bu günahlarla almam cehenneme.

herkes bir insanı öldürebileceğinden emin ama. herkes aynada gördüğü ilk insanı öldürebileceğini çok iyi biliyor. kimse bir başkasını öldürebilecek kadar cesur değil.
kimse güllük gülistanlık olarak varsaydığı şu varoluşu bırakıp gitmeyi göze alacak kadar onurlu değil artık. modern zamanlarda delirmek bir psikolojik hastalık olarak görülüyor. ilkel çağlarda ise peygamberlik.

kimse düşünmüyor artık. kimse düşündürülmüyor. ta ilkokuldan başlayıp da tüm hayatı boyunca aynı gereksiz bilgiler ezberlelitiliyor insanlara. aynı boktan savaşlar, antlaşmalar, coğrafi şekiller, aritmetik semboller, fizik kuralları...
sanki hayatın ana taşları bunlarmış gibi ıspat edilmeye çalışılıyor her şey. oysa matematik bile başlı başına bir kandırmacadan ibaret. oysa 1 rakamından sonra bile asla 2 gelmiyor üstadın dediği gibi.
yine de bizler hepsini yalayıp yutuyoruz. sanki bir üçgenin iç açılarının toplamı her hangi bir zaman diliminde işimize yarayacakmış gibi.

bizler biz kıskaca alınmışız. kendi kendini zehirleyen akrepler gibi kendi kendimizi zehirliyoruz. kendi kendimize tecavüz ediyoruz. bizler heba oluyoruz.

insanlık, heba çağını yaşıyor.

23 Temmuz 2010 Cuma

istanbul

tutkunun şehri..

ayaklarım altında bir kaç gündür.. ben de çiğniyorum kendisini.. burnuma, deniz kokusunu çekerek.. ve açıkçası karnım çok aç olsa bile içimden bir şey yemek gelmeyerek..
sabahın 6 buçuğunda düştüğüm taksim meydanı ve istiklal caddesi'nin yalnızlığı gibi her bir ferdinin yalnızlığı.. konaklayacağım otele geçmeden önce kahvaltı yaptığım bir kahvaltı salonundaki orta yaş kadınların gözlerinde gördüm o çaresizliği ve ümitsizliği.. onlar benim kıçımdaki eşofman altına bakarken ben de onların gözlerinin en dibine baktım.. ve kariyer saçmalıkları ile yaşamak istedikleri hayat arasında canlarının ne kadar yandığını hissettim.. gördükleri ve deliliğini hissedebildikleri her erkeğe, "yalvarırım beni bu kabustan uyandır!!" der gibiydi bakışları..

bir kaçının omuzlarına çarpıp, "pardon, kusura bakmayın" diyerek geçtim masama.. sabahın ilk saatleri olmasına karşın nemden dolayı ikinci derimmiş gibi üzerimde duran tişört istanbul havası hakkında fazlasıyla açıklayıcı oldu.. hemen otele kapağı atıp, istanbul'un orta yaş ve üzeri mutsuz kadınlarını kariyer dedikleri cehennemlerine gönderip de mis gibi bir uyku çektim..
o günün akşamında armin van buuren performansı vardı.. ve ne güzel ki bir çok istanbul'lu böyle bir adamın varlığından bile habersizdi..

sabahın ilk ışıklarında yalnız ve kokusuz bıraktığım şehiri, öğleden sonra 3 buçukta gürültülü ve kalabalık buldum.. ki açıkçası ilk umduğum ve beklediğim şeyin de bu olduğunu sanıyordum.. gösteri biletimi almak için gittiğim yerden geri geldiğimde ne yiyip ne içeceğime karar veremezken bindiğim taksilerin şoförleri bile yaşadıkları yere o kadar yabancıydılar ki işte o vakit asla ve asla neden bu şehrin bir tatminsizlik deryası olduğunu hissetmeye başladım.
dünyanın en iyi dj'inin müziği sayesinde tüm bedenimi 2 buçuk saatliğine uyuşturup da otelime gelmek istediğimde gecenin 2 buçuğunda bir kahve içeyim dedim..

karşımdaki kaldırımda, sırtını starbucks'a dayamış bir sokak sanatçısı, saksafonuna üfleyerek "öyle sarhoş olsam ki" yi çalıyordu.. bir anda tüm bedenim diken diken oldu.. aradığım şeyin, istediğim şeyin sarhoşluk olmadığını çok net biliyordum, bu konuda bir sıkıntım yoktu.. benim sıkıntım, iş dönüşü evinde huzuru bulamayacak bir devlet memurunun içine düşmüş olduğu dertti.. buhrandı..
kahvemden ve sigaramdan yudumlar/nefesler çekerek dinledim o şahane sanatçıyı..

insanların istanbul'a dair dertleri vardı.. sıkıntıları.. ve ne gariptir ki hiçbiri memnun değildi istanbul'dan.. hatta bir çoğunun canı sıkılıyordu.. o an cep telefonumla aradığım bir dostuma söyledim bu durumu; "alo" dedim, "insanlar istanbul'dan sıkılıyorlar.."
kendisi ilk başta küfredip sonra ekledi, "sıkılanların hepsini yozgat'a gönder.."
ben kahkayayı bastığımda, mekanın sahibi olduğunu sandığım genç çocuk, ortalığı toplamaya başlamıştı.. ben de kahvemi bitirip, sokak sanatçısının da şarkısını bitirmesi ile kalktım yerimden.. otelime gidip de dinlendim bu muhteşem şehirde..

bir köftecinin teras katından güneşin batışını izlediğim ertesi gün ise, ne istanbul'a dair bir hayalim vardı ne de ümidim.. iki günlüğüne, hatta bir günlüğüne gelmiştim.. organizasyonuma katılıp geri dönecektim.. geri dönüş için geçtiğim kadıköy'de karnımı doyurmak için girdiğim her dükkan ya kitabeviydi ya da cd'ci.. şaşıp kaldım bu duruma.. sokakların arası kedilerle ve kitaplarla doluydu.. ve ne yazık ki yine insanlar sıkılıyorlardı..

ben de bir kitapçıya gidip, bir porsiyon çavdar tarlasında çocuklar söyledim.. bir porsiyon da sineklerin tanrısı.. paket yaptırıp yollandım.. geri dönüş için nakit para ihtiyacımdan dolayı gittiğim iş bankası şubesinde sıra beklerken yine aynı müzikle irkildim.. arkamdan bir yerlerden gelen o şarkı, "öyle sarhoş olsam ki.."

geri dönüp müziğin geldiği yere baktığımda hemen karşımda kiralık bir home stüdyo.. kirası ise benim önceki yaşadığım şehirde verdiğim kiranın yarısı kadar.. hemen afişteki numarayı arayıp istanbul'da yaşamam gerektiğini belirttim komisyoncu kadına.. tabii, o beni istanbul'un kıdemlilerinden sanıyordu.. ki ona anlatmadım bu durumu.. öylesine bir şehir ve iş değişikliği dedim.. oysa hicretimdi bu benim.. herkesten ve her şeyden.. ha bu arada, hicret dediğin mekke'den medine'ye mi olmalıydı? bence hayır!! dünyanın her yerinde gerçekleşen tüm göçler ve ilticalar ancak ve ancak istanbul'a olmalıdır.. gerisini kabul etmiyorumn..

hemen anlaştık mülk sahibi ile.. şimdi, sabahı bekliyorum..

takıntılı ve aptal insanlar gibi istanbul senin ananı sikeceğim edasında değilim çok şükür.. o'nun benim anamı sikeceğini de sanmıyorum.. sadece bir güzel şehire, güzel bir aşk ve güzel bir hayatın yakıştığını bildiğim için, o uğurda yaşayıp çalışmaya çalışacağım.. hepsi bu..

işaretleri takip ederek.. her bir sokağı ve kaldırımı katrilyonlarca işaretle süslü bu şehirde.. asla ve asla pislenmeyen, bir yağmurun her şeyi ak-pak ettiği bu büyüleyici yerde.. sokaklarını ve kaldırımlarını meyhaneye çevirmek isteyen budalalara inat, ne aşkın ne de şehvetin esiri olduğunu sanmadığım, tutkunun şehrinde.. iliklerimde hissederek.. son nefesi verene kadar.. nereye kadar? ölene kadar.. bu masal diyarında minik bir hikaye olma adına.. ya da bir cümle.. bir kelime de olabilir.. o da kabulüm.. harf? neden olmasın.. nokta bile olabilirim.. yeter ki tek olmasın.. iki nokta.. hep kullandığım ve kullanacağım gibi;

".."

27 Haziran 2010 Pazar

okulu uzatmak

vakti zamanında benim de gerçekleştirdiğim hadise..

şimdiki nesil bilmez, kredili sistem diye bir mevzu vardı bundan 13-14 yıl önce.. bir lise öğrencisi tüm öğrenim süresi boyunca alacağı derslerin toplam kredisini verdiği an mezun olabiliyordu.. işte ben de bu kredili sistemin son kazazedelerinden olduğum için biraz çetrefilli başladı bu dönem..
4 yılda bitirmem gereken lisenin 2 buçuğuncu yılında bir gün takım taklavat gittim okula, dediler ki müdür muavini seni çağırıyor.. ben dedim ki bu pezeveng kesin yine ya saçıma kızacak ya da sakalıma.. sakal dediysem üç-beş sik kılı bir yerlerden bulaşmış suratıma.. tam olmuşum cük kafalı japon askeri..

neyse işte, vardım hazretlerin odasına.. adam da bir bıyık var, sanırsın ki puşt, stalin.. oysa ne alaka, adam bildiğin faşistin önde gideni.. kapısını çaldım, içeriden bir ses; "göööoooeeelll!!"
ben dedim bu it kesin maç izliyor, gol oldu o sevinci yaşıyor.. bekledim bir kaç dakika.. içeriden ses gelmeyince tekrar çaldım kapıyı.. yine aynı ses.. bu kez bir kaç harfi yutmuş şekilde ama; "geeeolll.."
vardım huzuruna.. gözlerini gözlerinden kaçırıyorum.. bana bir kağıt uzattı hiçbir şey söylemeden.. ben de hiçbir şey söylemeden alıp odasından çıkıyordum ki "bitti" dedi.. "efendim" hocam" dediğimdeyse, "okul lan" dedi.. "bitti işte.. siktir olup gidebilirsiniz.."

lan sevineyim mi, üzüleyim mi, bilmiyorum.. ben kendimi şartlamışım 4 yıla.. o zamanlar güzel top oynuyorum.. hatta bir aralar hani şu okan koç vardı ya, onunla aynı takımın alt yapısında oynuyoruz.. o sağ açık, ben orta sahada oyun kurucuyum.. solak olmama karşın iki ayağımı da raket gibi kullanabiliyorum.. büyük bir hayalim yok futbola dair.. sadece ders aralarında maç yaptığımız yan sınıfı yenelim, bu benim için yeterli.. itlerin diline düşmek olmaz..

elimde kağıt eve geliyorum.. o zamanlar annemle soğuk savaş yaşıyoruz.. kadın neyin tribindeyse artık, psikopat bir kafa yaşıyor.. ayağımı sağa uzatıyorum uzatma... sola uzatıyorum, çek.. ne yapsam batıyor matmazele.. bir şey de diyemiyorum.. her seferinde sütünü helal etmemekle tehdit ediyor.. hatta bir keresinde bir şarküterinin önünden geçerken tuttum kolundan, "gel" dedim.. "sana emzirdiğin tüm sütleri satın alacam.." önce kızdı, sonra gülüp çekti beni şarkütericinin önünden.. eve yollandık..
işte elimde kağıt, düştüm içeri.. ev bildiğin deterjan kokuyor.. halılar toplanmış her zaman ki gibi.. bale yapar gibi yürüyorum evde.. götümü koyabileceğim bir yer bulduğumda uzattım kağıdı.. baktı kendince.. kesin bir halt yemişsindir dedi.. gel de anlat kredili sistem muhabbetini.. neyse ki o da anlatmamı istemedi.. ne bok yersen ye deyip temizliğine devam etti..

ben bekliyorum kendimce.. o yıl üniversite sınavına girecek akranlarım.. sınıf arkadaşlarım.. bense annemden gizli idmanlara gidiyorum.. o ara milli sporcu olan abim trafik kazası geçirip komada kalmış altı ay.. mış'lı ekle anlattığıma bakmayın.. motor kazası geçirip komada kaldı 6 ay.. daha yeni çocuğu olmuştu hatta.. çocuğuna mama almaya giderken hem de... türk filmi gibi ama gerçek bu.. sarhoş bir orospu çocuğu çarpıp kaçmıştı kendisine.. sol bacağına onlarca dikiş atılıp platin takmış doktorlar..
neyse işte, aile spordan ve sporcudan muzdarip.. abimin kadrolu çalıştığı, sporcusu olduğu kulüp tek taraflı işten çıkarıyor abimi.. çok cüzi bir tazminat karşılığında.. ben ise "sporcu olacam" diye tutturuyorum.. ama dinlemiyor kimse.. ben olsam ben de dinlemem tabii..

işte o yıl zor bela gidiyorum idmanlara.. idmanlara giderken de okuduğum okullara dair ne bildiğime bakıyorum.. hiç.. koca bir hiç hem de.. şöyle eşek kadar olanından.. bir kaç akranım sınava girdiğinde ben elime öss sınav başvuru kağıdını bile almamışım.. ev içerisinde annamele ne kadar az göz göze gelirsek o kadar iyi.. ki gelmiyoruz da kolay kolay.. o zamanlar bir de aşığım.. yaşadığımın yerin en güzel kızına.. onun için şiirler yazıyorum.. gel ki sadece onun için değil, tüm erkek arkadaşlarımın sevgililerine yazdığı şiirleri mektupları ben yazıyorum.. herkes benim hissettiklerimi yaşıyor gözümün önünde.. bir gartip oluyorum, çok güzel bir kız, çok sevdiğim arkadaşımın boynuna sarılıp da "bu ne güzel bir şiir" veya "yazı" dediğinde..

işte bizim gencolar giriyor sınava.. bir kaçı hukuk kazanıyor, ne ara çalışıp da o kadar bilgiyi topladılarsa beyinlerine.. beyinlerini siktiklerim.. ben girmiyorum mezun olduğum ilk yıl..
ertesi yıla kadar sadece topa vuruyorum.. sol ayağımla, sağ ayağımla, kafamla, dizimle, burnumla, sikimle, taşağımla... her idman sonrası geberiyorum neredeyse.. beni terkedip de mahallenin en sikik adamına giden o kızın hınıcını meşin yuvarlaktan alıyorum kendimce.. tabii bunu annem gibi takım çalıştırıcımız bilmiyor.. sırtımı sıvazlıyor maçlardan sonra.. benimle daha çok ilgileniyor..

bir maç sonrası eve geliyorum.. yaz yeni bitmek üzere.. o kadar yorgunum ki, kılımı kıpırdatacak halim yok.. annem yakalıyor beni salonda.. babamla göz göze geliyoruz.. artık yüzüm sakala bulaşmış.. sesim kartlaşmış.. sanırım büyümüşüm.. "oğlum" diyor bana.. "bu yıl üniversite sınavına gir.. yoksa zebil olacaksın"" tamam diyorum anneme.. takımımı bırakıyorum.. ve takım arkadaşlarımı.. sporun ve sporcunun ailemize ne verdiği ortada.. eve kadar gelen antrenörümüzü annem kovuyor.. bildiğin kovuyor lan.. elinde süpürge, adamı kapı dışarı ediyor bizim spora verecek bir oğlumuz daha yok diye.. adamcağız mevzuya ayık olmadığından şaşırıp kalıyor..

o yıl deli gibi ders çalışıyorum.. dersane çıkışı arkadaşlarım bilardoya ya da sinemaya giderken ben hemen eve gelip test çözüyorum.. kitaplar okuyorum.. derslerimi tekrarlıyorum..

sonra geliyor sınav sabahı.. öss'den ortalamanın çok üzerinde bir puan alan öğrenci olarak giriyorum.. ve daha ilk soruda kazandım diyorum kendime.. eminim.. çünkü sorular o kadar basit geliyor ki.. şaşırıyorum gerçek bir sınavda mıyım diye.. sınıfta en erken ben soruları çözüp de dışarı çıktığımda benimle sınava gelen abim, şaşırıyor.. n'oldu lan diyor.. yapamadın mı? yaptım diyorum.. hem de yarım saat önce.. erken çıkmayayım, tekrar soruları kontrol edeyim diye uyardı beni görevli.. ben de oturup dinlendim biraz..
sınav sonuçları açıklandığında annem pür dikkat soruların yanıtlarını not alırken kendince, ben uyuyorum.. aradan geçen süre boyunca sadece ve sadece uyuyorum.. ve sınav sonucu açıklandığında donup kalıyorum bir internet kafede... şu an yaşadığım şehirin, tek üniversitesini kazanmış olmama sevinemiyorum bile.. annemi aradığımda anlıyor sesimdeki kırgınlığı..

geliyorum bu şehire.. gelmemle yıkılmam bir oluyor.. beynimdeki üniversite kampüsü ile benim hayal ettiğim kampüs arasında binlerce pencerelik fark var..
faşist bir sistemin faşist bir kurumuymuşçasına dikilen sınıfların, amfilerin penceresi bile yok neredeyse..
nefesim kesiliyor onlarca yıldır tembihlenen ve ezberletilen her şeyin tekrardan başlaması.. zoruma gidiyor okula gitmek.. ama ben gitmiyorum.. daha ilk yıl 7 dersi altta bırakıp, yedisini de üzerime çekerek uyuyorum tekrar..

kitaplar okuyorum deli gibi.. filmler izliyorum.. yazıyorum, çiziyorum.. okula gitmek dışında her şeyi deniyorum ama.. iş yeri açıyorum 18 yaşımda, daha 3 ay önce gelmiş olduğum bu şehirde.. hem de kitabevi.. hem de sıfır sermayeyle.. ben bile anlayamıyorum tüm bunların nasıl olduğunu..
okul bitmiyor ama.. beni cep telefonumdan dekan yardımcısı olan, doçent ünvanlı, en sevdiğim hoca arıyor bir pazar sabahı.. oğlum diyor, gelsene finale.. tamam hocam diyorum, taksideyim.. oysa yalan, daha yataktayım.. 10 dakika sonra tekrar arıyor, o şahane insan.. hocam diyorum, şimdi çıkıyorum evden..
oğlum diyor, eve değil, okula geleceksin.. kahkahalarla gülüyoruz sabahın köründe..

hemen apar topar okula gittiğimde beni kapı eşiğinde karşılıyor.. ve bir kurşun kalem uzatıp ekliyor, "kesin kalemin de yoktur kesin.." evet diyorum arsızca.. hiç olmadı 7 yıldır..
4 yıllık üniversitenin yedinci yılında hala ikinci sınıfın dersini alıyorum.. lan diyorum kendi kendime.. ne ara geçti bu kadar yıl.. uyuyup kaldım mı amına koyim ben..
asistan kendimle konuşmamdan rahatsız olup sus diyor.. sınavın bittiyse kağıdını ver ve çık.. bitti deyip uzatıyorum kağıdı.. şaşırıyor sanırım.. yarım saatte yazabileceğim her şeyi yazmışım..

sonra tekrar kopuyorum okuldan.. bir kaç kez atılma pozisyonuna geldiğimde, bölüm başkanımız odasına davet ediyor beni.. bir kadına kadınlığını vermek istediğinizde onunla evlenin, kişilik kazandırmak istediğinizde ise çocuk yapın diyen kadın profesörümüz..
bacaklarımda kapri var.. bu haşama ne lan diyor.. o kapri diyorum.. ve onun dersinden tek ders sınavına kalıyorum.. ve o tek ders sınavında, sorulan sorulara cevap vermek hariç her şeyi yazıyorum.. 2 yıl boyunca.. her şeyi hem de.. belki de bu yazının aynısını..

bilmiyorum..

26 Haziran 2010 Cumartesi

genç ölmek

mrendiğim insanlar.. toplumun büyük bir çoğunluğunun saygı duyduğu yaşlı insanlar bir şekilde itici geliyor bana.. bu iticilik ilk ve kaba anlamıyla algılandığında biraz sırıtan bir durum yaratsa da öyle değil..
bir toplu taşıma aracında kendilerine yer vermemek için kendime haklı nedenler çıkardığım yaşlı insanlar konusundaki muzdariplikten çok öte bu.. varoluş denen bu hengameden ise bir beden geride..
sadece benim sonuna kadar algılayıp sonuna kadar iliklerimde hissettiğim durum..

cazip geliyor işte bana.. ölüm karşısında kişinin ölüm stili önemli değilken gençken ölen hiçbir insanın ölüm stili de beni bağlamıyor.. ister şehit olsun, ister trafik kazasında can versin, isterse boktan bir hastalıktan hayata yumsun gözlerini..
hiçbiri ama hiçbiri önemli değil.. intihar edenler hariç.. onları elimle ayıklayıp göğsüme bastırıyorum ben..

toplumun ayıplayıp da dinlerin günahkar saydığı o insanları ben içime sokmak istiyorum çıplak ellerimle.. hayatı huysuz bir fahişe gibi artlarında bırakıp da azraille dans edip, dudaklarına gömüldükleri için..
ruhumdaki onulmaz ve önlenemez ölüm histerikliği karşısında bu kadar cesur ve onurlu oldukları için.. hiçbir şeyin tercih edilemeyen ve seçilemeyen bir olgu olduğu şu yaratılışta en azından ölüm stillerini kendileri seçip, ölüm tarihlerine karar verdikleri için..

hepsinin günahı boynuma.. şeref madalyası olarak taşımazsam namerdim.. onlar olmadığı sürece şu yaratılışta, onların yerine çekilecek ağız kokularını çekip, yaşanabilecek tüm rezillikleri sırtlanmazsam namerdim..
sıkışıp kalmışken ölümle yaşam arasında, sıkışıp kalmışken geçmişle gelecek arasında, her birinin yaşayamadığı, diğer insanlar nazarında yaşamaktan yorulup, yaşamaktan korktukları varsayılan bu insanların ardından edilecek tüm küfürleri, hakaretleri ben kabul ediyorum..

hatta kendimi düşünsel çukurlara belden aşağı gömüp, recm edilmeyi bekliyorum.. yeter ki bu insanlara laf edilmesin.. ahları alınıp, bedenleri de ruhları gibi çürümeden bu dünyadan bir şekilde göçtükleri için onursuzca davranılmasın.. ruhlarına gösterilmeyen saygı ve şefkat gencecik bedenlerine gösterilsin diye..

karşınızdayım.. tam burnunuzun ucunda.. kulağınız dibinde.. gözünüzün bebeğinde.. size, sizden daha yakınım.. tanrı gibi.. belki de şah damarınızda..

uyanmak

hem ruhsal, hem düşünsel, hem de bedenseldir..

bir sabah gözlerimi açtığımda afrika'da uyanmayacağım ne malum.. uyanmak istemez miyim peki? sonuna kadar isterim.. gerçek acıyı ve öfkeyi hissedip, ellerimle dokunmak için.. belki de öpmek.. bilmiyorum açıkçası.. kördüğüm oldum ben.. birbirine dolaşıp da ölümcül bir hastalık olan bağırsaklara döndü zihnim, kalbim, içim..
kördüğümüm.. hiçbir tıbbi işlem iyileştiremez beni.. hastalıklı bir düşüncenin zihne düştüğü ilk an çaktığı kıvılcım gibi açıldı gözlerim.. hiç kapanmacasına hem de.. bu yüzden gergin göz altlarım.. ve hep uykulu bir bedene sahibim..

oysa böyle değildi hiçbir şey.. kendi hayatıma dair basit planlarım ve hayallerim vardı.. dikte ettirilen hayaller!! öğretmen olmak mesela.. sonrasında evlenip çoluk-çocuğa karışmak.. o çocukla/çocuklarla birlikte büyümek.. büyürken de bir şekilde huzurlu ölmek..
olmadı.. bir çocuğun bir ergenden daha aşağılık olduğunu kendi çocukluğumda öğrendim.. savunmasız hayvanlara zarar verip de mutlu olduğum yıllarda.. tek kanadını koparıp da yere bıraktığım sineklerde gördüm o zevki.. kıçına kamış sokup da şişirildikten sonra suya bırakılan kurbağaların çaresizliğinde hissettim o histerikliği..

hepsi ama hepsi nedensizdi belki.. öyle görülüp, öyle algılanıyordu.. ama öyle değildi.. çocuk aklım ve çocuk zihnimle karar veremediğim bir durumdu bu.. ki bu bir arayıştı aslında..
net olarak tanımı buydu.. neyin arayışı olduğuna dair kesin bir bilgim olmasa da, sıradanlığa, tek düzeliğe ve alışılmış olanın duraganlığına çocuk aklım ve çocuk kalbimle atılmış bir tokattı bu..
kimsenin canı yanmıyordu ama.. canı yanan bendim.. yavru köpeklerin daha iyi kavga etmesi için çuvala kafalarını geçirip de kulaklarını kestiğim gün annemden yediğim tokatın sol yanağımda bıraktığı izdi..

hepsi ama hepsi bir arayışın neticesiydi.. çünkü kalburun üstünde büyümüyordum ben.. altında da değil.. o kalburun içinden geçiyordum ben.. hem ekonomik kriterler olarak hem de sosyal norm ve kuralların algılanış ve yorumlanışı olarak..
bu yüzden de kurallarımı kendim belirleme telaşındaydım, kuralları bin yıl önce belirlenmiş toprakların ve insanların yaşadığı bir coğrafyada...
ters tepiyordu bu algılayışım.. ve anlaşılamaz olduğu için rahatsız ediyordu birilerini..

ilkokul, ortaokul ya da lise arkadaşlarım kendi basit telaş ve çıkarlarının peşindeyken ben insan denen canlının bu kadar basit ve sığ olamayacağına dair bir araştırmaya girişiyordum..
her yeni insan deneğimdi belki.. kendileri bunun farkında olamasalar da.. fakat ben, her seferinde yanılıyordum.. her seferinde ama.. insanın özünde de sözünde de tutarsız olabileceğini eylemleri tasdikliyordu..
yıkılıyordum sonra.. temeline dinamit döşenen eski binalar gibi.. olduğum yere çöküyordum.. zeminle birleşip hiçleşiyordum..

ve uyanıyordum azar azar.. bir anda değil.. azar azar.. algılarım açılıyordu kendiliğinden.. okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, dinlediğim şarkılar, ezberlediğim şiirler beni uyandırıyordu.. göz kapaklarım ile kişiliğim arasına yığılıyordu hepsi.. ben istesem de artık kapayamıyordum o göz kapaklarını..

gözlerim cırılmak üzereydi.. ruhum ise yırtılmak..

acı çekiyordum her seferinde... canım yanıyordu..

coğrafi haritalarda varolmayan hayali ülkelerin hayalet sürücüsüydüm ben.. bineğim ruhumdu.. bineğim bedenim..

üzülüyordum işte.. hatta bir sabah acile kaldırılıyordu genç bedenim.. antibiyotikle birlikte 70 cc'lik rakıyı karıştırıp içtiğimden.. serum bağlanıyordu koluma.. midem yıkanıyordu..
gözlerimi açtığımda küçük göğüslü hemşire gülümsüyordu.. yarı aralı gözlerimle görebiliyordum geleceğini.. bir oğlu olacaktı 3 yıl sonra.. bir de kızı.. kız çocuğunu çatırdayan evliliğini kurtarmak için yapacaktı..
görüyordum bunları.. kalp gözüm açıldığından değil.. tanrı'ya çok yakın olup her dem ona sürtündüğümden değil.. sadece uyandığımdan.. sadece ve sadece artık uyuyamadığımdan.. insanlar işlerine giderken kafamı yastığa gömüp, kendimi alkol denizine tepe taklak bıraktığımdan..

açılıyordu gözlerim.. açılıyordu zihnim.. bedenimdeki ve ruhumdaki bu gerilmeeler canımı yakıyordu.. ellerimden ve ayaklarımdan birer ata bağlanmıştım ben.. aynı anda kırbaç kamçı yiyordu her biri.. onlar dört farklı yöne gitmek için şahlanırken ben hiç yırtılmamacasına geriliyordum..
yaydan fırlayıp da sonsuzlukta uçan bir oktum.. çok uzak bir yerlerden fırlatılmış bir taş gibiydim..

belki de taştım.. milyarlarca yılda rüzgarın ve diğer doğa olaylarının toprağı çevirdiği bir nesneye ben daha 24 yılda dönüşmüştüm.. yine de içim acıyordu.. taşların canı yanar mı lan diyordum bol nikotinli gecelerde.. cevap veren olmuyordu.. toplumla aramda üzerinden atlanılmayacak uçurumlar açılıyordu.. ailemden kopuyordum örneğin.. sevdiğimi sandıklarımdan.. nefret ettiğimi düşündüklerimden...
tüm insanlığa, tüm olgulara ve kavramlara karşı hissettiğim tek şey muhteşem bir kayıtsızlık oluyordu.. binlerce morfinli iğne yemiş vahşi bir hayvan gibi soluyordum.. zehir kokuyordum.. düz yazıyla şiir yazıyordum üniversite okurken oturduğum sıraya.. kapı dışarı ediliyordum siyaset ve etnik köken tartışmalarının boktanlığı üzerine sunduğum sunumun herkesi ve her şeyi aşağıladığını varsayan bir profesör tarafından..

uzuyordu okulum.. hatta o kadar çok uzuyordu ki kopma noktasına geliyordu.. uyanmam devam ediyordu ama.. hem bedensel olanı.. hem de ruhsal..
rüya görüyordum ayakta.. toplumsal değerler ve yargılar üzerine.. binlerce yıl önce yazılmış ütopyalardan tek farkı insan denen canlının ışık hızından daha hızlı adileşebileceğine dairdi gördüklerim..

sonra kapanıyordum.. kendi içime.. bir tehlike anında kabuğuna çekilen kaplumbağalar gibi.. bir tehlike sezdiği an zeminle aynı renge bürünen bukelamunlar gibi..

olmuyordu ama.. hiçbir şey olmuyordu artık.. ne ruhuma giymeye çalıştığım ünvanlar ne duygu ve düşünceler.. hep bir şeyler eksikti bu uyanışta.. içimde kocaman bir boşluk vardı.. ve ben oraya ne koysam dolmuyordu.. dolup da taşmıyordu..

geriye tek bir seçenek kalıyordu; ölüm..

kimi ama? ya da neyi?

kendimi mi, ya da bir başkasını, başkalarını mı? küçükken çok denemiştim.. daha on yedi yaşımda kurbanlık koyunumuzu ben kesmiştim.. dayadığım gibi boğazına büyük bıçağı sol elimle ters kavis çizip kafasını gövdesinden kopma pozisyonuna getirmiştim.. dinmemişti öfkem.. bir kaç saat sonra tencerenin dibine oturup da ishal olana kadar kavurma yemiştim..

geriye kendim kalıyordu.. elde avuçta ben oluyordum her işlemden sonra.. ellerim, avuçlarım soyulduğunda ise askere alınmış oluyordum.. alınmazdan önce de bir aralık sabahı uyanıyordum geniş yatağımda..
"ömrüm" diyordum.. "ne zaman başladı ve ne zaman bittii?"
cevap veren olmuyordu, hiçbir soruma cevap verilmediği gibi.. ben de susuyordum.. askeri eğitim adı altındaki tüm saçmalıklara 5 ay 5 gün dayanıp da geri geliyordum yaşadığım şehire.. ve yaşadığımı varsaydığım hayata.. hiçbir şey değişmiyordu.. hiçbir şey uyanmıyordu..

insanlık bir uykuya yatmıştı.. uyanmanın ve rüyanın olmadığı bir uykuya..

uykulu gözlerle gidiliyordu işlere.. uykulu gözlerle gidiliyordu okullara... sevişler ve sevişmeler bile uykuya yenik düşüyordu.. ayıklığım ve aylaklığım banknotlara takılıyordu.. ve ben düşüyordum uykunun görünmez kollarına.. binlerce fitlik yüksek düşünsel mesafelerden.. ve bir anda uyanıyordum rüyasında öldüğünü gören her bir canlının acziyetiyle...

güzel yazmak

kriteri ve ölçüsü nedir bilinmeyen eylem.. ki bana göre kriteri sadece ve sadece şudur; anlatılan şey ne kadar kötü ve berbat olursa olsun kullanılan dilin akışkanlığındadır güzel yazmak..
bir nevi düz yazıyla şiir yazma edepsizliğidir.. ki yazmak, başlı başına ayıp bir eylemdir.. ki yazmak başlı başına bir baş kaldırı olduğundan kabul edilemez. ki ilk emri "oku" değil midir son din diye tebliğ edilen islamiyetin? evet, öyledir.. demek ki yazmak okumaktan sonra gelir.. okumak ise..

çektiği acıları ve varoluş sancılarını içi yana yana anlatan bir romancıya ya da şaire, asla ve asla "çok güzel yazmışsın" demeyin.. yoksa kusar kafanızdan aşağı.. zira yazdığı hiçbir şey güzel değildir.. sadece ve sadece yazım tarzı güzeldir..
ki yaşam, başlı başına bir tarz ve stil meselesidir..

aylak adam gibi muhteşem bir eser ortaya koyan üstada sorarlar; "neden bu kadar az roman yazdınız?" diye.. o da cevap verir; "ben hayatı roman gibi yaşadım.."

güzel yazmak bazen de güzel yaşamamaktan kaynaklıdır.. fakat güzel algılayış ve güzel yorumlayış bu güzel yazma eylemindeki doğurganlığın tek nedenidir.. bu güzel algılayış ve güzel yorumlayış ise çok çirkin bir iz bırakır güzel yazanın ruhunda.. hiç kimse kabul etmez bu çirkinliği.. edemez.. sevmez.. okşamaz.. öpmez.. zira itici gelir insanlara.. onları ilgilendiren tek şey etikettir.. ve her güzel ambalajlanmış nesnenin içinde olduğu gibi, her güzel yazılan yazının içinde de kesinlikle çürük düşünceler vardır.. bu çürük koku ise algısı sonuna kadar açık olanları rahatsız eder.. gerisi sadece güzel bir yazı okur..

sabahlamak

sabahı karşılama merasimidir..

çocukluğumda da uyumadığım geceler olurdu.. daha doğrusu uyuyamadığım geceler.. o gecelerde sadece ve sadece yatakta gözlerimi yarı aralı tutup düşünürdüm.. hem de neyi düşündüğümü bilmeksizin.. daha o zamanlar mastürbasyonu keşfetmemişken.. öylece debelenip dururdum yatağımda..
ilk ergenlik ve gençlik yıllarımda ise neden hiçbir şeyin umduğum gibi gitmediğine üzülüp de yatakta devam ederdim bu uyuklama haline.. erkenden yatan bir anne ve baba, onun dışında yine erkenden yatan bir abi.. ve o abiyle aynı odayı paylaşmak.. soğuk kış gecelerinde odaya düşen abinin üzerine sinmiş olan sigara kokusu.. işte bu kokuyu unutamam ben.. ki bu abimi çok sevmemin nedeni budur işte; nikotin kokması..
onun odaya girmesiyle rahatlardım.. yalnız kalmaktan ya da karanlıktan korktuğum için değil.. ne bileyim, zihnimden geçen ya da geçme ihtimali olan saçma-sapan düşüncelere son verdiği için olabilir..

gözlerimi yumup da daha o yatağına uzanmadan uyurdum.. ve sabah uyandığımda kendimi ya onun koynunda bulurdum.. ya da onu kendi yatağımda..
sıkıca kendisine sarılıp da iri vücudundan destek alırdım.. gel ki hiçbir kavgamda çağırmadım onu.. ya da hiçbir ergenlik olayıma dahil etmedim.. yine de dayanağımdı o benim.. ta ki bir gece yarısı eve içkili geldiğinde, "sen rakı içmişsin" deyip de onu rencide ettiğim ana kadar.. cümlem bitmeden sol yanağımda hissettiğim sağ elinin beş kardeşi.. ve yatağıma geçip de ondan gelen nikotin kokusunu bir daha alamayışım..

daha sonraları üniversite için şimdi yaşadığım bu şehire gelişim.. benimle birlikte okuyan ev arkadaşlarımın huzurlu bir şekilde uykuya geçmesi, benimse uyumamak için her türlü yolu denemem..
sabahlara kadar tarot falı açmam.. kitaplar okumam.. filmler izlemem... ki o zamanlar internet bu kadar yaygın değildi. aldığım günlük gazetelerin hepsini her satırına kadar gözden geçirmem.. bununla da yetinmeyip, bir ansiklopedi serisini baştan sona okumam.. sonrasında ise tüm bu okunanları kendime zırh edinişim.. uykuyu bedenimden kovuşum..

ve askerlik.. oradaki sabahlamalarım.. nöbet tuttuğum gecelerde beynimi ve şakaklarımı zonklatan acı, çaresizlik.. soğuk kış gecelerinde iliklerime kadar hissedip, küfrettiğim yağmurun her bir damlası.. güneş doğarken postallarımla uyuma acelem.. karnıma batan palaskam.. boğazımı sıkan üst kamuflajım..
sabahı etmek için çektiğim nöbet adı altındaki dört saatlik çile.. bazı geceler ise sekiz.. bu kadarının bir insan için çok fazla olduğunu anlamayan ve asla anlamayacak olan askeri yönerge yazarlarının benden bin kilometre ötede oluşu..

askerlik bittiğinde ise geldiğim aynı şehir.. üniversiteyi okuyup, hem öğrencilik yıllarımda hem de okul bittikten sonra yaptığım iş.. sabahın 11'inde başlayıp ertesi günün sabah 5'ine kadar devam ihtimali çok fazla olan meşguliyetim.. ve onun sabahı erteleyişi.. bir çentik atışı zaman denen kavramın en hassas bölgesine.. yani şafağına..
yeryüzü aydınlanmaya yüz tutmuşken benim bayılıp gitmem.. ne bir rüya ne de kabus.. sadece ve sadece geniş yatağıma sağ tarafım üzerine uzanışım.. sol elimle de sol böbreğimi ısıtışım.. sonrasında ise sabahı etmem.. gece denen cinsiyetsiz canavarın her gece beni ettiği gibi..

28 Mayıs 2010 Cuma

insan

nisyandan gelir.. nisyan ise; unutuş demektir.. demek ki neymiş insan olmanın ilk vasfı, unutmakmış.. her şeyi hem de.. bir yaratıcı olduğunu örneğin.. bir toplum içerisinde yaşanıldığını.. bir çok kutsal kavram, olgu ve duygu olduğunu.. unutup da her seferinde yeniden keşfetmek için.. demek ki neymiş, insan delirmemek için unutmalıymış.. ya da delirdiği için unutmalı.. unutup da kendi silik anlarından doğmalıymış.

nisyandan gelir insan.. nisyanı gerçekleşmediğinde ise isyana gider.. bu yüzden de cehennemle korkutulur.. bu yüzden de cennet vadedilir insana.. bu yüzden de çok kısa bir zaman diliminde hemen adileşebilir.. zira ham maddesi bellidir.. hammadesi toprak olan bir varlığın çamurlaşması içinse su gerekmez.. sadece ve sadece bir kereliğine egosunun incinmesi yeterlidir..

nisyandan gelir insan.. nereden geldiğini unuttuğu gün ise şaşırır.. her şeye.. anlam veremez.. bir varoluş kaygısından çıkıp da diğerine düşer.. yüzüstü hem de.. bu yüzden acır hep.. birilerine değil.. kendine.. bu yüzden de acır hep.. içi..

nisyandan gelir insan.. nereye gideceği manasız olur bu uzun yolculukta.. ki o da bilmez varacağı son noktayı.. bu yüzden de daha çok sevilir unutuluş üzerine çekilen filmler.. yazılan kitaplar.. bestelenen şarkılar...
hepsi ama hepsi insanın nereden geldiğini anımsaması içindir.. ama anımsayamaz insan.. bellek denen olgu yoktur insanda.. ancak zihin vardır.. zihinse aşırı hayal kırıklığı yüklemesinden dolayı çöker.. içe doğru..

nisyandan gelir insan.. bozguna uğrar nefes aldığı her an.. ve arayışı, ilk doğduğu andaki masumiyetine ulaşma telaşıdır.. bu telaş esnasında iyice dibe saplanır.. ve kirlenir.. çamaşır deterjanı reklalarındaki "kirlenmek güzeldir" cümlesi insan için geçerli değildir.. zira insan yıkandıkça çekmez.. insan yıkandıkça renk atmaz.. insan suyla iletişime geçtikçe arınır.. temizlendiğini sanır.. bu yüzden seri katiller birisini öldürdükten sonra yıkanır.. çırılçıplak suyu altında ağlar her biri...

nisyandan gelir insan.. anahtar kelime budur.. fakat kilit içeride olduğu için açılmaz o soyut kapı.. insan, duvarsız ve tavansız bir kapı eşiğinde bekler hep.. yarın denen kavram bekleme nedenidir.. öyle avutur kendini.. her yeni insan bir öncekinin çok kötü kopyasıyken aslını arar insan.. aslı yoktur.. sadece bir kız ismidir aslı.. başka da bir şey değil..

nisyandan gelir insan.. geç kalınmış ve hatalarla dolu bir geliştir bu.. ters şeritte yol alma ahmaklığıdır.. emniyet kemeri kullanmaksızın, aşırı alkol ve uykusuzlukla bir geliştir.. bu yüzden şarampole yuvarlanır hayatı.. aşk denen şarampole en çok da.. zira yerim çekim gücü vardır.. insansa ağırdır.. ve ağrılı.. düşer insan.. boşluğa.. ağrıyarak..

nisyandan gelir insan.. ve nisyana gider.. bu yüzden kendi unutamasa da hiçbir şeyi kendisi unutulur.. bazen insanlar tarafından.. bazense tanrı..

30 Mart 2010 Salı

intihar eşiği

böyle bir eşik var mı acaba gerçekten? tamam, dünya dedikleri şey çift kapılı bir han farzedelim.. doğum ilk kapı, ölümse ikincisi. fakat ben, fakat benim yüzüme kapandı o kapıların ikisi de. ne ölmeme sebep bir duygu var. ne de yaşamama. ben o bahsedilen eşikte oturmuş, sigara içip küfrediyorum. huysuz bir çocuğum belki. çok görmeyin. emeklemeden yürümüşüm. annem derdi. şimdilerde ise sürünüyorum. ha bir de, annem altın gibi bir kalbin var derdi. söyledikleri yalanmış annemin. ben rahat uyuyayım diye masal anlatmış. çünkü eskidim ben. insan eskir mi lan? hurda oldum ben. yaşamla ölüm arasında. ya da ölümle yaşam. ne fark eder?

gözü açık tüccarların bir heykelcik yapıp da 2 yıl boyunca üzerine işeyip 2000 yıllık tarihi eser diye, tarihi eser kaçakçılarına satmaya çalışıp da foyalarının ortaya çıkması gibi. eskidim işte. yaşlanmadan, yaşamadan.. hurdaya çıktım. o eşikteyim işte. ne ölüm tarafında ne yaşam tarafında bir kırıntı var beni bekleyen. sabır taşımı elime almış, ortadan delip tespih yapmışım. çekiyorum sol elimle.

çile çeken tüm keşişlere tecavüz etmeyi düşleyip de çekiyorum. her şeyi zamana bırakan aptaların burunlarını kırmayı arzularken. o eşikten kalkmadan ama. siz uzatacaksınız bana yüzünüz. zira ben o eşikteyim artık. kılımı kıpırdatmam. kusura bakmayın.. orada kalacağım.. tanrı'yı çıldırtana kadar..

güzel kadın

iyi insan başlığına bir şeyler yazacaktım aslında. aylardır bir sınır karakolunda gün sayıp, maç izleyip, nöbet tutup, küfrederken, iyi insan başlığına bir şeyler yazmayı düşünüyordum ilk çarşı iznimde.
aklımdan geçen bir çok cümleyi o anlık not ettiğim askerin cep defterinden tekrar okumaya lüzum görmediğimden aklımda kalan pek bir şey olmuyor işte. ne yapacaksın, askerlik böyle bir şey. bilginin değerli olmadığı tek kurum evrende. sırf tek tip insan yetiştirme adına bildiklerinizi unutmanız gereken yegane kurum. ki bunu söylememin nedeni ise karakol komutanını bölük komutanına şikayet eden kişinin çektiği mesaj sonrası tekmil vermemesi. yani künyesini söylememesi ve karakol komutanın herkese bilgiye dair bir şeyler sorup o kişiyi bulma planı. ve sorduğu her şeyi bildiğim için, kendisini de şikayet ettiğim taktirde adımı vereceğimden şüphe etmemesinden dolayı çıldırışı. ve bir kaç soru sonra beni es geçip, kızgın kızgın bakması..

ha ne diyorduk? güzel kadın.. evet, güzel kadın.. o kadar uzağındayım ki bir kaç aydır onun. bir kaç ay dediysem aldanmayın, tam 108 gündür uzağındayım bu kavramın. çok uzağında hem de. dünya yuvarlak değil de bir halı gibi dümdüz olsa dahi ulaşamam ona artık.. belki de stoklarla sınırlıydı.. ve bitti. tüketildi, tüketim çılgınlığının aptalca boyutlara ulaştığı şu devirde. yan ranzamda uyuyan ihsan'a sormalı belki de bu soruyu.. ihsan ki mardinli bir genç.. 89/2 tertip.. 11 aydir asker. ve daha 150 günü var sanirim. en son öyle diyordu.. kamuflajiyla uyuduğu için kendisine kizdiğimda, "birazdan nöbetin var" derler deyip, iddaasinda yanilmayan ihsan.. antalyada midyecilik yapip, vatanseverliğiyle gurur duyan bir kürt çocuğu.. çayi büyük bardakla içen küçük hayalli çocuk ihsan.. ona sormalı belki de.. vardır elbet bir cevabı..

gece 5-9 nöbetinden gelip de aynı gece 1-5 nöbetine giderken uzatmalıyım hayali mikrofonu. ve "ihsan" demeliyim. "güzel kadın nedir sence?"

güzel bir şey söyleyeceğini sanmıyorum. karakolun banyosundaki gazete küpürlerinden ibaret midir güzel kadın, yoksa sabahın beşinde nöbetten dönerken, 4 saatlik bir nöbetten dönerken sadece bir sesten mi ibarettir?

ben bilmem. bildiklerimi ise unutmak için egzersiz yapıyorum aylardır. ama olmuyor. dışarıda bir hayat var. ve o hayatın güzel kadınları.. her insan gibi, her şey güzelken güzel olan, ilk çirkinlikte çirkefleşen kadınlar.. erkekler.. eşcinseller...

cinsiyetlerden arındırmak istiyorum ruhumu.. eşitlik cilasıyla cilalayıp, insan boyasıyla boyamak. sonra da ihsan'ın yatağına bırakmak istiyorum usulca.. hiç ses çıkarmadan.. bir kadının bedenini. ya da sesini..

ne fark eder?

18 Şubat 2010 Perşembe

zaman

geçiyor.. içimden.. geçiyorum.. içiden.. ta ayak tırnaklarımdan başlayıp da saç uçlarıma kadar hissediyorum kendisini bu günlerde.. saniye saniye değil. salise salise değil. gram gram. katre katre. santim santim..

değişti kavramlarımın yeri.. gerçek bir erkek oluyorum sanırım artık.. içerimdeki tüm kadınları tek tek darağacına çekiyorum yaşadığım şehirden binlerce kilometre ötede. zorunlu askerlik görevimi gerçekleştirirken..
annemi bile çok-az arıyorum nöbet dönüşlerinde. her ne kadar koğuştaki yatağımın ayak ucunda "ailenizi sık sık arayın, onları merakta bırakmayın" mivalinde bir emir cümleciği olsa da ben uymuyorum bu emire..

çile çeken keşişler gibi canımı acıtmak için elimden geleni ardıma koymuyorum. tıraş olmuyorum çoğu sabah. karakol komutanımız olacak 7 aylık, 23 yaşındaki çocuk delirsin diye. gelip de yüzüme bir santimlik mesafeden bağırsın diye.. 45 askerin içerisinde beni süründürsün diye. bana ceza olarak ekstradan 4 saatlik yakın emniyet yani amt öbeti tuttursun diye.
karakolun tüm fayanslarını bana saydırsın, tuvaleti 10 dakikada bir paspalatsın diye.. yatağıma sadece uyumak için geçeyim diye. o da günde 3 saat. bilemedin dört.. ötesi yok.. gemişimi düşünmeyeyim diye.. . neyse ki sivilden yedeklemişim uykularımı.. şişirmişim gözlerimin altını..

artık yorgunluk, midem ya da kalbim gibi bir organım oldu.. "nasılsın asker?" diye sorsa albay, "yorgunum komutanım" diyecek kadar yoruyorum kendimi. yorduruyorum. "bir sıkıntın var mı?" diye soracak olsa karakol komutanım olacak çocuk, "yorgunum" derim...

artık bilinçli deliliğim. bilinçsiz akıllılığım.. gün saymıyorum. şafak kağıdımla geçen gün kıçımı sildim, kantinde selpak kalmamıştı..

neyse işte.. bu aralar içindeyim zamanın. ya da o benim içimde. bilmiyorum. geçiyorum ya da o geçiyor. bunu da bilmiyorum..

dil

gece nöbetlerine uykulu uykulu giderken yokluğunu hissettiğim tek organ.. şöyle sokulsun sol yanımdan bana. ayak parmaklarımdan başlayıp da sırtımda gezinip boynumda varlığını sonuna kadar hissettirip en nihayetinde saç uçlarımda son versin yolculuğuna..

soksun beni bir mevziye.. üzerime 6 beden büyük gelen kamuflajları söküp soğuk bir kış gecesinde ısıtsın tenimi. dilime değsin ağzımda. dudaklarım üzerinde gezinsin. boğazıma kaçsın. kesilen nefesime ve dönen başıma neden olarak soğuğu değil, kendisini gösterip hissedeyim..

sussun. kelimelerden ve cümlelerden sıyrılsın. çırılçıplak kalsın karşımda.. göz kapaklarımda hissedeyim ılıklığını. derimden içeri girsin..

ağaç

çocukluğumda gölgesinde serinlerdim. hatta ilk somut acımı, dalından düştüğümde hissetmiştim.. dizim soyulmuştu, sol kolum incinmişti. daha sonra ağaçla ilişkim kesildi. ta ki geçen yıl sözlükte düzenlenen ekşi sözlük ormanı organizasyonuna kadar. işte o vakit kendimce yardımda bulundum.

fakat bilmiyordum, yaklaşık bir yıl sonra zorunlu askerlik için bir sınır iline gelip, o sınır ilinde de bir sınır karakoluna düşüp, o sınır karakolunda da günde 8 saat tam teçhizat nöbet tutarken ağaçlar yüzünden kaçakçı ibneleri göremeyecek olmamızı..

bilseydim eğer tüm bunları, bu şehire gelirken, sivil hayatımın son gecesinde, otogarda davullu-zurnalı kutlama yapan askerlerin ve ailelerinin gözü önünde davulcunun kafasına davulunu geçirip, zurnacının götüne zurnasını sokmaz mıydım?

aylardır güneşe hsret olacağımı bilseydim eğer, her gece 1-5 nöbetinde, ayak ve el parmaklarım zehir gibi yağmurla yıkandığında, canım acıdığında, üşüdüğüm için ağladığımda, bilseydim eğer tüm bunları, dünyayı yakmaz mıydım, üzerindeki tüm ğaçlarla birlikte!!! insanları da tutuşturmak için kullanıp da!!

bilmiyordum tabi ki hiçbirini.. gece görüş dürbünümden, termal kameramdan, ve bir çok gece karakol kulesinde nöbet tutarken yanı başımda duran mg-3'ümün dürbününden kaçabilecek olan kaçakçı orospu çocuklarını sırf bu ağaç denen bokluk yüzünden kaçırma ihtimalimin olacağını bilseydim, yeni doğan çocukları için ağaç diken çevre dostu ebeveynlerin gözü önünde çocuklarının ağzını 7,65 mm'lik 100 mermiyle doldurmaz mıydım ben ha!!!

bilseydim bunları, yerle bir etmez miydim yağmur ormanlarını. geri bölgede nöbet tutarken, kafam soğuktan dolayı çatladığında karşımdaki ormandan gelen seslerin beynimi zonklatacağını bilseydim eğer, temiz hava sahası için kampanya düzenleyen küçük kız çocuklarını saçlarından asmaz mıydım ben?

her yağmur yağdığında ciğerlerim sökülüp, sinüzitim arttığında, 4 saatlik bir nöbet cenaze gibi yanımda dururken anasını bellemez miydim ben, tüm fidelerin!!!

yapardım hepsini ama bilmiyordum bunları. yoksa, ana maddesi ağaç olan paradan bile kağıt denen katığı kaldırıp attıracak kadar gerçek bir deli olurdum. sadece tuvalet kağıdı için gerek kalırdı ağaçlara. gerisi boş..

bilmiyordum işte..

noktalama işaretleri

edebi litaratürden kaldırılmalı daha geçen gece bir beş nöbetindeyken düşündüğümde karar verdim bu yargıya kaldırılmalı dedim liataratürden her şeyin kolayına alışmış asalaklara bir ceza niyetine sökülüp alınmalı noktalar virgiller ünlemler sökülüp alınmalı ki biraz daha zorlanmalı insanların beyni kendi dar algılarına sıkışıp kalmış yığınlar bir kereliğine gerçekten zor olduğuna karar vermeli hayatın zor olduğuna karar verip de ona göre gardını almalı daha geçen gece düşündüm bunları öncesinde el parmaklarımı hissetmeyecek kadar üşütüp de nöbete götürdüğüm 8 sigarayı dört saatte yediğimde içtiğimde değil yediğimde aklıma geldi tüm bunlar gündelik hayattaki konuşma dilinde nefesimiz yetmediği için verdiğimiz aralar verilmemeli askeri sistemin tek hedefi olan her hangi bir askerden maksimum fayda sağlama gözü açıklılığı yazım dili için de kullanılmalı hatta konuşma dili için de böyle olduğu taktirde daha çok yaşanmışlık eklenebilirdi edebiyat dünyasına ya da normal hayata böyle olduğu taktirde daha net ve kararlı adımlar atılablirdi her hangi bir yazıyı okuyan her hangi birisi okuduğu yazıyı dönüp dönüp defalarca okuyup daha farklı bir tat ve keyif yakalayabilirdi böyle yaparak o insanın gerçek kişiliğine ve içine inebilirdi ineceği yerin merdiveni ise noktalama işaretleri kullanılmayan bir boşluk olurdu boşluktan başlayıp boşlukta son bulan bir yazı oğuz atayın tutunamayanlarda denediği gibi selim ışıkın elli altmış sayfada denediği gibi denenip de geçerliliği ıspatlansın diye geçen gece düşündüm bunu yanımdaki bitlisli kürt çocuk kürt türkücü diyarın bitana be türküsünü söyleyip de beni ağlattığında yanımdaki bitlisli kürt çocuk pkkya ana avrat düz giderken aklıma geldi tüm bunlar iki adım ötemdeki g 3üme yan yan bakarken askerde kendimi öldürmeden sivil hayata geçersem eğer kendi omuzlarıma üçer adet yıldız dövmesi yaptırıp kendimi onurlandıracağım için hatta kendime mareşallik ünvanı vermeyi düşünürken aklıma geldi güçlü anlatımın noktalardan virgüllerden ya da kesme işaretinden bağımsız olduğunu herkese ıspat etme gerekliliğini aklıma getirirken aklımı ise çok uzaklardan geri getirip de beynime geri sokmaya çalışırken aklıma geldi işte geldiği gibi gitmedi durdu yerinde şimdi ise karşınızda

kürt

yüzbinlercesi askeriyenin temel taşı olan erlik statüsünü dolduran insanların ırkı. onlarca yıl ırk olarak bile sayılmadılar gel ki kendi ülkelerinde.. üzerlerinde hücum yelekleri, ellerinde g-3'lerle vatanı korumaya gittiklerinde anladım her birinin, bu ülkeyi sevdiğini varsayan ibne ülkücülerden daha değerli olduklarını..

tim komutanı olarak başında nöbete çıktığım, çelik kuleden sınırı koruğumuz, ahmet kaya'nın askerliğini yaptığının varsayıldığı mevziye elli metre uzaklıktan ahmet kaya'nın şafak türküsü'nü beraber söylediğimiz her kürt çocuğuyla sırdaş oldum. hayatımı anlattım. hayatlarını anlattılar..

hep "abi" dediler bana. ya da "hocam." geldikleri toprakların kanunları dinleriyle yaşıt. geldikleri toprakların dilinde her kelimenin sonuna, her cümlenin sonuna "dır, dir" eklerini ekleyip de tanım yapma zorunluluğunu hissediyorlar. bu yüzden çırpınıyorlar. bu yüzden canları yanıyor..
acımasızlıkları çektikleri acılardan kaynaklı. bu durum benim midemi bulandırsa da şafak alıyorum teskerecilerinden bile. beraber sigara patlatıyoruz karakolun bahçesinde. külotçu yalaka ibnelere küfrediyoruz. pkk'ya sövüyoruz son ses. kaçakçı götverenlere. "bana kürtçe öğretin" diyorum her birine. hangi cümleyi ilk öğrenmeyi istediğimi sorduklarında "aşk" diyorum..

gülüyorlar.. onlar da biliyor ki bir yabanci dilde ilk öğrenilen kelime küfürdür. "gülme lan" diyorum her birine. "küfürleri biliyorum.." bu kez kahkahalarla gülüyorlar.. gözleri içe göçük hayatları gibi.
bedenleri dar vücutlarına.. bozuk gramerlerle mükemmel cümleler kuruyorlar.. bir çoğu türk askerlerden daha cesur.. bu yüzden korkmuyorlar hiçbir şeyden.. savaşın içine doğmuş, savaşı yaşıyorlar.. sırf bu yüzden g-3 oyuncak gibi geliyor onlara. uykusuzluk ise öylesine bir angarya..

yine de şafak sayıyorlar. nöbet tutuyorlar.. "abi" diyorlar arada bir. güvendiklerine. "askerlik paralı olsaydı keşke. paramız bitti."

içim acıyor. nöbet yerine getirdiğim 8 sigaranın dördünü yanımdaki bir kürt çocuğuna veriyorum. beraber içiyoruz. isimleri müthiş; azat, zaman, garbi, falay, agit, cuma...

"ne güzel isimleriniz var" diyorum.. dalga geçtiğimi sanıyorlar. karakolda hepimiz için mangal partisi organizasyonu yapmak istediğimde, para vermeyen diğer askerlerden parayı onlar alıyorlar...

hep küfrediyorlar ama. her yerde. her an ve her salise. bir başkasının ardından ana-avrat küfreden bir ibnenin üzerine yürüyecek kadar onurlular. daha kaybetmedikleri insanlıkları var.. asla da kaybetmeyecek gibi duruyorlar. en aşağı bir yüz yıl mücadele edecekler. teknoloji ile aralarında koca bir ekonomi var.

kız arkadaşları yok. çünkü bir çoğu evli.. karıları var. eşleri değil. karıları. doğdukları topraklarda kadın kelimesi yok çünkü. sözlükleri farklı. sözcükleri farklı. yine de ölümüne dinliyorlar beni. bir akşam üstü karakolun arka tarafında kürtçe bi türküyü piç etmeden söylemeye çalışırken ben.. alkışlıyorlar birden. türküyü bitirdiğimde. hoşlarına gidiyor onları kabullenmem. keşkelerini görebiliyorum bakışlarında.. maç izlerken beraber küfrediyoruz hakeme.. asker ajandalarına aynı cümleyle başlıyorlar;,

"bana kalbin kadar bu temiz sayfayı..."

kalpleri temiz çünkü. fazla kirlenmemiş. fazla kirlenmeyecek de.. kötü olan her şeyden nefret ediyorlar. kendi illerinde gerçekleşen illegal gösteri haberleri çıktığında susuyorlar. tanıdık birini arıyorlar belki.. bilmiyorum.. dışarı çıkıp da sigara içtiğimizde suskunluk hakim oluyor. ay ışığı ise savcı.. bu dava bitmez. onlar da biliyorlar.. bu kavga bitmez. onlar da biliyorlar. bu yüzden dayanıklılar çünkü..

taş gibiler. taş kalpli babalarin büyüttüğü taş gibi adamlar...

karakoldaki en zor nöbet yerlerine onlar gidiyor. ben seviyorum her birini. cümlerinin sonuna tanım içeren "dir, dır" eki ekleyen her birini. galatasaray'ı ölümüne sevenleri.. fenere tapanları.. kara kartalları... türk bayrağına bakarken "ne güzel bir bayraktır bu" diyen diyarbakırlı azat'ı.. gece şafak atmaya yaklaşırken "bu ülke her şeyiyle güzel" diyen tuncelili zaman'ı...

hepsini..

zaman

geçiyor.. içimden.. geçiyorum.. içiden.. ta ayak tırnaklarımdan başlayıp da saç uçlarıma kadar hissediyorum kendisini bu günlerde.. saniye saniye değil. salise salise değil. gram gram. katre katre. santim santim..

değişti kavramlarımın yeri.. gerçek bir erkek oluyorum sanırım artık.. içerimdeki tüm kadınları tek tek darağacına çekiyorum yaşadığım şehirden binlerce kilometre ötede. zorunlu askerlik görevimi gerçekleştirirken..
annemi bile çok-az arıyorum nöbet dönüşlerinde. her ne kadar koğuştaki yatağımın ayak ucunda "ailenizi sık sık arayın, onları merakta bırakmayın" mivalinde bir emir cümleciği olsa da ben uymuyorum bu emire..

çile çeken keşişler gibi canımı acıtmak için elimden geleni ardıma koymuyorum. tıraş olmuyorum çoğu sabah. karakol komutanımız olacak 7 aylık, 23 yaşındaki çocuk delirsin diye. gelip de yüzüme bir santimlik mesafeden bağırsın diye.. 45 askerin içerisinde beni süründürsün diye. bana ceza olarak ekstradan 4 saatlik yakın emniyet yani amt öbeti tuttursun diye.
karakolun tüm fayanslarını bana saydırsın, tuvaleti 10 dakikada bir paspalatsın diye.. yatağıma sadece uyumak için geçeyim diye. o da günde 3 saat. bilemedin dört.. ötesi yok.. gemişimi düşünmeyeyim diye.. . neyse ki sivilden yedeklemişim uykularımı.. şişirmişim gözlerimin altını..

artık yorgunluk, midem ya da kalbim gibi bir organım oldu.. "nasılsın asker?" diye sorsa albay, "yorgunum komutanım" diyecek kadar yoruyorum kendimi. yorduruyorum. "bir sıkıntın var mı?" diye soracak olsa karakol komutanım olacak çocuk, "yorgunum" derim...

artık bilinçli deliliğim. bilinçsiz akıllılığım.. gün saymıyorum. şafak kağıdımla geçen gün kıçımı sildim, kantinde selpak kalmamıştı..

neyse işte.. bu aralar içindeyim zamanın. ya da o benim içimde. bilmiyorum. geçiyorum ya

sigara

benim için zamnın kendisi.. yakıyorum. her yakışımda askerliğimden en aşağı 5 dakika geçiyor. sırf bu yüzden askerliğimin kalanında ağzımda sigarayla uyuyabilirim.. yemek yiyip, banyo yapabilirimm.. sırf benim için beş dakikaya eş değer olduğu için.

sol elimden düşmüyor bugünlerde. neredeyse sol elimin altıncı parmağı oldu. her yerde içiyorum. koğuşta, tuvlette, banyoda, askeri gazinoda... yasak olan ya da olmayan her yerde. "askerlik" dendiği an "amına koyim" dedikten sonra anlatacak tek bir anım olmadığında söyleyeceğim tek kelime. hatta söylemem bile gerek yok, yanan sigaramı göstermem yeterli..

içmiyorum kendisini. yiyorum.. markası farketmiyor. askeri gazinonun kantininde hangisini bulursam yakıyorum. sigara içen hangi askeri görürsem ekliyorum;

"yapıştır!!"

o da yapıştırıyor. bugünlerde ömrümü bir dal sigarayla hayata bağlıyorum.

9 Ocak 2010 Cumartesi

erkek çocuk

daha dün gördüm birisini. yemin töreni öncesi bizim bölükteki 35'lik gökhan abimizin oğlunu. ismi efe.. malum, isimden anlaşılacağı üzere egeli. doğum yeri izmir. fakat kütüğü asla değişmeyecek; erzurum..

dün gördüm efe'yi. simsiyah gözleri de geleceği gibi simsiyah geldi bana. üzerimizdeki kamuflajlarla ona nasıl göründüğümüzü merak ettim. gökhan abi efe'yi öpüp koklarken ben 2 metre öteden izledim. yaklaşık bir aydır ilk defa sivil insan gören onlarca asker yığıldı efe'nin başına. efe de ağladı. o ara babası, "arkasına geçmeyin. huzursuz oluyor" dedi.

herkes ön tarafa geçti. efe de öylece baktı millete. elini öptü bir kaç kişi. diğer bir kaçı hemen uyardı; "bir aydır banyo yapmıyorsun lan. öpme çocuğu. mikrop kaptıracaksın.."
güldüler bu duruma. ben gülemedim. inanın gülemedim. içler acısı bir durumdu bu. içerimizin pisliği bedenimize taşınmıştı.
dün gördük efe'yi. babası, çektiği sıkıntılardan ötürü efe'yi türkiye cumhuriyeti vatandaşı yapmayacağından bahsetti. sırf zorunlu askerlik yapmaması için. ben de "istersen dünya vatandaşlığından çıkar" dedim. "boşu boşuna acı çekmesin.."

millet yine güldü. gıkımı çıkarmadım ben. efe de çıkarmadı. bir ara göz göze geldik efe'yle. sırf boyu bir metrenin altında diye efe'ye bel bağlayan onlarca, hatta milyonlarca insanın varolduğu bu yaratılışta, sırf bir buçuk yaşında diye efe'ye özenen onlarca askerin içerisinde göz göze geldik. ve gözlerimle anlattım efe'ye. sol elimdeki sigarayı yiyerek;

"bir an önce büyü ve gel efe. ben de siktir olup gideyim buradan.. bir an önce. başarabilirsen iki saat sonra. hatta benim yerime sen yemin et. benim yerime sen bağır. bir an önce efe. büyü ve gel. bir an önce. bu bir emirdir!.."

rastlantı

üzerine basit bir manayı yapıştıramadığım, daha doğrusu basit bir tanımı yakıştıramadığım olgu.. tanrısallık boyutu ise umrumda değil. yine de iki insanın evrende karşılaşması o kadar ütopik geliyor ki bana. ve o insanların bir şekilde birbirilerinden etkileşimi, paylaşım içerisine girmeleri..
fazlasıyla mucizevi ve ütopik. hep ben algılarımı sonuna kadar açık tutma aptallığına büründüğümden mi yoksa başkalarının algılarını ne kadar açtığını bilemediğimden mi bilmem ama bana fazlasıyla sofistike gelir bu olgu. bu yüzden de basit bir şekilde "tesadüftü oldu." veya, "rastlantıydı geçip gitti" diyemiyorum hiçbir şeye.

zira bir çok güzelliğe basit şekilde rastlanmayacağını bilecek kadar ben de süzdüm hayatı. yeri geldi yaşadım. yeri geldi uzaktan izledim. ben de nefesimi bıraktım. ben de nefesimi tuttum..
bir şekilde bu olguya ulvi anlamlar yükledim. bir şekilde kendisini aşan tanımlar.. bu yüzden sığ bir şekilde ele alıp da yere bırakamadım..

öylece tuttum avuçlarımda. askeri birliklerde ceza alan bir askerin elindeki g-3 silahını saatlerce göğüs hizasında dik tutması gibi. ağırlığı 5 kilogram olan silahın dakikalar hatta saatler sonra tonlar çekmesi gibi.
ben de öylece tuttum. 30 yıldır. şimdi ağırlığı dayanılamayacak kadar fazla. bileklerimdeki güç bitmek üzere. bu eylemde başarısız olmamam için ya bu düşünsel ceza bitmeli. ya da benim hayat adındaki zorunlu görevim..

birisini gerçekten sevmek

kalmasını sağlamaktır..

çünkü kalmak güçtür. hele ki arada kötü sözler söylenmiş, kötü tavırlar sergilenmişse.. zor olan kalmaktır. bir sevginin her şeyin üzerini örtebileceğini, her türlü kötülüğü yok edebileceğini ıspat etme cesaretidir..
gel ki insanların bir çoğu sevgiyi, sevip de kavuşamamak olarak algıladığı için bu durumun gerçekliğini ancak ve ancak sevip de kavuşanlara anlatabilir bir insan.. yoksa diğer türlü kendi inandırıcılığını kaybeder. gerisi? olmaz..

ben birisine tapacağım ve o gidecek. gitmemesi için elimden geleni yaparım. gerekirse susarım gerekirse haykırırım. ama ne yapar ne eder onu yanımda tutarım. benimle aynı yatakta uyuyup da milyarlarca düşünsel uzaklıklarda olsa bile..
nefesini hissederim nefesimde. tenini tenimde. bazıları anlamaz bunu. bir sevgiye bağımlılığın, sevgiliye bağımlılığın manasını bilmeyenler anlayamazlar tabi ki bunu..
onlar kendi açılarından düşünürler. çırılçıplak uyumanın tadını bilmeyen bir kadın veya erkek nasıl bilsin ki beraber olmanın hazzını. keyfini. mucizeviliğini. nereden bilebilir ki?

kolay olanı seçer o. bırak. ve gitsin!

bırakılsa bile sen bırakmıyorsun. ve inan bana o da gitmiyor..

her iki taraf da biribiriyle karşılaşmadan önce yaşadığı siktiriboktan hayatına kaldığı yerden devam ediyor..

ha bu arada, gerçekten sevmek nedir? sevmek, sevmektir. gerçekliği ya da yalanlığı kalbinde hissettiğinle ölçülür.

kendini yaşlı hissetmek

yaşanmışlıkla ilgilidir. ya da yaşanmamışlıkla.. bilmiyorum. bilmek de istemiyorum açıkçası.. çünkü "bildiğiniz her şeyi nizamiye kapısının dışında bırakın" dedi rütbeliler. yaklaşık bir ay önce. ben de bıraktım. yalan söylüyorum. bırakmak bile istemedim. ne okduğum her hangi bir kitaptaki sevdiğim bir cümle çıktı zihnimden ne de çok sevdiğim bir filmdeki çok sevdiğmi bir sahne. hiçbirisi çıkmadı içimden. belki bir kaç gece rüyamda bile askerdim. ama ötesi boş. ötesi hikaye. ve benim karnım tok hikayelere. belki masal olsaydı, uykusuzluk çektiğim gecelerde birisi okusun isterdim. o da belki...

bazıları hayata yaşlı gelir. kişinin ruhunun ve kavramları algışlayışının ağırlığının yaşlılık olarak algılanmasından bahsetmiyorum. o kadar sofistike olacağına inanmıyorum insanın..
bazıları diyorum işte. bazıları yaşlı gelir dünyaya. güney doğu anadolu bölgesinde kadın olarak doğar kızlar mesela. ve göğüslerinden önce kaderleri çıkar. kalçalarından önce de geleceklerinin belirginleştiği gibi.

milliyetçiliğin bir din olduğu bu topraklarda da her erkek çocuk asker doğar. penisinden önce ruhu erekte olur. ve kavgalarla büyür. büyütülür. bıyıklarından önce de bir çoğunun sırtı terler. selpak satarlar. kırmızı ışıkta bekleyen arabaların camlarını silerler. bir çoğu ya ezilir. ya da sakat kalır.

bazıları hayata yaşlı gelir. bazılarının ise asla ve asla yaşlanmadığı gibi.

işte o büyümeyenleri istiyorum ben. asla yaşlanmayacakları!! sürünürken askerde. 9 ay annelerinin rahminde taşıyıp, askere gelmelerine yakında babalarının içinde saklanan zengin piçlerini.
9 ay annelerinin rahminde taşıyıp hayatları boyunca da babalarının sırtında yaşayan kadın müsveddelerini. işte onları istiyorum ben. yüzlerine yakışan yaşlılık emaralerini kasaturamla atmak için!..

çarşı izni

erkek egemen toplumun erkekliğini unutturmak için ant içtikleri askerlere biçtikleri kefen. ağızlarına çalınan bir parmak bal..

imkanları kısıtlı veya az gelişmiş bir yerleşim birimindeyseniz bu çarşı izni pek de bir şey ifade etmez. devlet dairesi mantığıyla işleyen, sabah 8 aşkşam 5 mantığıyla çalışılan askeriyede çarşı izni pek de ehemmiyetsizdir. en fazla dışarı çıkan asker güzel bir yemek yer. görüşebileceği insanlarla rahatça görüşürüz. sevişebilirse sevişir..

hafta sonları sabahın köründe ana caddelerde dolaşan ne idüğü belirsiz tipler görürseniz bilin ki onların hepsi delidir. onların hepsi aylardır üzerlerine geçirilmiş üniformaları kişilikleri sanan ucubelerdir.
hafta sonları küfrede küfrede konuşarak yanınızdan geçen, sabahın 9 unda pizza yiyen aptallar görürseniz bilin ki onlar askerdir. ve sizin daha yeni başlayacağınız hayata aylardır sizden ve herkesten 3'er, 4'er saat erken başlamışlardır..

bu erken başlayış, hayatı tümüyle sırtlanmak zor geliyordur ruhlarına. zor geldiği için de kendilerini asıyorlar. askerlikten yırtmak için kollarını kırıyorlar g-3'lerle. ranzadan aşağı bırakıyorlar bedenlerini. o askerler işte. onlar, artık kayışını koparmış pantolondan sarkan birer penistirler. çarşı izni ise onların açık fermuarı. ama artık içeri sokulmaz o penis. sokulsa da tahriş edilir.. hepsi bu.

uykusuzluk

günlerdir çekiyorum. hatta aylardır.. tüm iliklerimde hissediyorum.. ayrıştırıyor. ayırıyor. gerçeği yalandan. yalanı gerçekten. geceyi gündüzden. gündüzü geceden.. bedenimi ruhumdan. ruhumu ise bedenimden..

aylardır yaşıyorum. özellikle son bir aydır iliklerimde hissediyorum. damarlarımda dolaşıyor. kan değil. uykusuzluk.. son bir aydır gözlerimin kan çanağı olmasına, beynimin uğuldamasına neden oluyor..

daha dün öğleden sonra, yemin töreni için yanımdaki askerin belinden tutup, sol elimle bayrak ve masadaki g-3'ü kavrarken o masanın başında uyumamak için yırtındım durdum. daha dün yemin töereninden sonra tören alanında kıvrılıp kendimden geçmemek için o kadar çok çabaladım ki ter boşaldı bedenimden..

uykusuzluk..

karman çorman ediyor her şeyi. ayrıştırdığı yalan.. gerçek olansa geceyle gündüzü birbirine geçirdiği. siyahla beyazı.. sıcakla soğuğu.. ruhla bedeni. yalanla gerçeği...
tek bir mevsimi, tek bir rengi, tek bir zaman dilimini yaşıyorum. günlerdir. hatta aylardır. bu kadar kısıtlı bir cümbüş ise yoruyor zihnimi. boş zaman meşgalesi olarak göremediğim için uykuyu, bu uykusuzluk hali koparıyor beni..

sanki paramparça zihnim. beynim. organlarım. ben ise yer çekimsiz bir dünyada, parçalarımı toparlamaya çalışıyorum. kendimce. devlet büyüklerimden, komutanlarımdan habersiz!.. bir de annemden!

5 Ocak 2010 Salı

gece nöbeti

delirmek için en güzel zaman dilimi.. ne üçten beşe olanı ne de 1'den beşe olan şıkkı. hiçbirisi dindiremiyor içimdeki acıyı..
ben geceyi tutuyorum o saatte. gece ise beni.. hayatımın bu noktaya gelmesinde ön ayak olan insanları koruyorum tehlikelerden. kutsal görev adı altında..

elimde g-3 silahım. dişlerimi sıkarak söylüyorum. sessizce; "kutsallığın zorunluluğu mu olur? ya da zorunluluğun kutsallığı?"

duyan yok. sadece ve sadece fısıltılar duyuyorum. arkamdan konuşuyor gece. aklımı kaçırıyorum salise salise. kendimi yitiriyorum gram gram..
ellerim üşüyor. dizlerim. kulaklarım.. gram gram yok oluyorum her nöbette. canım acıyor. annemi arıyorum bir saliseliğine. bu halimi görmesi gerektiğini. bu halimi görüp de benim yerime taş doğurması gerektiğini kabul etmesini.

"belki de taşımdır" diyorum. yine sessizce. o kadar kalabalık ki beynim. her düşünce biribirine çarpıyor. babam geliyor aklıma. 24 ay bu saçmalığı yaşayan babam. ve onun bana sevgisizliği...
"bu yüzdendir" diyorum. "askerdeyken delirdiğinden olsa gerek öz oğlunu ciddiye almayışı. ya da alamayışı.."

zaman asılı duruyor sonsuzlukta. benden binlerce kilometre ötede birilerinin seviştiğini varsayıyorum. birilerinin öpüştüğünü. dudaklarım çatlıyor ayazdan. göğsümdeki g-3'üm bedenime yapışıyor. arada bir tetiğe kayıyor elim. emniyeti açıyorum. yere dik koyup, namluya çenemi yerleştiriyorum..
benim için dizayn edilmiş. kendimi öldürmem için.. "böyle bin saat geçecek" diyorum. "kendime ölümlerden ölüm beğenmem için bin saat.. salise salise hissedebileceğim. saniye saniye damarlarımda dolaşacak bin saat.."

sivildeyken bile tahammül edemezdim gecelere. zira geceler beni yorardı. ya burda. evimden binlerce kilometre ötede. yapayalnızken. hiçbir şeye ve hiç kimseye ait değilken. ne yaparım ben? nasıl bitiririm bu zamanı? nasıl kendime gelirim? nasıl aklımı geri kazanırım?

cevap veren olmuyor. daha saatler var bu gece ki azabın bitmesine. "belki de öldüm" diyorum tekrar. bu da sessizce. "öldüm ve kabirdeyim. azabımı çekiyorum.."

duyan yok. işiten ise anla. anlamak mı? kimin umrunda? üzerime büyük geliyor kamuflaj. hayatın ruhuma büyük geldiği gibi.
yok oluyorum her nöbette. aklımı yiyorum. iç organlarımı. bu yüzden de nöbet bittiğinde sadece uyuyorum. günlerdir açım. dilimden tek bir kelime düşmüyor çamurdan oluşan zemine. tek bir bakışımı yakalayamıyor her hangi bir asker ya da komutan..

canım acıyor. sevmediğim bir mekanizmanın parçasıyım. canım yanıyor. "gerçek acı bu" diyorum. bunu da sessizce söylüyorum. "gerçek acı bu. ayaklarımdan başlayıp saç tellerimde son buluyor. gerçek acı bu. tüm iç organlarımı dolaşıyor. tüm iç organlarımı yakıyor.."

geceyi bekliyorum. gece de benim kendimi öldürmemi. olmuyor. benden önce denenmiş tüm intihar stilleri aptalca geliyor. ellerim tutmuyor. g-3'üme yapışmış eldivenlerim. karşıdan düşman gelse, ayaklarımı sökemem çamurdan. ancak ve ancak olduğum yere uzanırıım. kendimi korumak için değil. uyumak için.

o kadar yorgunum ki zira. bir salisede geçebiliyorum uykuya. bir salisede geçebiliyorum kendimden. yağ gibi akıyorum hayattan..
o kadar yorgunum ki adımı unuttum. arada bir göğsümün sağına bakıyorum. acil durmlarda komutanların soyadımızı anımsaması için yazılmış soy ismime. "kurt" yazıyor. "evet" diyorum. "içten içe beni kemiren diğer benin soyadı olsa gerek.."

geceyi tutuyorum bir kulübede. göz hizamda kum torbaları var. arada bir yumrukluyorum. içimden sayıyorum delirmemek için. ya da delirdiğim..
manası yok artık hiçbir şeyin. önemsiz kutsallıklar. "bitsin" diyorum sadece. 2 günde bir gittiğim tuvaletin arka kapısında yazıyor;

"bitmez."

dışarı çıktığımda ekliyorum;

"evet. bitmez. bitse de amına koyayım. bitmese de. herkesin ve her şeyin."

geceyi tutuyorum. bir kulübede. kendimi öldürmemek için. birileri buna, nöbet diyor..

hayat ve kadın

tek bedende yaşayamayan iki ruh gibi. ya da çift ruhlu bir beden.. farketmiyor. farketmediği için de "hayat" ve "kadın" kelimeleri bir orospu için törpülenip, bir kerhane için "hayat" ve "ev" gibi iki sıcak kelimenin uygun görüldüğü gibi topluma açık konuşma sekanslarında kullanılıyor..

toplum ne yapıyor peki? nerede başlıyor ve nerede bitiyor? ahlak ve erdemin nerede başlayıp nerede bittiği gibi..

nerede?

kendi mutsuzluğundan gökdelenler inşa eden kadınlar tanıdım ben. her şey güzel giderken kendi iç hesaplaşmalarında kendilerini idam eden kadınlar. kendi idam fermanlarının altına bileklerinin kanıyla imzalarını atan..
bir intihara bile geç kalan kadınlar tanıdım ben. bir sevişe, bir öpüşe, bir dokunuşa bin bir sebepten ötürü geç kalanlar..
kendi haklılıklarını ıspat için çok sevdikleri adamlara ömür boyu mahrumiyet cezasını reva gören kadınlar tanıdım ben...

hayat hakkında saatlerce konuşup, "hadi gel yaşayalım "dediğimde inine çekilen kadınlar. rimelli gözleriyle her şeyi süzenler..
kırmızı ojeli tırnaklarını her şeyin sırtına geçirenler. benim sırtım hariç. her şeyin yüzünü parçalayanlar.. benim yüzüm de dahil. varoluşlarını bir erkeğin kalbinde tamamlamaktan çekinenler...

hayatı tenlerinde ve kalplerinde öğrenmek istediğim kadınlar tanıdım ben.. istedikleri şeyi elde edemediklerinde üzgün, ettiklerinde ise pişman olan kadınlar..
hep hayata ve insanlara öfkeyle bakan, cinselliğini menopoz dönemlerinden sonra keşfeden kadınlar.. ruhun kristof kolombları... bedenin galileoları..

kadınlar tanıdım. ta ergenliğimin ilk yıllarından.. annem gibi. cinsellikle erkeğini cezalandıran, sevgisiyle ödüllendiren kadınlar.. ruhun ve bedenin pavlovları!!!

kadınlar tanıdım ben.. asla ve asla bedenlerinden içeri giremediğim. ruhlarında sorti yapamadığım kadınlar. omuz başlarından öptüğüm. nefeslerini yuttuğum kadınlar. hayal kırıklıklarından gökdelenler inşa edebilecek kadınlar..
asla affetmeyen, asla duygularını ortaya koymayan kadınlar..

hayatın ön bahçesinde gördüm hepsini. bir çoğunun elinde sigarası vardı. yakacak bir şey bulamadıklarından içtikleri. kendilerini yakmamak için yaktıkları.. ben gibi..

kadınlar tanıdım ben.. şiirler yazdım onlar için. hikayeler.. hiçbirisi inandırıcı gelmedi hiçbirine. bir şeyi istedikleri an her şeyi yapabilecekken kıllarını kıpırdatmayan kadınlar..

kadınlar tanıdım ben. fakat daha hiçbiriyle el sıkışamadım. adlarını öğrenip de samimiyetsiz göt oğlanları gibi "memnun oldum" diyemediğim kadınlar..

umarım, siz benden memnunsunuzdur. umarım..

hayat kadınıyla yatmayan erkek

sohbet eden erkek de olabilir.. bazen insan seks denen kavramı sadece ve sadece içindeki acıları bastırmak için tercih eder. kendi yalnızlığını başka bir yalnızlıkla bilemek için. keskinleştirmek için.. iki yalnızlıktam teklik icat etmek için...

bazen bir erkek, "hayat" ve "kadın" kelimelerinin tek bedende vücut bulmuş halini becerip de kendini onure edeceğini düşündüğü için hayat kadınının yanına gider. cinsel ilişkiye girecek olsa da, ne kadar tecrübeli olursa olsun, erken boşalır.. zira o an istediği bu değildir. o an istediği cinsellik değildir. o an istediği sadece ve sadece bir kadınla hayat hakkında konuşmaktır. bir hayat kadınıyla hayat hakkında konuşmak...

sokulur o kadının yanına. üzerinden yüzlerce hatta binlerce erkeğin geçmiş olabileceği kadının yanına.
ilk cinsel ilişki deneyimini yaşayanından tut da en aşağı 3 çocuğu olan kel ve göbekli adamların tıslaya tıslaya orgazm oldukları o bedenin ve ruhun sahibinin yanbına sokulur..
konuşur. kendinden çıkar yola. başka bir yere gidemez. arada bir "adın ne?" diye sorar. karşıdaki kadın, hayat kadını ya da kadının hayatı cevap verir; "ne önemi var?"

önemsizliğini kavrar isimlerin. ve mekanların. zira o odaya girmezden önce kapının üstündeki tabelada yazan yazıyı okumuştur;

"hayat evi..."

hayatın böyle bir evde öğrenilmeyeceğini bilir. ta yıllar önce her hangi bir şehirdeki genelev için "çok güzel" diyen dostuna söylediğini anımsar;

"bir genelev ne kadar güzel olabilir ki?"

mekanları güzel yapan şeyin dekarosyon olmadığını işte o kadının göğsüne kafasını koyduğunda anlar. insanları güzel gösteren şeyin ise bedenleri olmadığını..
içeri girerken vermiş olduğu vizitenin üç katını daha komodinin üzerine koyduğunda "sadece kafamı okşa" der. "lütfen..."

okşar o kadın da. içi acıya acıya. anlam veremeye veremeye. bir erkeğin neden bu kadar acı dolu olduğunu anlayamaz. neden bu kadar ızdırap çektiğini. çile çeken keşişlere benzetir karşısındaki genç adamı. tek farkla;

"bu adamın artık bir tanrı'sı yoktur!!!"

hayat kadınıyla yatmaz işte o erkek. ya da yatar. fakat, bu yatışta orgazm olan tek şey ruhudur. bu yatış öncesinde erekte olan tek şeyin onuru olduğu gibi..

yabancı birisiyle öpüşmek

bazen ihtiyaç duyar buna insan. en çok da bir çift samimi göze, bir çift güzel dokunan ele, içten bir tene ve bir çift dudağa hasretken..
öylece çeker hayatını o insanın hayatının yanına. park edemez bir türlü. bazen çaresizlikten bazense o iç acımalarını dindirmek istediğinden adını bile sormaz.. öğrenmeyi de istemez..
hele ki bu eylem öncesinde alkol almışsa, kanında alkolün o muhteşemliği tur atıyorsa iyice cesaretlenir. hiç çekinmeden uzatır yüzünü, gözlerini yumar. ve yeniden doğmak için, hayatına can ikmali yapmak için öper. acıtmadan. acele etmeden. dinlenmek için. ruhunu dinlendirmek için...

hayallerden vazgeçmek zorunda bırakılmak

evet, bazen oluyor bu.. en çok da soğuk kışlalarda vazgeçtim hayallerimden. geçmişime ait, hayatımın o dönemine ait hiçbir şey umrumda olmadı.. ne annem, ne babam... her ikisi de bir kalp ağrısından ibaretti..
soğuk gecelerde üşürken, sıcak bir yatağın arzusuyla döndüm. sağdan sola. soldan sağa. yönleri şaşırdım, eğitim subayı herkese düz giderken..
en çok da, gökyüzünün neden bu kadar küçük olduğuna anlam veremedim. neden bu kadar cılız..

sürekli yağmur yağdı. günlerce. ve ben, hayallerimden arındım o yağmurla. korktum. korkularım, gerçeğim oldu. onlara tutundum. sırtlandım sonra. hayatı. dizlerim titredi. belim büküldü. otuz yaşımda, kamburum çıktı. bu yüzden koştum. nefesim kesildi. kırmızı ışıklara takılmadım. ilkbaharda dönecektim. ilkbahar, ecelim oldu..

en çok da yalnızken vazgeçtim. kendi bedenim ve ruhum üzerinde bir deney gerçekleştirirken. kendime tahammülümün sınırını zorlarken. kendimi öldürsem dahi, ardımdan üzülecek birisinin olmayacağını kabul etmişken. sokuldum kendime.. avuç içlerimi yüzüme sürttüm.. yüz kişilik bir ordunun parçasıydım. ya da paçası.. farketmedi.

en çok ben bağırdım, içerimdeki çığlıkları bastırmak için. hayallerimi ise, telefon kulübesinin başında sıra beklerken sigaramla yaktım.. sigaraya yeniden başladım. intiharımı hızlandırmak için. sol elim hep dolu oldu.
hayallerimi düşündüm. ömrümü. o kadar çok düşündüm ki düşünecek bir şey kalmayınca saymaya başladım. her şeyi.. alfabetik sırayla bildiğim tüm kelimeleri. tüm isimleri. .
o kadar çok üzüldüm ki bir sabah kan kustum...
acemi askerler, tıraş olurken yüzümü kestim sandılar.. acemi sevgilim dişimin kanadığını sandı...

ağlamadım ama hiç.. hayallerimden vazgeçerken.. zira ben geçiyordum hayallerimden. birileri de yardımcı oluyordu tabii..
dünyayı gezme hayalimden vazgeçmiştim 10 yılda. yaşamak hayalimden ise otuz.. benimkisi bir süreçti. hızla akan bir süreç. oysa kışlalarda geçmiyordu zaman. gelmiyordu da.. asılı kalıyordu gökyüzünde. ayakları yere basan, kendini asan bir çocuktu zaman. sadece çırpınıyordu. çırpındıkça canı acıyordu. altına işiyordu...

hayallerimden vazgeçiyordum. yatağımdan 1500 kilometre ötede. hayatımdan ise milyarlarca.. ölüyordum. kaçma hayalleri kuruyordum. firarı düşlüyordum. nizamiye kapısından izinsiz çıkmak vatana ihanetti. ben aklımı gönderiyordum komutanlardan habersiz. "git" diyordum. "kendimi öldürmezsem bir sabah ben de gelirim. bir ilkbahar sabahı.."

gidiyordu aklım. ben gidiyordum. beynim uğulduyordu. kafam ağrıyordu. gün ise doğmuyordu. doğsa da ısıtmıyordu. gökyüzü bile arazi olmayı öğrenmişti.
acı çekmiyordum. sevmediğim ve işleyişini iğrenç bulduğum bir sistemişn dişlisiydim. dişlerimi sıkıyordum marşlar okurken. dişlerimi sıkıyordum küfrederken. komutanlar bağırıyordu. ben ölüyordum. kendimi ise, hayallerimden oluşan bir mezara gömüyordum..

"asla baba olmayacağım" diyordum, 22 yaşındaki yeni ergen bir subay, elindeki yetkiden dolayı yüz gencin onurunu incitirken. "olsam da çocuğumu çıplak elle boğacağım.."
cahiliye devrim başlamıştı. kendime putlar yapıp, acıktığımda yiyordum. hep açtım çünkü. parkamın ceplerine koyuyordum yemeklerden arta kalanları. ceplerimde bir açlıktan arta kalanlar oluyordu. gözlerimde ise bir aşktan arta kalanlar. midemde ise bir hayattan!

bir artıktım. bir sıfır. evet, bir sıfırdım. öyle demişti o güzel kız. benimle ilgili bir konu hakkında konuşurken. daha doğrusu ikimizi ilgilendiren bir konu hakkında fikrini beliritirken. "sen bu konuda sıfırsın" demişti.
ne güzeldi. ne müthişti. oysa bu sıfıra günde sekiz saat nöbet yazıyordu karakol komutanı. hem hudutta. hem de karakolun gözetleme kulesinde..

zamanı sayarken vazgeçiyordum hayallerimden. vazgeçmek zorunda bırakılıyordum. kendimle bu kadar başbaşa kalmam tehlikeliydi. bu yüzden de rehberlik danışma merkezinden gelen psikolog komutana. "her gece kendimi öldürüyorum" dedim. "koruyun beni. kendimden. diğer insanlar kendimle aramda hudut olsun."
yalan söylemediğimi anladı. dinledi beni. sohbetimizin sonunda "bana yardım et" dedi.

güldüm. içimin acısını bastırmak için. bir gece yarısı başım dönüp de duvara tosladığımda herkes inandı hayallerimden vazgeçtiğime. herkes anladı düşüncelerimin gerçekliğini..
bir gece yarısı, üç-beş nöbetinde hayallerimin hepsini diktim karşıma. parolayı sormadım. tüm insanlığı ise seyirci olarak seçtim. emniyetini açtım g-3'ün. ve tetik düşürdüm;

"bammmm!!!!"

orgazmdan daha zevkli bir an

107 asker dikilmiş bir kışlanın arka bahçesine. herkesin yüüznden düşen bin parça. herkesin fişi çekilmiş sanki. birisi, başka birisine anlatıyor; "dün gece eşimle konuştum, kızım baba diyormuş. ve ben onun ilk baba deyişini duyamadım.."
bir başkası, başka bir köşede, başka birisine anlatıyor; "ben buraya geldiğimde eşim boşanma dilekçesini vermiş..."

susup kalıyor herkes. konuşmak manasız çünkü. kimse bilincinde olmasa da herkes delirmemek için konuşuyor.. her daim bir uğultu var.. üzerimizde altı beden büyük gelen kamuflajlar..
bir diğeri arıyor babasını. "baba" diyor. "lütfen kurtar beni buradan!!!"

başkent uzakta. hem de o kadar uzakta ki ancak ve ancak gazino adındaki boktan kantinde olan siyasi haritada dahi yerini bulamıyoruz. ve başkentteki meclisten yıllar önce çıkmış bir kararla hepimiz buradayız..
uygun adımda yürüyemeyen bacakları sakat, van'lı şuayip'i yeni teğmen olmuş 22 yaşındaki çocuk, nizamiye kapısına gönderiyor. "git, bak" diyor. "sen nizamiye kapısında mısın?"
ağır aksak koşuyor şuayip. çünkü daha dün gece her şeyi tebliğ ve tebellüğ etmiş. bunların içerisinde emre itaatsizlik etmeyeceğini de belirtmiş..

koca koca adamlar erkekliğini unutmuş.. koğuştaki gecelerde her hangi birisi soruyor kalabalığa; "beyler, geldiğimizden beri hiç orgazm olan oldu mu?"
"yok amına koyim" diyor içerimizdeki en genç olan 21 yaşındaki kaan. gülemiyoruz bu kez. libidolar eksilerde.. cinsellik ise sadece ulu orta edilen küfürlerde. ya da dilleri sıkıp da edilenlerde.. farketmiyor..

sivil hayatta asla ve asla yeşil renk bir elbise giyemyeceğine dair şart ediyor herkes.. yağmur yağıyor bu esnada. hem de ne yağmur. günlerce. gecelerce. yağmur yağıyor. ellerimiz kesiliyor. yağmur yağıyor. dişlerimiz sızlıyor. yağmur yağıyor. kulaklarımız jiletleniyor.. ve hiçbir zaman kantinci olacak o usta asker kantinde olmuyor.
tek bir bardak çaya hasret 100 kişi. 100 adam..

kışlanın içerisindeki kediler ve yabani güvercinler bile varlığımızdan habersiz. kediler kucağımızdan geçiyor çöp bidonlarına. kuşlar ise ayaklarımızın dibinden kaçmıyor.. zoruma gidiyor hayvanların bu kayıtsızlığı. zira ne kedilere ciğer verdim. ne de kuşlara avuçlarımla yem..

erkek çağının, erkek hegamonyasının ortasında, orgazmdan daha zevkli tek bir an yaşanıyor. gökyüzünün hala ve hala bize ait olduğunu ıspatlarcasına.. gökkuşağı çıkıyor..

kızının "baba" deyişini duyamayan istanbullu furkan bu kez duyuyor,kızının baba deyişini. eşinin boşanma dilekçesi vermiş olduğu izmirli gökhan abinin bu işlemi geri çekiliyor. babasına "baba beni kurtar" diyen antalyalı kutay, bu kez sadece susuyor. kepini sol eline alıp, gökyüzüne bakıyor..

ve gökkuşağı, bir orgazmdan daha zevkli geliyor. herkese.. 100 ere!..

4 Ocak 2010 Pazartesi

inanilacak tek bir deger yargisinin olmaması

modern çağın vebası. tarihin her döneminde böyle mi olmuştur? toplumlar teknolojide gelişirken ahlak yönünden çöküntüye mi uğramıştır?
insanlık; görünürde en üst seviyedeyken görünmeyen o kutsallıklar konusunda en altlarda mı sürünür hep? toplumlar ne zaman silkinip de uyanır peki? ne zaman kendi göz kapaklarını jiletlerle kesip de kendine gelir toplumlar?
insanlık ne zaman üzerindeki tecavüzcü zihniyetin penisini kesip de ağzına yerleştirir? sonsuzluk gibi bir olguda ne zaman kendi ömrünün son bulacağını iliklerinde hisseder her birey?

hani tahtaravelliydi tarih? ne zaman yukarı çıkacak şimdi en dipte olanlar? yukarı çıkıp da o yüksektekileri aşağı atacak? tasfiye edecek zulümün torunlarını?

tanrı'nın kendi kendini vareden bir bakteri olabileceği ihtimalini kim düşünür? kim bu düşünce sistemine göre hayatını şekillendirip de daha orjinal inanç silsilesi oluşturur? bu oluşturulan inanç silsilesi içerisinde uğruna kavga edebileceği, savaşabileceği, ölebileceği bir inanç yaratır?
böyle yaparak da kendi varlığını elle tutulup, gözle görülen, dokunulup da hissedilebilen somut delillere bağlar? kim yapar bunu? ya da yapabilir?

okuduğu kitapları, izlediği filmleri ciddiye alıp da o boylamda yaşar? ya da yaşamayı göze alabilir?

sokaklar leş gibi. yaratılış leş gibi. dini, dili, ırkı ne olursa olsun her hangi bir coğrafyada öldürülen bir çocuk için üzülmekten aciz insanlarla dolu evren.
hatta ve hatta o acıya üzülmediği için kendisiyle gurur duyan insan(!)lar var?
ben nasıl bir uykudaymışım ki hala ve hala uyanamadım bu berbat kabustan. insanların iyi olabileceğine dair, insanların iyi olup da bir evrensel acı bulup o acıya yedi milyarın aynı anda ağlayabileceğini ummuşum. o acıyı yeryüzünden yok etmek için yedi milyar insanın aynı safta yan yana, omuz omuza mücadele edebileceğine inanmışım.

ben nasıl bir ucubeymişim ki sıkmışım yumruğumu, kendi yüzüme indirmişim. insanlığın nezdinde kendimi çarmıha çekmişim, ömer'in öfkesini, isa'nın şifasını, musa'nın sihrini, ibrahim'in teslimiyetini, muhammed'in hoşgörüsünü ruhuma katık edip de o uğurda yol almaya çalışmışım.
bir arpa boyu yol katedememişim ama. hep aynı yerde koşmuşum ben. hayat; bir koşu bandıymış. insanmlar ise asla ve asla iyi olmayacak organizmalar.

tecavüzler devam edecek sanırım. sonsuza dek. ihanetler, riyalar, yalanlar... barbekü partilerinde üçüncü dünya ülkelerine kefen dikecek birileri. ve çocuklar ölecek hep.
misket bombalarını oyuncak sanıp da evlerine götüren çocuklar paramparça olup duvarlara yapışacaklar.
bizler ise sadece izleyeceğiz. ben ise sadece izleyeceğim. midem bulanacak. varlığım yük olacak ruhuma. insanlığımın kefareti delirmek olacak. görünmez zincirler ruhumu sıktığında siyasi doktrinler, ideolojiler pranga olup yapışacak ayaklarıma.
tek bir değer yargısı arayacağım. sonsuz olmak için. varoluşumun gerçek olduğuna inanmak için. hayat; varolduğumuz sürece düzeltemeyeceğimiz bir hatadan ibaretken ben yine de çocuklar için yaşayacağım. sadece çocuklara inanarak. misketleri evlerine götürüp de oynasınlar diye. ama o misketler patlayıp da o meleklerin bedenlerini duvarlara yapıştıramayacak.

ruhum ve bedenim varolduğu sürece, gerçek adalet olgusunu yetkili merciler gerçekleştiremedikçe ben asla ve asla inanmayacağım hiçbir şeye. en çok da insanların iyi olabileceğine!

3 Ocak 2010 Pazar

ilkbahar

dönüşlerimdi.. varışlarım.. şimdi, içerimde hayal kırıklıklarımdan oluşan ağır bir bavulla hayat denen otogardayım.. nereye gideceğimi bilmiyorum.. öylesine izliyorum gelip gidenleri. ya da gidip gelenleri. farketmiyor.. öylesine bekliyorum işte. çekiliyorum aşağıya. hayat dene balçık tarafından. paniklersem daha da çok batacağımı bildiğim için, kabul ediyorum ölümümü. ve öldürülüşümü..

ilkbahar bana mıntıka temizliğini hatırlatıyor sadece. sonbaharın hatırlattığı gibi. ve ben öylesine temizlemeye çalışıyorum içerime düşen yaprakları. çam kozalaklarını. bir aşktan arta kalan sigara yanıklarını.. bira şişelerini. boş rakı kadehlerini.. ben temizlemeye çalışıyorum şimdilerde..
kanımdan oksijeni söküp atmaya çalışıyorum. zihnimden ise ölümü..

ölmüyor. ve olmuyor.. gramer hatası yapıyorum bolca. yazım yanlışı.. geri dönüp de düzeltmeye mecalim yok.. hayatımın üzerine bir çizik atıyorum..

ilkbaharı düşlüyorum şimdilerde. hayatımı evrelere böldüm zira.. ilkbahar kaldı bana. bir de 30 yıllık gerisi.. içerimde uğultu var. içerimde rüzgar.. yapraklarımı savruluyor. sağdan sola. soldan sağa..
pusulam kayıp. kıblesi çalınan bir müslamanım.. secde edeceğim yeryüzüm yok..

yüzüm yok artık.. hem de hiçbir şeye karşı. aynalarda boşluğum. kaldırımlarda hiçlik.. nefesimi tutuyorum alabildiğine.. israf etme lüksüm yok.. sol elimi tutuyorum sağ elimle..

olmuyor..

dönüş biletlerim kayıp. ceplerim delik. cepkenlerim. ruhum gibi... akıp gidiyor hayat.. su gibi. meğerse her şey sıvıymış. kavramlar, duygular, olgular..
yeryüzünün çekim gücü yok belki de.. gökyüzünün itim gücü var... bilmiyorum.. sadece bir bilinmezliğim.. sadece bir anlamazlık..

mezar taşım sol pazumda işli.. hayatım ise bir yaprak'a ilişik...

uyuyamamak

eskiden, sadece geceleri uyuyamazdım. gün ağarana yakın uyurdum bebekler gibi. mışıl mışıl. hatta rüya bile görürdüm.

şimdi, uyuyamıyorum. beni kendimden geçirebilecek kadar güzel şeyler yaşayamadığımdan mıdır bilmem, ya da uyuyup da huzuru tadamayacağımdan.
bilmiyorum.
uyuyamıyorum sadece. en fazla bir kaç saat. o da deliksiz değil. bölük pörçük bir uyku. o da öylesine bir göz dinlenmesi. gerisi yok. gerisi olması gerekiyor mu, onu da bilmiyorum.

aslında hiçbir şey bilmiyorum. bilemedim de. uyku da bunların başında geliyor. sürekli bir uykusuzluk ve mutsuzluk hali hakimken ruhuma, uyku, ruhuma giydiğim çok şık bir damatlıktı eskiden.
ama artık yok. yaktım o damatlığı. düşünmekten ve irdelemekten zihnimi çatlattığım gecelerde. beni kendimden geçirecek kadar mükemmel bir hayatı tek başıma yaşayamadığım için. yaktım o damatlığı. küllerini de kavanoza koydum. bir gün ne yaparım, bilmiyorum.

çünkü, bir kaç saat sonra birer birer devrilecek insanlar. bir meyhane çıkışı bıçak çekecek kulağı kesiğin biri meyhanedeki gençlere. solist olarak çıkan, gerçek adını asla bilemediği o kadınla gitmek isteyecek dünyanın dibine. ne o kadın onunla gidecek. ne de meyhaneden dışarı çıkacak.
bizim aşık, bir kamyon dayak yiyip de sızıp kalacak bir köşede.
birazdan bir üvey baba, üvey kızına cinsel tacizde bulunmak için parmaklarının ucunda yürüye yürüye odasına yaklaşacak genç kızın. ve yaklaşacak. kapıyı hafifçe açıp içeri girecek. o genç kızın tenini avuçlayıp, taciz edecek. ve nihayetinde zamanı olursa tecavüz edecek. o orospu çocuğu da geçip uyuyacak birazdan. ama o kız uyuyamayacak.
birazdan, evsiz birisi de çöplerden bulduğu kartonları yağmurlu sokağın en rüzgarsız yerine serip uyuyacak. rüyasında tanrı'yı görecek. konuşacak onunla. "sen" diyecek tanrı'ya. "piçsin!"
kızacak tanrı. kükreyecek. bizimkisi gülümseyerek ekleyecek; "benim en azından yavşak da olsa kimlikte ismi yazan bir babam var. peki ya senin?"

birazdan yaşanacak bunlar. biliyorum ben. çünkü uyuyamıyorum. çünkü uyuyamadığım için görüyorum her birini. bir gün her birinin gerçek olup olmadığını anlamak için bir bidon benzin döküp de sol elimdeki zippoyu çakacağım.
dünyayı yakacağım bir gün. gerçek olup olmadığını öğrenmek için. o güne kadar uyuyun siz. gerekirse ben her birinize ninni söylerim. sonu mutlu masallar anlatırım. uyuyun siz. deliksiz.
bir gün hepinizi uykunuzda yakacağım. gerçek olup olmadığınızı anlamak için.

2 Ocak 2010 Cumartesi

içine soksana beni

içine soksana beni,
orada kalayım.
öyle durayım,
yazılar yazayım.
seni yazayım,
sana yazayım.
fısıldayayım içinden;
ya da içimden...