31 Mayıs 2011 Salı

Jartiyer

bunu kullanmayan ve sevmediğini iddia eden kadın kesinlikle ve kesinlikle 25 yaş üstü hala ailesiyle yaşayan, sikim-sokum bir ofiste yönetici asistanlığı (geneli) yaparak çalışan, sabah 8 akşam 5, cumartesi yarım gün çalışan, cinsel hayatı olmadığı için bastırılmış cinselliği histeriklik olarak kendisinde beden bulmuş kadındır. gerçi dilim kadın demeye bile varmıyor ama neyse. bir de bunu sevmeyen kadın türünün öğrenci olanları var ki, en aşağı 6'ıncı, 7'inci yılıdır öğrenciliklerinin. bildiğin penisli kadın modunda yaşıyorlardır hayatı.

"ulan mal karı" demek isterim bu şahane hatta bana göre muhteşem iç çamaşırına bok atan kadına. "ne zaman sevişeceksin sen? ne zaman sevişip de fanteziden fanteziye koşacaksın? 40'ından sonra mı? o zaman seni teneşir paklar be andaval!"

bu güzel bir şey. çok güzel hem de. kesinlikle ve kesinlikle bir erkeğin eşine-sevgilisine hediye olarak alabileceği en güzel hediyelerden. gerçekten renkli ve ateşli geceler istiyorsanız önce sizlere tembihlenen ve dayatılan kadınlığı-erkekliği bir kenara atıp kendi doğrularınızı ve gerçeklerinizi bulacaksınız. egonuzun ve burnunuzun dikine gidersiniz varacağınız son yer bok çukuru olacak.

giyin (kadınlar için), giydirin (erkekler için. ön ayak olun lan işte).

Allah'ını seven üstüme toprak atsın

kişisel aforizmalara dair duyduğum en güzel cümle. riyakarlıklara ve üç kağıtçılıklara karşı sarfedilmiş enfes bir cümle. şöyle kasık kısmımdan başlayıp göbeğimin altına mı işlesem bunu dövme olarak, aslında fena durmaz. oval bir şekilde.
gerçi askerken askerlik bittiğinde kasıklarıma büyükten küçüğe doğru üçer yıldız işleyip bir ömür boyunca öyle yaşamayı göze almıştım ama sonradan erteledim. bir başlarsam kendime dövme yapmaya zaten çirkin olan sıfatımı iyice boka çeviririm. ben en iyisi 8-9 yıldır ara verdiğim spora başlayayım bu ay başında. şöyle biraz daha fit olup spordan çıkarayım hıncımı.

neyse işte, güzel bir cümle bu. özellikle dünyanın hatta türkiye'nin son dönemlerine baktığımızda söyleyen her kişiye hak verilecek söylem. ulan bin yılın başı bir haber izleyeyim dedim geçenlerde, bdp'liler terörist cesedi bulmak için dağlara gitmişler, iktidar ve muhalefet partilerinin liderleri birbirlerine hala ucuz bir ağızla bir şeyler söylüyorlar. diğer tarafta devlet bahçeli reis daha püskveti gavun-garpuzla açıklamaya çalışıyor.
bahar mevsimine uğramadan yaz mevsimi iki günde geldiğinden sokağa çıkayım dedim, gençler ve ergenler aynı tip. yemin ederim, bir tornacıya ya da kereste ustasına versen bu şekilde aynı tip kesemez odunları-demirleri.

nasıl bu kadar kopya ve tekrar olabiliyor insanlar, ta en dipteki vatandaşından tut en üstteki parti ilederlerine varana kadar nasıl bu kadar duyarsız ve manasız olunabiliyor, bilen birisi yok mu lan.
bir tarih mezunu olarak çıkamıyorum ben işin içinden. bundan 50 yıl öncesi daha berbat olan bir ülkenin şimdiki hali güzel mi? sanmam. belki de daha rezil. yozluk, samimiyetsizlik, kadrolaşma, işgüzarlık almış başını gitmiş.

tüm bunlara karşın geriden gelen nesilse hiçbir sike yaramamak ve hiçbir şeye ait olamamakla övünüyor. ey gerizekalılar sürüsü, sizden öncekiler en azından bir halta yarıyordular. en azından bir olayları vardı. sevişiyordular örneğin. kavga ediyordular. bir şeyleri değiştirmek için mücadele ediyorlardı. ya siz? ancak o insanların post-it'lerini odalarının duvarlarına ya da kapılarına yapıştırmakla yetinirsiniz. ancak ve ancak budalalığınızla övünürsünüz.

yok oluyorsunuz lan. ölüyorsunuz günbegün. daha neyin farklılığı bu! daha neyin farklı olma çabası. farklı değilsiniz ki hem. farklılığı kirlilik ve paspallık olarak algılıyorsunuz çünkü.
aykırılığı ise herkese çemkirmek olarak adlediyorsunuz. öyle değil. hiç değildi. ve hiç olmayacak. ha, sizlerden ya da kendimden bir ümidim var mı? o da yok. sırf bu yüzden kendim ve herkes adına yinelemek isterim;

"allahını seven üstüme toprak atsın."


30 Mayıs 2011 Pazartesi

Free hugs

gerçekliği tatmak için güzel bir eylem. çünkü gırtlağımıza kadar yalana gömülmüşüz. ve sanala. kimse üstüne alınmayacak tabii her zaman olduğu gibi. ben alayım o vakit.
sabah uyanır uyanmaz yatağımın başucundaki pencereyi açıp taklacı güvercinlerime baktım mesela bu sabah. onların artık iyiden iyiye bana ve balkona alışması ve daha dün gece onlar için parktan ot yolup da getirip yuvalarına koymamın hoşlarına gitmiş olmasının kanıtı olan iki taklacı güvercinin yuvalarından bana bakışı hoşuma gitti.
öyle her fırsatta hayvanseverliğini öne atıp "bakın ben ne kadar sevgi doluyum" şarlatanlığı yapanlardan değilim. ki hiçbirini hiçbir zaman da sevmedim. hatta geçenlerde burada bir yazıya denk geldim. genç bir kadınımızın kedisi evden kaçmış sanırım. ya da gitmiş. şöyle yazıyı baştan sona okudum. sanki bir aşk yaşanmış, şefkatli ve şehvetli sevişmeler yaşanmış da kızımız terkedilmiş.

içim acıdı o yazı bittiğinde. kedi için değil. kız için. ve sonra kendi kendime; "yazık lan" dedim. "çok yazık hem de. hayatının en güzel döneminde ömrü boşa geçen bir kadının yine kendi gibi ömrü boşa geçen, ilgi duyabileceği hemcins ya da karşı cins insanlarla hayatının kesişmemesinin hezeyanı ancak bu kadar olabilir."

halihazırda 4 güzel canlıyla aynı evi hatta iş yerini paylaşan bir adamım ben. 2 kedi, 2 taklacı güvercin. 4'ünü aynı yere koysam kıyamet kopar her halde. koymuyorum haliyle. her birinin sevgisi ayrı. her birinin güzelliği ayrı. fakat konu başka bir insansa, konu sevgiyse, bu güzel canlılar sadece canlı olarak kalıyorlar.

ilkokula gittiğim ilk yıllarda siyah-beyaz bir kuzum olmuştu, akrabaların yanına köye gittiğimde. öyle güzeldi ki. sırf onu sevmek ona sarılmak için gidip bok kokan ahır tarzı yerlerine girer, saatlerce uğraşırdım. hele bir de kuzlarla koyunların birleşme anı vardır ki hiçbir insan o denli sevgi dolu yaklaşamaz başka bir insana.
onlarca kuzu arasından bulur anne koyun yavrusunu. meleşmeler mi dersin, kaos mu, curcuna mı... kenara çıkıp izlersin sadece. yüzünde aptalca bir gülümseme olur.

o kuzu işte. ben bir sabah uyandığımda ölmüştü. bir kaç gün öldüğünü söylemediler bana. ben de bir kaç gün sonra unuttum. çünkü insan "nisyan"dan geliyordu.
sonra başka evcil hayvanlarla aynı evi ve hayatı paylaştım. yardıma muhtaç olan hayvanları evime aldığım günleri çıkardığımda tek bir şeye dikkat ettim; "ben ne zaman yalnızlığı iliklerimde hissediyorsam işte o vakit yardıma muhtaç olanları geç, evcil hayvan besliyorum. ben ne zaman insanlardan ümidi gerçekten kesiyorsam, o vakit delirmemek için insan hariç başka bir canlıyla iletişime geçiyorum. aynı evi ve hayatı paylaşıp onun bokunu temizliyorum. mamasını ya da yemini verip gerekirse onu evde bırakmamak için erkenden geri dönüyorum dışarı çıktığımda."

hayvanları insanlardan daha çok sevdiğini iddia eden çok insan gördüm ben. doğrudur. her ne kadar ben inanmasam da. ama ben bir hayvanı bile başka bir insanı severken daha güzel sevdim be. ben bu güzel canlılardan her hangi birini, bir kadına dokunurken daha samimi bulup daha içten öptüm.
sevgim, değil bir hayvana, evrene yeterdi çünkü. yetiyordu da hatta. 

işin farklı boyutunu gördüğümde üzüldüm ama. yalnızlığını ve riyakarlığını hayvanlardan çıkaranları gördükçe acıdım. yardıma muhtaçlar hariç, evlere hapsedilmeleri zoruma gitti. 
çünkü olması gereken bu değil. bir güvercinin yeri benim balkonum değil. bir kedinin yeri benim salonum değil. onlar doğada olmalı. onlar biz insanların yalnızlıklarını gidermek için varedilmediler. onlar sadece özgürce yaşamak için varedildiler. bizlerse yaşadığımız ilk hayal kırıklığında ya da mutsuzlukta insanlardan bulamadığımızı hayvanlardan bulmaya çalıştık. kendimizi hayvansever olduğumuza ikna ettik. yeter ki işimize gelsin, yeter ki biz kendimizi pazarlayabilelim onlar sayesinde.

böyle bir şey değil ama hayvansever olmak. yardıma muhtaç olanları alıp besleyen ve onlarla gerçekten dost olanlar hariç milyarlar verip de güzel bir canlıyı esir etmek yozluk ve riyakarlık.

işte bu free hugs eylemi de birbirimizden ne denli kopuk ve ümitsiz bir hayat yaşadığımızın kanıtı. artık bitmişiz. gerçek bir bitişten bahsediyorum burada. 
lüzumsuz olmaktan bahsediyorum. azlıktan. yokluktan hatta bokluktan bahsediyorum. sadece birbirimize çemkirip günler ve geceler boyunca ölüyoruz. uykusuzluğu, asosyalliği ve aptallığı meziyet belliyerek. içten bir sarılışı bile pankartlarla dilenerek.

29 Mayıs 2011 Pazar

Handjob

bu cinsel birlikteliğe "resmen gerizekalılık" denilmiş. "vay babayın kemiğine" demek isterdim ama neyse. bu eylemde mevzu taş gibi bir kadınla cinsel ilişkiye girmek varken el ile onun bir erkeği boşaltması ya da heykel gibi bir adam varken o adamın kadını eliyle orgazma ulaştırması değil ki.
bu; işin hem fantezi boyutu hem de biraz daha işin cafcafını artırma atraksiyonu. bir defa her iki taraf aynı anda birbirine yapıyorsa öpüşmekten muhteşem keyif alınabiliyor. bir nevi 69 pozisyonunun altlı-üstlü (bu ne lan ranza tarifi gibi) olmasının aksine düz hali gibi.

dikkat edilmesi gereken şey ise zevk suları olmadığı zamanlarda ya da hem kadın hem de erkek için zevk suyu salgılanmasının az olduğu anlarda kayganlaştırıcı krem kullanılması.
hatta kadın erkeği orgazma ulaştırmak için cilt bakım kremlerinden dahi kullanabilir. erkekse kadının orgazm olması için kendi tükürüğünü işin içine katabilir.

tek tek yapılan anlarda ise erkek kendisine handjob yapılırken kadının hem göğüsleriyle çok rahat bir şekilde ilgilenebilir hem de aynı anda onunla göz teması sağlayıp işin daha farklı bir zevkini kavrayabilir.
kadına yapılanında ise erkeğin en çok keyif alabileceği, kadının kendini tamamen özgür bıraktığı o güzel anların tadı çıkarılabilir. hem kadının bedenini en mahrem bölgesi daha iyi keşfedilip hem de g noktası üzerinde belirli aralıklarla uygulanan basın ile kadın orgazm edilebilir.

bu atraksiyon güzel. çok güzel hem de. oral seksle birlikte belki de seksin en güzel pozisyonlarından-çeşitlerinden birisi. işin içinde eğlence var lan en azından. her iki taraf için de geçerli bu.

orgazm olduğu an erkeğin o anki çaresizliği ve hafif mahcubiyeti, orgazm olduktan sonra kadının güzelleşmesi ve çekingenliği her şeyden daha güzel çünkü.


28 Mayıs 2011 Cumartesi

Cumartesi çalışmak

insanların irade sınavının son ayağı bu eylem. tabii genelde bu son ayakta yatıyor hayat kolonları. kuponları. servetine servet eklemeye çalışan ruhsuzların kalbürüstü planları yüzünden.
o değil de küçükken annem çalışmakla ilgili ahkam keserken babam kendisine çıkışıp aynen şunu söylerdi; "dünyada hiç çalışmadığı için açlıktan ölen insan gördün mü?" annem apışıp kalırdı. babamla benim birbirimizden destek aldığımızı varsayıp giderdi. oysa öyle değildi. bunun öyle olmadığını ise yaklaşık 15 yıl sonra ispat etmişti babam.

ben öğrencilik alanında 9'uncu yılımı geride bırakmaya başlamışken kendisi o zamanlar yaşadığım şehire gelmiş ve hep "öğretmen ol, öğretmen ol" dan başka şarkı bilmeyen annemden habersiz ana caddede kolkola yürürken "ne olmalıyım baba sence?" diye sorduğum soruya "sadece sevdiğin işte çalış ya da çalıştığın işi sev" diyerek milletin içine düştüğü bu iş ve çalışmak denen bataklığı özetlemişti.
aslında sonuna kadar haklıydı babam. hayatı boyunca bir kere bile doktora gitmeyen adam 15-20 gün öncesinde fıtık ameliyatı olmuş, ısparta'da yaşayan abimin yanına gitmiş, buz gibi ısparta havasından sıkılarak denizli'ye, yanıma gelmişti.

şimdilerde ben istanbul'dayım o ise her zamanki yaşadığı yerde. hayatını değiştirmek gibi bir ihtimalin olasılığı dahi yok zihin heybesinde. en son annemle birlikte yanıma geldiklerinde ben bir müşterime dövme yaparken annemin burun kıvıran tavırlarına inat, "sanırım dünyaya çok erken gelmişim ben" demişti. doğru söylemişti. o erken gelmişti ben ise geç.

70'lerde ya da 60'larda yaşamayı çok isterdim açıkçası. çalışanın ve emekçinin gerçekten hakkını aldığı ya da almak için elinden geleni ardına koymadığı dönemlerde. herkesin mecburiyetten değil de az-çok sevdiği işi yaptığı ya da babamın tabiriyle yaptığı işi sevmeye çalıştığı hatta sevmekten başka çaresi olmadığı dönemde.

yıllardır kendi işimi yapıyorum ben. bir aralar kitabevim vardı, -ki beni sürekli okuyanlar bilir- şimdilerde ise kendime ait dövme ve piercing stüdyom var kadıköy'de. özellikle bu kış maddi ve manevi anlamda çok zorluk çektim. gerçekti tüm sıkıntılarım. hayatımın şu döneminden sonra üçün-beşin hesabını yaptım kendimce. hem de ailemden birilerine zamanında para verip alamazken.
askerden yeni gelmiş, yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamıştım. öyle kolay değildi, bir anda istediğin ve arzuladığın şeyleri elde etmek.

bir akşam üstü hiç unutmam, kiramı çıkarmak için para lazımdı. benimse param yoktu. stüdyomun duvarında dövmeyle ilgili ustalık belgem, o duvarın hemen dibindeki ofis masasının çekmecesinde ise üniversite diplomam varken ben ne yapacağımı düşünüyordum.
aslında ne yapmayacağımı. memur olmayacağıma dair o kadar çok söz vermiştim ki kendime, hayatımın bu döneminde bunu yaparsam bu gerçek bir intihar ve riyakarlık olurdu. işte o akşam üstü vapura atlayıp tahtakale'ye gitmiştim. bir kaç mum, bir kaç puzzle, bir kaç da tombala alıp bahariye'de satmıştım..

o geceyi unutmam istanbul'a dair. o gece 35 tl kazanmıştım. mutluydum. daha çok soğukta bekleyip para kazanacakken bir müşterim beni aramış, hemen mumları-puzzle'ları ve tombalaları toplayıp çantaya doldurarak stüdyoma gelmiş yaklaşık 1 buçuk 2 saatte 180 tl'ye bir dövme yapmıştım.
işte o an düşünmüştüm bu çalışma mevzusunu. sevmediğin ya da nefret ettiğin bir yerde debelenmeyi. ki yine ben ilk öğrencilik yıllarımda mcdonalds'ta da çalışmıştım. her bir sike "teşekkür ederim" diyerek.

işte o gece yemin ettim kendimce. varolduğum sürece alarmı kurmadan uyumak ve hep sevdiğim işi yapacağıma dair. ki ömrümün son 8-9 yılı öyle geçmişti. zorunlu askerlik adı altındaki 5 ay 5 günlük zorunlu kutsallık dönemi hariç.
öyle yapmıştım işte. hayatım boyunca da öyle yapacağıma dair yeminler edip sözler vererek. değil ki hafta içi her gün çalışmak, sabahın köründe alarmla uyanıp gecenin köründe eve gelmek, bir de cumartesi çalışmak, çalışıyor olmak boğardı beni. öldürürdü.

normalde çalışmayan bir adam mıyım? asla. daha bugün sabah kahvaltısını müşterilerin getirdiği küçük bir poğaçayla yapıp gece 10 gibi mesaiyi bitirdim. birazdan uyuyup uyandığımda ise şimdilik 2 dövme randevum var.
ve ben çalıştığım her an canbaz gibi tamamen banknotlardan yapılmış görünmez ipte gösteri yapıyorum. tek farkla. ben sadece sevdiğim işi yapıyorum. ne kazandığım para umrumda ne de bu iş sayesinde yaşadığım rahat hayat. ki bana göre rahat değil, dışarıdan izleyenlere göre rahat.

mevzu kişinin çalışması ise bence yapılan iş seviliyorsa gün önemsiz. benim ne tatilim var ne de molam. akşam yemeğini yemeyi bile unuttum bugün. ki hayata dair en büyük korkum çok yoğun geçen bir günün gecesinde yanan sigaramla kendimi de yakmak.
yoksa çalışmakmış, para kazanmakmış, insanların ömrünü berbat işlerde çürütüp hayatta kalmasıymış.. hepsi masal olarak geliyor bana. sokaklar hala çok geniş. ve insan, sevdiği her şeyi ancak o sokaklarda bulur. berbat ve dar bir ofiste ömür çürütmekten daha mı onursuzca sokaklarda kağıt mendil ve su satıp para kazanmak?

cevap vermeyin. duymak istemiyorum. ben sokaklardan geliyorum. omuzlarım hala çürüktür yıllarca ikinci el ve kullanılmış kitap satıp da valizleri oradan oraya taşıdığım için. yeter ki dürüst olsun herkes. ve saygı duysunlar. bana değil. kendilerine. zira kendisine özsaygısı olmayan bir kişi kime ne duyabilir ki!


27 Mayıs 2011 Cuma

Kadıköy..

türkiye'de korunmuş tek bölge. pislikten, kötülükten, bencillikten... bir yer hayal edin, insanların insanlara değil de diğer canlıların bile insanlardan çekinerek sokaklarda yürüdüğü bir yer. kadıköy öyle mi ama? değil. 
yaklaşık bir kaç saat önce şarap şişemi alıp home stüdyomdan dışarı çıktım. bahariye'den barlar sokağına, oradan da modaya doğru yürüdüm. elimdeki şaraptan yudumlar çeke çeke.

barlar sokağını geçtikten sonra moda'ya giden yoldaki manav ve marketten az bir şey kiraz alıp ceplerime doldurup yiye yiye gitmek için markete yaklaştığımda markette çalışan genç çocuk flaşdiskten azer bülbül dinliyordu.
uzun saçlarıma, ve her iki kulağımdaki toplam üç küpeye bakıp kıstı sesini azer bülbül'ün. "kesme lan" dedim yarı şaka yarı ciddi. mahcup oldu kendisi. sonra ekledim, "iki şarkısı çok güzeldir azer'in. askerdeyken dinlemek zorunda kalmıştım. biri, dokusan düşecek hale gelmişim, diğeri ise felek"
çocuk önce gülümseyip sonra da ; "abi hiç dinlemedim" deyip ekledi. "ben müslüm gürses'i çok severim." bir an heyecanlanıp en de karşılık verdim, "ben de müslüm baba'yı çok severim."

kirazımı ceplerime doldurup yola koyuldum. gecenin 3 buçuğunda fazla insan yoktu. sokaklar sadece kedilere ve köpeklere emanet edilmişti. onlarsa iyi bakıyorlardı bu emanete.
tam moda parkı'na varmazdan önce yanıma sokulan tekirlerden birisi fazla sıcak kanlıydı. elimdeki şarap şişesini burnuna doğru tuttuğumda içmek istedi sanırım. fakat içmedi. vakti zamanında ev arkadaşım olacak manyağın biri labrador cinsi köpeğe votka-redbull içirdiğinden, o gece gazoz isimli labrador köpeğime buz banyosu yaptırıp hayata geri döndürdüğüm için insan hariç hiçbir canlının alkolle arasının iyi olmadığını anımsayıp devam ettim yoluma.

moda parkı'na baktığım an bundan yaklaşık 4-5 ay önce o parktaki bir evsize uzattığım cep viskimden bir kaç yudum çektikten sonra sunduğu teşekkür cümleleri geldi aklıma.
toplumun en alt kesiminde sanılan bir insanın bile kadıköy'de yaşadığı için ne denli samimi ve kibar olduğunu anımsayıp devam ettim yoluma. hava kapalı olmasına karşın soğuk değildi. yine de belki üşürüm korkusuyla polarla çıkmıştım dışarı.

şarabımdan yudumlar çekip kirazımdan yerken tam moda sahilinin moda spor kulübünün olduğu yere gelmiştim. orada bir banka oturup ömrümün otuz yılının neden denizi olmayan bir yerde geçtiğini düşünmeye çalıştım.
hemen yanımdaki bankta bir çift vardı. kız hararetli hararetli bir şeyler anlatırken erkek sadece dinliyordu. ben ise düşünüyordum. boşa geçen 30 yılı. ömrümü. oysa istanbul'da yaşamaya dair tek bir hayalim ya da düşüncem olmamıştı benim hiçbir zaman.

yine de bir 27 mayıs gecesi tüm şehir tüm ihtişamıyla ayaklarımın altındaydı sanki. elimde şarap şişem, ceplerimde ise kirazlar. ben ise yüzümde mutluluğa yorulacak bir gülümsemeyle öylece dinliyordum. dinleniyordum.
yanımdaki çiftin huzurunu bozmamak için banktan kalkıp devam ettim yoluma. tam tekrar moda yoluna düştüğümde küçük bir tor gördüm çöplerin arasında. hemen onu alıp taklacı güvercinlerimin olduğu balkondaki pencereye monte etmek için güzel olacağını düşündüm. 
karşıdan 3-5 genç geliyordu, ben şapşal gibi gülümserken. ben kendilerine yol verdiğimde içlerinden birisi "iyi sabahlar üstad" dedi. diğer ikisi arkadaşlarını uyarmaya çalıştığında "eyvallah kardeşim" dedim. "size de iyi sabahlar."

korku yok bu yerleşim yerinin sokaklarında. o kadar güvenli ki. huzur var huzur. dünyanın belki de hiçbir yerinde asla hissedilemeyecek tek duygu işte buranın sokaklarında.

az ilerimde sokağa atılmış klozeti gördüğümde sırtlayıp home ofisime getirmeyi düşündüm. şarabın etkisi artmamış ve ceplerimden kirazlar taşmasaydı sırtlanabilirdim. vazgeçtim. vazgeçerken de hafifçe gülümsedim. ne yapabilirdim ki klozeti. kendi kendime "salonun ortasında dekoratif durabilirdi en azından" dediğimde ise aynı yoldan home ofisime geri dönmek üzereydim.

barlar sokağındaki insan sayısı seyrekleşmiş ve bahariye'den boğa heykeline doğru baktığımda mis gibiydi her şey. bomboş sokaklarla herkes. ben ise böyle bir yerde yaşadığım ve kendi işimi yapabildiğim için kime teşekkür edeceğimi düşünüyordum. 
home ofisimin olduğu binanın önüne geldiğimde her zamanki evsiz, yan binanın önündeki ayakkabıcının dış cephesinde, yüzünü beton zemine gömmüş uyuyordu. ben de şarabımı ve ceplerimdeki kirazları koynuna koyup içeri geçtim. 
"belki birazdan uyanıp o teşekkür eder, şarabı ve kirazları gördüğü an" diye düşündüm. bana etmesi gerekmiyor. böyle bir yerde evi olmadan da yaşadığı için yaratıcıya. hiç bilemedin kendine. bilmiyorum. küfretse bile başımın tacı. yeter ki o da terketmesin kadıköy'ü. şarabından içip kirazlarından yiyerek koyun koyuna uyusun kediköy'ün kedileriyle. 
kim bilir, onun cenneti de burasıdır belki. cehennemi olmadığından eminim. en azından bir kaç sonra uyanıp da siktiriboktan bir işe-okula gitmeyecek. milyonlarca hatta milyarlarca insanın gittiği, gitmek zorunda kaldığı gibi.

her günü ve her geceyi böyle bir yerde geçirdiği için mutlu olacak. ben ise her gece sokağa çıkıp kiraz ve şarap koyacağım onun koynuna. o ise teşekkür edecek hiç bilmediği birisine. belki de bir tanrı'ya inanacak bu sayede. belki de meleklere. 
ve dünyanın her zaman kötülük ve pislikten ibaret olduğunu değil de güzellik ve iyilikle dolu olduğunu kabul edecek, şarabından yudumlar çekip kirazların tadını ağzında hissederken.

belki.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Dünyaya hiç kapanmayan gözlerle bakmayı öğrenmek

değersiz bir tecrübe. ve böyle bir şey var gerçekten. sanırım. her halde. galiba. kesin.

bugünlerde bir orospu çocuğundan deli gibi spam mail geliyor. yaklaşan seçimlerden ötürü, her hangi bir siyasi partinin propagandasını yapan mailler. yok, bilmezsen hangi parti şu zamanda bilmezsen ne yapmıştan tut da o partinin bilmezsen ebesnin amına varana kadar.
bu mailleri atan kişiyi yakalayıp gebertene kadar dövmek istiyorum. yüzünü yerlerde sürtüp değneklerle dirseklerini krımak.
aleyhinde mail gönderdiği siyasi partinin taraftarı olduğum için değil, hayat denen şu muhteşemliği siyaset gibi bir orospuluk yüzünden kendine ve başkalarına zehir ettiği için.

ben mail kutumda bir mail gördüğümde hemen mailimi açıp bakarken o kişinin mailiyle karşılaşıyorum ve bu benim canımı sıkıyor. yalnız olan her hangi bir insanın telefonuna sadece bankalardan ya da gsm şirketlerinden gelen ya da bir zamanlar alışveriş yapılırken büyük alışveriş merkezlerinde numaranın verilmiş olduğu her hangi bir mağazadan gelen mesajla heyecanlanıp heyecanı yerle bir olan insanlar gibi heyecanlanıp sonrasında hayal kırıklığı yaşıyorum.
çünkü azım. çünkü azız. ruhsuzluk ve umutsuzluk seyreltmiş ümidimizi. ancak ve ancak hala birbirimize hak vermekten ve onaylamaktan bahsediyoruz. amına koyarım onaylanmanın. onaylanmayı isteyen kim.

keşke inandığım ve düşündüğüm her şeyde gerçekten yalnız olsaydım. o zaman o kadar müthiş yaşardım ki bu yalnızlığı. insanlıktan başlayıp peygamberliğini ilan eden kişiler gibi olurdum.
bana hak veren veya beni onaylayanlar ise söyledikleri her şeyde samimi olup ölümüne yaşarlardı. evet, ölümüne yaşamak. tüm mevzu bu aslında. ya da ölüneceğini bildiği için yaşamak.

ben mesela, bir gün öleceğimi hissettiğim günden beri tadına daha çok varıyorum her şeyin. ölümü gerçekten kabul edip ruhumda gezmesine izin verdiğim günden beri dişlerimi geçiriyorum her bir şeye.
hayatın yumuşak etlerine saplayıp dişlerimi, tırnaklarımı geçiriyorum. işte o an kanıksıyorum her şeyi. ve kabul ediyorum. sadece güzeli veya iyiyi değil, kötüyü ve çirkini de. bu ise huzur olarak ad buluyor bende. kayıtsızlık olarak can alıyor.

geçen gün yazılarımı çok beğendiğini hatta bana "hayran" olduğunu söyleyen bir genç kadın geldi stüdyoma. gelmeden önce mail atıp bir dövme yaptırmak istediğini söyledi. ben de kendisine yardımcı olabileceğimi belirttim.
geldi işte. o ara ben başka bir sözlükçü arkadaşa dövme yapıyordum. sözlükçü arkadaşın dövmesini bitirip kendisiyle ilgilendim. yaptırmak istediği dövmeden bahsedip fikrimi sordu. ben de o an doğaçlama bir şeyler çizip neyi nasıl yapabileceğimize dair fikrimi belirttim.
o ara başka bir dövme daha düşündüğünü söyleyip "şimdi yapabilir misin?" dedi. ben de "evet" dedim.

dövmesini bitirdiğimizde başka bir kız arkadaşı geldi. benim de başka bir randevum olduğu için kendileri gitmek için ayaklandı. bu kadın ben dövme yapmadan önce "sana bu yazıları ne yazdırıyor?" diye sormuştu. ben ise gülümsemiştim sadece. ve eklemiştim; "bilmiyorum."
gerçekten bilmiyordum çünkü. öyle kolay değildi 30 yılı tek bir kelimeye ya da cümleye sıkıştırmak.
tam bunlar ayaklandığında vedalaştık. ve kendisi gayet sıradan bir şekilde vedalaşıp ayrılacakken "dur "dedim. "sorunun cevabını vereyim."

durdu. omuz başlarından tutup "bana bak lütfen" dedim. gözlerime baktı. "hani az önce sormuştun ya" dedim. "sana bu yazıları ne yazdırıyor diye, cevabını buldum o sorunun: gerçeklik."
"nasıl yani?" dediğinde hala gülümsüyordu. ben de gülüşünü yarıda kesmesini istemediğim için devam ettim," yazılarımı beğendiğini söylüyorsun, hatta işi hayranlık boyutuna vardırdığından bahsediyorsun. yaşadığım ve para kazandığım yere kadar geliyorsun, ben seninle ilgilenip yaptığım işten bir iz bıtakıyorum bedenine. sohbet ediyoruz, sonra sen giderken öylesine soğuk ve emanet bir vedayla gidiyorsun.
oysa ben olsaydım senin yerinde, öyle bir sarılırdım ki karşımdaki kişiye. öyle bir gerçekliğini hissetmek isteyip tadına varırdım ki. hani sormuştun ya ilk başlarda, sana bu yazıları ne yazdırıyor diye, cevap bu. cevabım bu. sadece gerçeklik. ellerimi sırtına doladığım bir insanı ne kadar kavrayabiliyorsam işte o insan benim için o kadar gerçek. ne yazdıkları umrumda ne de düşündükleri. sadece sırtımdaki ellerinin beynime gönderdiği sinyaller kadar gerçek o. başka da bir şey değil."

gülümseyerek gittiler. geceme döndüm sonra. dünyaya hiç kapanamyan ve artık kapanacağını sanmadığım gözlerle baktığım geceye. tek başıma kalmamak için hayatımın boyunca birilerine asgari ücret verir gibi yanımda tutma anlarıma.
ve her seferinde en başa dönüşüme. hiçbir düşünceyi ve insanı hiçbir şekilde artık gerçek olarak göremeyişime. benim herkese ve her şeye bir nefes uzakta olmama karşın herkesin ve her şeyin benden milyarlarca düşünsel yılı uzaklıkta oluşuna.

ne zaman böyle oldu, ne zaman böyle oldum, bir fikrim. belki de dünyaya geldiğim günden beri buyum. bunu da bilmiyorum. olmamak için çabaladıkça sendromlardan sendrom beğenip bağımlısı olduğum bir şey bu.
zira neden olmasın. sigaranın kokusundan rahatsız olan bir velettim bir zamanlar. oysa şimdi ekmeğimin arasına koyup yiyebilirim. farketmez.
hatta ilk alkol aldığımda hayatım boyunca içmem demiştim. oysa şimdi her gece içiyorum. sadece uyuşmak için. hoşuma gidiyor bir kaç kadeh şaraptan sonra vahşi bir hayvan gibi soluyarak uyumak.

oysa uyuşmamak için canımı verebilirim. hatta uyumamak için. sırf hayatın her anını hissedebilmek için sabah bir kıtada akşamsa başka bir kıtada olmayı göze alabilirim. sırf bir gün gözlerim sonsuza dek herkese ve her şeye kapanacağı için. sırf bir gün öleceğim için. evet, her şey bu kavramda bitiyor: "ölüm."

öyle gerçek ki. işte kendisinin gerçekliğini kabul ettiğim günden beri daha da tekim. ve az. koptu gitti içimden bir şeyler. ne yeri doluyor ne de dolacak. neyi koyarsam koyayım, kimi yerleştirirsem yerleştireyim o delikten uçup gidecek.
bu ise canımı yakıyor. hayatımın en güzel yıllarında, bir günde bir işçinin kazandığı asgari ücreti kazanıp param sayesinde laleliden fahişe getirerek mutlu olmak istemediğimden. geçrekliğine asla inanmadığım ve inanmayacağım bir kadınla aynı yatakta yatıp da onunla sabaha uyanmak istemediğimden.

gözlerim artık kapanmıyor çünkü. soyut toplu iğneler yerleştirdim aralarına. soyut kürdanlar. ben kapatmak istedikçe canım yanıyor. olmuyor. daha da dayanılmaz oluyor her şey. yırtıldı çünkü göz kapaklarım. insanların performansları karşısında. iyiye ve güzele dair performansları karşısında değil. kötüye ve çirkine dair.
uyutmak ise imaknsız. nasıl uyutabilirim ki, bir kereliğine alaşağı etmişim, zihnimin yatağını-yorganını. ateşe vermişim hayatımı. karşısına geçip yanışını izliyorum. istesem de olmuyor. en fazla oyalanıyorum. en fazla biraz vakit öldürüp kaldığım yerden devam ediyorum.

benim kontrolümde olmuyor hiçbir şey. hiç olmadı ve hiç olmayacak. olsaydı ama durdurabilirdim dünyayı. çizgi film karakteri küçük bir çocuk gibi dünyanın üzerine binip yularından tutabilirdim. ve onu istediğim şekilde dizginleyip mahmuzlayabilirdim.
ama yok, ne dünya yuvarlak bir at ne de ben çizgi film karakteri küçük bir çocuğum. ortada bir gerçeklik var. en az ölüm kadar gerçek olan bir gerçeklik.
çünkü insan yaşadıkça ve yaşlandıkça kirlenip kaybediyor beyazlığını. pisliğimiz ve kötülüğümüz giydiklerimizle aynı renk olduğunda her birimizin çabası ilk doğduğumuz andaki masumiyetimize ulaşabilmek oluyor.
gözler dünyaya hiç kapanmayacak konuma geldiğinde ise sadece ölüm bekleniyor. şekli ve şemali farketmeksizin. bazen bir kadın olabiliyor ölüm. bazen bir erkek. bazen bir iş. bazen bir sevişme, bazense kavga.

kişi ise tek başına kendini ortada buluyor. içinde olduğunu varsaydığı olgunun ya da duygunun ortasında. sonra bir bakıyor ki bulunduğu yer sadece boşluk. hatta bomboşluk.

Aşk acısı çeken bir kadının yapabilecekleri

kadınlar tanıdım. hayatın her noktasından. 18 yaşındaki küçük bir kız çocuğundan tut, elinde maddi özgürlüğü ve mesleği olup çoluklu-çocuklu orta yaş üstü kadınlar. 
her birinin gözlerinden mutsuzluk okunup kulaklarından acı dökülüyor. gerçek bir hüzün var ciğerlerinin en ücra köşesinde. bir kaçının laneti çirkin olmak. çekici olmamak. bir kaçının laneti muhafazakar bir ailede dünyaya gelmiş olmak, bir kaçının laneti erkek egemen bir dünyada kadın olarak dünyaya gelmiş olmak, bir kaçının laneti ise güzel olmak.

evet, gerçek bir lanettir bu bazı kadınlar için. hem hemcinsleri tarafından fazla sevilmezler hem de karşı cins için gerçek bir tehlikedirler. kendileriyle sevişmek isteyen erkekleri reddettiklerinde en kral kaşar ya da orospu damgasını yiyip rencide edilirler. 
biliyorum. kendimden değil. insanlardan. bir kadın, güzel bir kadın, tipsiz bir erkeklle birlikte olduğunda diğer erkeklerin o kadından ötürü ağza alınmayacak ne küfürler etitğini, gıyabında onu nasıl domaltıp da sikmekten bahsetitklerini.

bazen bir kadın bir erkeği sevebilir ama. seviyor. biliyorum. kendimden değil ama. başkalarından. o kadar çok kadının hayal kırıklıklarını dinledim ki. yanılıyorlar olamazlar. gerçi milyarlarca sinek de bok yi...
o kadar çok kadını avuttum ki. ben onlara bir aşktan bahsederken onların başka bir erkeğe hissettiklerini ve bu hissettikleri sonrası içine düştükleri çukurdan bahsedişlerini o kadar çok duyup ve gördüm ki bir noktadan sonra hak verdim çok güzel olduğu halde lezbiyen olan kadınlara. bir noktadan sonra hak verdim gay'liği seçen erkeklere.

bir gün bir yerlerde aynen şöyle demiştim, arkadaşlarım gülmüştü, "çok mutsuz ve yalnız olduğum anlarda sikimi kesip yiyesim geliyor. bildiğin çiğ çiğ."
"delirmişsin sen" demişti arkadaşlarım. "evet" demiştim ben de. "delirdim. amına koyayım ben akılın. ne sikime yaradı şimdiye kadar. neyi elde edebildim ki ben akıl sayesinde. neyi başarabildim ki!
elde ettiğim ya da başardığım her şeyi ben, tutkum ya da cesaretimle başardım. elde ettim. her sabah eğer alarmı kurmadan gün doğduğunda uyuyorsam, ben hiç korkmadım hayatım boyunca. ne bir insandan ne de başka bir şeyden. kaybetmekten örneğin. ya da kaybedilmekten."

banyo yaparken dahi "birazdan deprem olsa burada geberip giderim" diyen bir adam olduğum için korku yok içimde bir yerlerde. sökülüp alınmış sanki.
bu yüzden her birini izledim. gerçek bir seyirdi çünkü kendilerini izlemek. bir gün bir sinemanın bekleme salonunda bir kadını izledim. ve onu izlerken aynen şunları yazdım. o bilmiyordu, o an onu izlerken şu cümleleri yazdığımı;

"güzel kadın: şu an birisi karşımda. tam karşımda hem de. saçları simsiyah. yüksek topuklu çizme giymiş. siyah. dar bir body giymiş. siyah. etek giymiş. dizlerinin az altında. siyah. beli ince. kalçaları hafif dolgun gibi. gözleri ne renk? bi göz göze gelse benimle, söyleyeceğim. şimdi geldi. siyah.
yanındaki çocuk yeğeni olsa gerek. sinemaya gelmişler. hangi filme girecekler acaba? bilmiyorum. arada bir bakışıyoruz sadece. aynı üniversiteden mezun olduk sanırım. siması yabancı değil. önceden de bu kadar güzel miydi acep? bu kadar siyah mıydı?
yoksa yas mı tutuyor ben gibi? bu yüzden mi bu kadar siyah, şu bayram günü? bilmiyorum. yanına sokulup "merhaba" desem, kızmaz sanırım. fakat bozmak istemiyorum bu güzelliği. öylece kalsın. 
ayak ayak üstüne atmış, hafif büktüğü sol bileğiyle arada bir bana baksın. ben ise yazıyla resmedeyim onu. ondan habersiz.

güzel kadın. karşımda şu an. sağ çarprazındaki akvaryumla ilgileniyor. akvaryumdaki balıklarla. ne düşünüyor acaba? ne düşündüğünü benim merak ettiğim ihtimali geçiyor mu acep aklından? o da ben gibi delirmiş mi acep?
sağ ayağını sallıyor hafifçe. arada bir sol eliyle sağ dirseğine dokunuyor.
sonsuza kadar anlatabilirim onu. her anını. her salisesini. münker ve nekir melekleri gibi, ona hissettirmeden, tüm hayatını not alabilirim bir köşeye. salise salise.
şimdi kalktı masadan. anons yapıldı. yedinci salonda film başlamak üzereymiş. çantasını ve masada duran telefonunu alıp üst kata doğru hareketlendi. dönüp bana bakacak mı bilmiyorum. beşe kadar sayacağım. bakarsa çıkışta konuşmak için bir girişimde bulunabilirim.

"1, 2, 3, 4, 5... ...6, 7, 8, 9, 10"

sonrasına dair ne olup ne bittiğini soran hiçbir insana bir şey söylemedim. gerek duymadım çünkü. biliyordum. o kadının da bir zamanlar bir yerlerde bir erkeği gerçekten çok sevip de mutsuz olduğunu.
ve şimdi ne yaparsam yapayım hep eksik kalacağımı. aşk acısı çeken bir kadının yapabilecekleri arasında her şeyin olduğunu kabul ettim. yerine göre kahkahalarla gülüp küt diye ağlamaya başlayacağından tut, yerine göre de acısını onurlu bir şekilde yaşayıp yeni bir insana "tam" gidebileceğini.
oysa söküp almayı çok istedim. geceden karanlığı, gündüzden aydınlığı ve bir kadının kalbinden acıyı. bir aşktan arta kalan acıyı. dilimle almak istedim en çok da. cümlelerim ve kelimelerimle. her gece ona masal okuyup da uyuturak. yeri geldiğinde de bir tecavüzü andırırcasına sevişerek.

olmadı. geç kalmıştım. benden önce üzülmüştü her kadın. ben mutlu edecek bir kadın bulamadım. yalan yok, mutlu edilecek tek bir kadın kalmamıştı. en kontrolsüz anında dahi gözleri sonuna kadar açıktı çünkü her kadının.
şöyle en masumundan hayal ettim bir aralar. ayak bilekleri ince, saçları kıvırcık, dudakları güzel, gözleri ışıl ışıl... feri sökülmüştü her birinin. gözlerinin altı göçmüş, ciğerleri is tutmuştu.

aşk acısı çeken bir kadının yapabileceği her şeye ben dahil olduğumda neredeydim sahi. aşkta mı, sevgide mi, saygıda, şefkatte yoksa şehvette mi? ruhum v ebedenim hangi duygunun ya d aolgunun kolları arasında sıkılıp can veriyordu?
bilmiyorum.

sadece bakıyordum. manasız bir bakış,. sadece dokunuyordum. tutkusuz bir dokunuş. isimleri bile anımsayamadığım gün bir yandan sevinip bir yandan üzülmüştüm. ve her gece alkolle abdest almaya başlamıştım. gerçek acının ne olduğuna dair bir fikrim oluyordu, aşk acısı çektiği anlarda kendine ve bana söz verip de sabah olduğunda sözlerini yutan kadınlar gördükçe. gerçeğin ne olduğunu anlıyordum, aşk acısı çektiği için şekilden şekile girip gece olduğunda maskara olan her kadını tanıdığımda. yalanı iliklerimde hissediyordum, aşk acısı çektiği için acısıyla kendisini pazarlayıp kurbanlık koyun-kuzu seçer gibi erkek seçen ruhsuzları gördükçe.

manası yoktu artık hiçbir şeyin. kadınlar duygudan bahsediyordu, bazıları gerçekten seviyordu, o duygudan samimi bir şekilde bahsedip gerçekten sevenler ise, benden daha sonra dünyaya gelmiş olmalarına rağmen benden çok çok önceleri yarım insan olup nefes almaya çalışıyorlardı.

nafile.

iyileşmez bazen hiçbir şey. her ne kadar ben iyileşeceğine olan inancım yüzünden son nefesime kadar haykıracak olsam da. bedenin hastalığı iyileşir. fakat hastalanan ruhsa, o ancak çürümekle tedavi edilir. bu çürümekse ancak ve ancak ölümle gerçekleşir. toprağın iki metre altına gelinlikle aynı renk olan kefenle indirilmekle.

24 Mayıs 2011 Salı

Bir kadının başka bir erkekle sevişmesini sağlamak

libidosu gırtlağa dayanmış bir erkek olarak bunu gerçekleştiren kişi sizseniz gerçek bir eylemsizliktir. ya da en müthiş eylem. bilmiyorum.

hayatının ortasında bir adamım ben. belki de sonunda. başında olmadığım kesin. neyse işte, hayatının en tepe noktasına şehveti yerleştiren bir manyağım. belki de ucube. şimdiye dek yaşadığım şeyler belki ön ayak olmuştur buna belki de yaşamadıklarım.
nedeni önemsiz aslında. gerçi her bir yarrağa bir neden aramaktan kaynaklı değil mi zaten her şey? ulan bulmuşsun kaymağı, bulmuşsun mis gibi bir ilişkiyi, ne diye daha sorgulayıp da bok edersin ki her şeyi?

çok görmüyorum ama. hayatım boyunca da çok göreceğimi sanmıyorum açıkçası. böyle bir hakkım da yok. hem bulunduğum yerden hem de yaptığım işten dolayı hemcinslerimin veya yaşıtlarımın hayatları boyunca selam veremeyecekleri, selamı geç, yolda görseler yüzlerine bakmaya utanacakları güzellikte kadınlarla birlikte oldum ben.
rol modelim zampara bir şarkıcı ya da aktör olduğundan değil. öyle denk geldi, öyle oldum. 

yeri geldi seviştikten sonra yüzüne dahi bakmadığım ve yatağımdan küfrederek siktir ettiğim kadınlar oldu. yeri geldi seviştikten sonra göğsüne bedenimi yerleştirip saçlarıma dokunması için dünyayı yakabileceğim kadınlar.
hepsinin ama hepsinin tek bir ortak özelliği vardı. o da şuydu; hepsi gerçekleştirdiği şeyden pişmandı.
bu olay illa sevgililik, fak badilik ya da one night stand olayı değil, bu sadece hayatın bir gerçeği ya da tabiatın bir kanunuydu.

kadınların sevgililerini aldattığı erkek rolünü oynadım yıllarca mesela. yalan yok. cesaretim o kadınların hoşuna gitti. tutkum ya da. aşık oldukları adamlar ben gibi öpemiyordu çünkü hiçbirini. ben gibi dokunup ben gibi dişleyemiyorlardı omuz başlarını.
ben gibi saatlerce seks oyunları oynayıp mevzuyu yerine göre eğlenceye çeviremiyorlardı. benim ego tatminim oluyordu ama yatak.

sevişmenin en hararetli anında çok durmuşluğum vardır. küt diye. hiçbir neden yokken. madem bu benim şovumdu, ben de canımın istediği şekilde hareket ediyordum.
sonra küt diye bir tecavüzden daha beter hareket edip de karşıdakine hayatının unutulmaz en kral seksini yaşatacak ilişkiyi yaşamışlığım. hiçbirinden hoşnutsuzlukla ayrılmadım ama. yalan yok. hele ki küçük çocuk gibi sinema salonlarına sırf fantezi olsun diye gidip de seviştiğim kadınlar, sehir aşırı buluştuklarım, görüştüklerim, benim yanlarına gittiklerim, yanıma gelenler...

tanışmamızın otuzuncu saniyesi olmadan karşımdaki kadınla ne yaşayıp ne yaşamayacağımı bilen bir adamımdır ben. ve sabırlıyımdır. gerçek bir sabır ama. sırf sabrettiğim için, karşıdaki benimle birlikte olsun diye göt yırtmadığım için sevişme ihtimalim olmayan çok kadınla sevişmişimdir.
geçenlerde aptal bir ergen gibi hatırlmaya çalıştım her birini. nerede ama. her biri unutulmuş gitmiş. adlarını geç, yüzleri bile aklıma gelmiyor. illa böyle mi olması gerekiyordu peki? yani hep şehvetin peşinde koşup şefkat dilenmek mi gerekiyordu? tabi ki hayır.

insan egosu ama, her şeyden tehlikeliydi. ve ben o tehlikeyi en kralından hissediyordum. hissederdim. hala da hissederim. en kral ilişkinin bir salisede bitebileceğini, en müthiş aşkın sikim-sokum bir nedenden dolayı yarı yolda bırakılmayla sonuçlanacağından adım gibi eminim.
ciğerlerimde boş beleş kadınların nefesleri gezer. belki de bu yüzden cehennem gibidir gecelerim. belki de bu yüzden her sabah güneş doğmadan uyuyamam ben.

tek eşlilik ya da toplumun dayattığı namus kriterleri, hiçbiri ama hiçbiri beni bağlamadı şimdiye dek. hepsi zevk almak içindi yaptıklarımın. çürüyen bedenlerin uyarılıp, mal gibi bir karının kendi klitorisinin yerini bilmesi içindi.
bu kadar delirmiş, bu kadar deliydim. yalan yok. nedeni basitti işte hepsinin. herkes sevişsin. 
ben de ön ayak olayım buna. nasılsa aşk ve sevgi strateji oyunu gibi yaşanıyordu ben de kendimce bir çözüm bulmuştum. hala da geçerlidir bu. ve her yerde bağırırım son ses;

"tek ilişki cinsel ilişkidir. ve bir kadının beni gerçekten bilmesi, anlaması içim içime girmesi lazım. ya da benim onun içine. bu içe girmeler de ya aşkla olur ya da seksle."

duyan oldu mu? oldu. o duyanlarla da nefeslerimizi emanet ettik birbirimize. her ne kadar onlar emanete hıyanet etse de. geceyi benimle geçirip, çırılçıplak uyuduğum kadınlar sevdikleri adamlara günaydın mesajı çektiğinde üzülüyor muydum sahi?
bilmiyorum inanın. sadece sol yanımın sancıdığını bilirim. empati yaptığımdan değil. dünyanın en temiz kadını bile olsa karşımdaki-yanımdaki kadın, ben asla ona güvenemeyeceğimden. güvenmediğimden. sorun o değildi. sorun bendim. sorun benim algılayışım ve yaşayışımdı.

değerliyi aramıştım yılarca. en değerliyi hem de. ne olabilirdi sahiden. sonsuz bir hayat, kariyer, din, örfler, adetler... hiçbiri ama hiçbiri değildi. sevmeden de sevişildiğini öğrendiğim gün lanet etmedim kendime. tam tersi huzur buldum. oysa sevmeden sevişmek için daha dolgun kalçalar, göğüsler ve dudaklar yeterliydi.

kandırılmıştım. hem de çok pis. kandırılan her insan gibi kızgındım. hem de çok. bu yüzden bu kandırılışı telafi etmem gerekiyordu. hangi kadınla birlikte olursam olayım her an ve her salise sevişmek istiyordum. gerçek bir sevişme ama. otobüs duraklarından tut telefon kulübelerine varana kadar.
hiçbiri anlamıyordu ama. ne bir filme beraber gitme eylemi ne de başka bir şey. sadece seks. soft. katıksız. zehir gibi.
çünkü en güzeli buydu. her biriyle yollarımız bir gün ayrıldığında ve onlar tutkusuz hayatlarına döndüklerinde anlıyordular beni. en azından öyle söylüyordu ara sıra görüştüklerim. inanıyor muydum? asla.

o kadar çok şey duymuştum ki. o kadar çok söz verilmişti ki bana. "bana hiç duymadığım bir yalan söyle lütfen" dememek için dudaklarımı ısırıyordum bir kadınla konuşurken.
o hayallerinden bahsederken ben onunla zihnimden sevişiyorduım karşısında. o ağlarken ben onu düşleyip mest oluyordum. çünkü gerek yoktu. gerçek bir seks her şeyi çözüyordu.
ben ise bunu birebir yaşayarak tasdikliyor, tasdikletiyordum.

bir şekilde müthiş bir orgamzla bitmeyen ilişkilerim de oluyordu. yalan yok. boktan tartışmalarla biten ilişkilerim. her biri ama her biri o kadınların yararınaydı ama. ben kıvama getirmiştim. farketmezdi. artık onların sevişmesi için sadece en yakınlarındaki erkeğin bir saliselik cesareti yeterliydi.
ben her biriyle ön sevişmemi gerçekleştirmiştim. kimisiyle konuşarak, kimisiyle yazışarak, kimisiyle de öpüşüp koklaşarak.

bu yüzden bir teşekkür borçludur diye düşünürdüm. her biri bana bir teşekkür borçlu. şu an bile mesela, bir yerlerde bir kadın, ben onu o kıvama getiridiğim için gidip en yakınındaki adamlardan biriyle sevişmiştir. ve gelip bana kötü bir şey yaptığını söyleyip dert yanıyordur belki de.
dert mi, yeter ki sevişilsin. yeter ki bomboş geçmesin bu geceler. değil ki bir kadını o sevişme kıvamına getirmek, erkeğin bile sikini sıvazlayıp o ama sokarım ben.

yeter ki bitsin artık riyakarlıklar, cesaretsizlikler ve en önemlisi şehvetsizlikler. şefkat mi? o çok önceleri silindi yeryüzünden. ne zaman mı? bana göre, ibrahim peygamberin tanrıya adak muhabbetine oğlu ismail peygamberin boğazına bıçağı dayadığı gün. cebrailin koçla gökyüzünden yetiştiği gün. ibrahim peygamberin teslimiyet adı altında babalık onurunu yerlere aldığı gün. ismail peygamberin teslimiyet adı altında cesaretsiz davrandığı gün. tanrının "bu bir sınav" diyerek bir babanın oğlunu kesip kesmeyeceği üzerine kendi kendine mastürbasyon yaptığı gün.

ne zaman?

belki de bugün. bu sabah. günün ağardığı şu vakit.

ne farkeder?

hiç.

en kocamanından.


22 Mayıs 2011 Pazar

Hep aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç beklemek

aynı şeyi tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek değil bu. hep aynı şeyi yapıp farklı bir sonuç beklemek. bir nevi bilinçli körlük çekmek, bir nevi bilinçli bir hissizlik yaşamak.

yıllar yıllar önce liseye giderken elektriğin icadı ile ilgili bir anektod geldi aklıma bu akşamüstü. tüm günü dövme yapmakla geçirip, sabah kahvaltısını bile öğleden sonra 5 gibi yaptığımda.
sanırım şu tarz bir şey yazıyordu o kitapta. başka bir yerde de okumuş olabilirim bunu. yanlış bilgi verirsem idare ediverin işte. neyiniz eksilir amına koyayım.

"elektriği icat eden abi elektriği her icat edemeyişinde kendi kendine söylermiş; elektriği icat edemememin bir yolunu daha buldum."

o zamanlarki çocuk aklım ve çocuk kalbimle sevinip gülümserdim bu bilgiye. kendimce yaptığım hataları bu cümleyle kamufle ederdim. yalan yok. ancak şunu düşünemezdim hiç;
bir kişi icat etmeye şeyin adını o şeyi icat etmeden nasıl koyabilir ki? bir kişi icat etmeye çalıştığı şeyin adını nasıl koymayı akıl edeceğini geç, bunu nasıl hissedebilir? hadi hissedebilmeyi de geç, bunu neden bir tarafa not eder?
sonuçta kendi tekelinde olan bir şey bu. kendi iradesi ve aklıyla gerçekleştirdiği deneyler ve o deneylerin sonuçları. olumlu ya da olumsuz, farketmiyor. farketmesi için de bir neden yok. sadece canı sıkılıyor, bir yerlerden bir şey verip diğer taraftan başka şeyler vererek bu can sıkıntısını gidermeye çalışıyor.
böyle açıklayamazdım tabii o zamanlar. kanımın deliliği bedenimin deliliğine eşlik ettiğinden mutlu olup sırıtırdım. nereden bilebilirdim ama, koca hayatımdan sikim-sokum bir trajedi elde edeceğimi. bilemedim.

ilk gençlik ve ergenlik yıllarımda hep daha fazla çaba ve mücadele verip de bir şeyleri elde etmek için çabalamakla geçirmeye çalıştım kendimce. 
mesela babamdan en son ne zaman para aldığımı hatırlamam. ya da babamın sesini, yüzünü... değil ki cüzdanındaki banknotları. yok, bu gece çok şarap içip el parmaklarımın dahi uyuştuğunu hissettiğim için söylemiyorum bunları. ve burası benim ağlama duvarım olduğundan değil. hele ki yaşadığı hayatı dramatize edip bir şeyler beklediğim için ise, asla!

sadece canım sıkılıyor.

bir gün öldüğümde de canım sıkılacak yine benim. o son nefesi verme anımda bile yüzümde hoşnutsuz bir gülümseme ve nedensiz bir sırıtış olacak. belki mutluluğa yorulacak o son bakışım belki de mutsuzluğa. önemi yok.
emin olduğum tek şey, tüm hayatı boyunca her güne nasıl başladığını bilip her geceyi nasıl bitireceğini bil(e)meyen bir adam olan ben, işte o son anda yine aynı ruh halini yaşayıp kendi kendime hala anlamamaktan ve anlaşılamamaktan dem vurarak gebereceğim.
hem de anlamanın ve anlaşılmamanın bir sike yaramadığını bilerek.

yapacak bir şey yok ama artık benim açımdan. güçsüzlük böyle bir şey işte. on küsür kadeh şaraptan sonra yerinden kıpırdamamak böyle bir şey işte. gırtlağa çöreklenen o şarap tadı ve dilin uyuşması böyle bir işte.
el parmaklarımın güçsüzlüğünü hissedebiliyorum mesela şu an. tanıdık bu duygu. aynı duyguyu, ne yaparsam yapayım bir şeyi olduramayacağımı hissettiğimde yaşardım.
ta el parmaklarımdan başlayıp tüm bedenimi sarardı. zamansız bir yıkım gibi gelip tüm bedenimde gezinir göğüs kafesimdeki o özel yerine kurulurdu. öylece dururdu orada. karabasan gibi.

ki birçokları uyurken görür karabasanı. ben ise uyanıkken. bir insanı sevmek için, bir insanla sevişmek için ona yaklaşırken. en beter ecinnilerden daha beter olur karşımdakinin performansı. 
kötü bu. çok kötü hem de. ağır geliyor bana. öyle ahım-şahım duygusal bir adam olduğumdan değil. ki ne kadar duygusal olursam olayım, hoşuma gitmeyen bir kadının elini dahi sıkmam. duygusallığının içerisine bile gerçeklik denen tozdan serpiştirmiş bir adamımdır. ne yapayım, gülüşü için ölemeyeceğim bir kadını? tenine gömülmek için kendimden vazgeçemeyeceğim bir kadını? bir şey yapamayacağım için de böyle oluyor işte.

hiç kıyaslama yoluna gitmem ama. önceden ne yaşamış olursam olayım, iyisiyle-kötüsüyle kabul edip de yoluma devam etmeye çalışırım. sırf bu yüzden çoğu kez ardımda ölümler bırakırım. hani şu ölüm gibi bir şeyin olup da kimsenin ölmediği ölümler. yani ayrılıklar.
hicret derim bu kaçışlara, gidişlere. adı da manasız aslında. ki yine bir zamanlar sırf güzel bir şeyler yazmam için mutsuz olmam gerektiğini hissettiğimde bilerek kalp kırıp, kalplerle sirtaki yapıp, bilerek kendi canımı yakıp kaleme-kağıda yapışırdım.
ne zaman ki, baktım yetmiyor yazmak, yazdığım her şey cehennemim olup kabuslarıma giriyor, ve sabahı etmek için tüm geceyi can çekişerek bitiriyorum, işte o vakit yaşamın tarafına geçmeyi tercih ettim. yaşamanın tarafına.

denediğim, mutlu olmak için çabaladığım her şeyi defalarca deneyerek. farklı bir sonuç olur diye. buna karşın eşek eşekliğiyle aynı çukura üçüncü kez düşmezmiş, öyle derler, farketmiyor, ben yalnızlığımı gidermek için evimi bremen mızıkacıları'na çevirdim. yalnız olan her insan gibi. iki taklacı güvercin ve iki tekir kedi. bremen mızıkacıları'ndaki horoz kuzenim oldu, eşek ise ben.
bir fabl ya da güzel bir hikaye türemetemedik haliyle. en beterinden ve en iğrencinden komedi oldum ben. gülen ise yine olmadı.

oysa farklı bir sonuç beklenebilirdi. ve ben her seferinde diyebilirdim kendi kendime; "mutlu olamamanın bir yolunu daha buldum."
olmadı. diyemedim. çünkü bir şeyi icat etmenin telaşında değildim. 
ben, hep "orada" olan, bana şah damarımdan yakın olduğu iddia edilen şeyi bulma telaşındaydım.
bulup da dokunmak, dokunup da koklamak, koklayıp da öpmek, öpüp de sımsıkı göğsüme bastırmak. küçük bir kız çocuğunun en sevdiği oyuncağını göğsüne bastırması gibi.

gece ağır. bilirim. geceler ağır. bilirim. yalnızlık en çok geceleri gelip de çöreklenir insanın boğazına. ne nefes aldırır ne de rahat bırakır. bunun da çözümü var aslında.
siktiriboktan bir işe girip tüm gün çalışarak ertesi gün işe geç kalmamak için gece 11'de uyumak. ama ben yapamadım. olmadı. en parasız kaldığım anlarda bile maaşlı bir işe girmektense gidip bir toptancıya, üç-beş mum, üç-beş tombala, üç-beş puzzle alarak sokaklarda sattım.
yeri geldi yere gazete açıp kitapları koydum, ayaklarıyla yerdeki kitapları dürtüp "bunlar ne?" diyen insnalara "kitap" deyip içimi acıttım. ve her birini gecenin karanlığı bastırdığında valizlere doldurup evimin yolunu tuttum.

omuzlarım çürümüştü 20 yaşımda. sırf o ağır valizlerle kitap taşıdığım için. sıkılmıyordum ama. semerkant'ı işte o gecelerin birinde bitirmiş, ömer hayyam'ı ve hasan sabbah'ı tanımıştım.
mutlu olmuştum o yaz gecesi. ve hemen akabinde onlarca kitap okumuştum. ya da yüzlerce. önemsiz. yine o yaz gecelerinin birinde monte kristo kontu'nu izleyipedmond dantes için "ne güzel adam demiştim. akabinde de yüzlerce film izlemiştim. açlığımı hissetmiştim. bilgiye açlığı. doyumu olmayan, doyulmayan gerçek açlığı.

ve ilk sorumu sorduğumda "ben neden varım?" diye, aynalar cevap vermişti. başka bir soruyla; "sen var mısın ki?"

yutkunup geri çekilmiştim.

şimdi boğazım acı. el parmaklarım dahi uyuşuk. herkesi ve her şeyi kaybetmiş gibi hissediyorum. herkesin ve her şeyin de beni kaybettiğini. unutmaya yatmak istiyorum sadece. ve uyuşmaya. ölüm diyorum sessizce. öyle yakışır ki. sessiz ve sevgisiz gecelere yakışan cinsten. en güzelinden. ya da en özelinden. manasız.

nasılsa hep aynı şeyi yapıp farklı bir sonuç beklemek bu çağda ne bir şeyin icadı için değerli ne de bir şeyin bulunması için, eee, kavgam bitti. mücadelem ise boş.
sırada uyku. damarlarımda şarabın o kan kırmızı alkolü dolanırken. el parmaklarım da dahil tüm bedenim uyuşmuşken.

sadece...

uyku.