30 Nisan 2011 Cumartesi

Birisinin çıkıp kişinin en hassas yanını sikmemesi

garip bir eylemsizlik. nedir şimdi bu hassas yanlar; dürüstlüktür mesela. gerçi kimse "ben düzenbazın allahıyım" demez ama bazen az bir şey dürüstlüktür bu. dürüst kalmaya çalışmaktır en azından. 
bazen saygı, bazen ince mizah anlayışı, bazen şirinlik, bazen çekicilik, bazen patavatsızlık...
her seferinde ama bu hassas yan ya da yanlar engeldir mutluluğa ve huzura. öyle kolay kolay da aşılamaz. kişide artı bir özellikmiş gibi duran bu özellik eksilerin eksisi olup çıkar. şaşırıp kalır kişi. "ulan" der sessizce. "madem bu özellik güzel bir özellik neden somut ya da soyut bir karşılığı yok?"

cevap veren çıkmaz tabii. işyerinde en iyi çalışan sizsinizdir mesela. iş disiplini olan bir çalışan ve emekçisinizdir. sırf bu yüzden tüm angarya işler size yıkılır.

-siz iş diisiplini olan çok iyi bir çalışansınız melike hanım/ahmet bey.
+birisi de çıkıp o çok iyi çalışan yanımı...
-efendim?
-tamam hikmet bey/necla hanım, söylediğiniz gibi hallederim her şeyi. mesaiye de kalırım.

bir ilişkide ilişkiyi siz sırtlanıp götürürsünüz. yine de hep sizden gider, giden. geriye dönüp baktığınızda koca bir "sıfır" görürsünüz. bu içinizi acıtır.

-aşkım sen çok fazla iyi niyetlisin insanlara karşı.
+birisi de çıkıp o iyi niyetimi...

afallarsınız. gözlerine fener tutulmuş tavşan gibi değil, götüne kazık sokulmuş voyvoda kurbanı bir elçi gibi. canınız acır, ruhunuz sıkılır. birisinin çıkıp da sizin o en hassas yanınızı zamanında neden sikmediğine içlenirsiniz. sikip de size en önemli dersi vermediğine.

her seferinde bir artı özellikmiş gibi sunulup da esasında sizi acıtan bir yönünüzü karşınızdaki kişi dillendirip sizin en hassas yanınızdan bahsederken siz dişlerinizi sıkıp kızgın bir şekilde sitem edersiniz.

-birisi de çıkıp o yanımı sikmedi ki!

Güzel Kadın

yıllarca tanımını aradım ben bu kadının. ilk başlarda gazetelerin arka kapaklarındaki fotoğraflarına bakıp da mastürbasyon yaptığım kalın dudaklı, gergin tenli genç kızlar güzel olarak geldi bana. daha sonra televizyonda gördüğüm, orta yaşlı, balık etli kadınlar. en sonunda da para karşılığı sadece bedenini satan hayat emektarı fahişeler. orospular...

tanımım yoktu kadına dair. ve onun güzelliğine.

öylece debelendim durdum. kendi beynimde kesip biçtiğim hiçbir güzellik kavramı oturumuyordu bir kadının bedenine. ruhuna ise asla!

ben kendimce bu tanıma uygun bir kadın bulmanın telaşındaydım. ben bu güzel kadın kavramının somut halini ıspatlama girişimindeydim. bilmiyordum. bilmeme olanak sağlanmıyordu. güzel bir kadını çirkinleştirmek için çırpınıyordu tüm erkekler. güzel bir kadının güzelliği yüzünden potansiyel orospu olabileceği faraziyesiyle kıvranıyordu erkek müsveddeleri.
ben ise o güzel kadını arıyordum. onun güzelliği sayesinde ruhum huzura kavuşacaktı. çünkü ben çirkindim zaten. hatta sol pazumda koca koca harflerle yazıp, damgalamıştım kendimi;

"çirkin."

29 Nisan 2011 Cuma

Sedat Peker

"bu dünyada erkekler erkekliğini yapsaydı kadınlar orospu olmazdı. kadınlar kadınlığını yapsaydı, dünya orospu çocuklarıyla dolmazdı" diyen adam.

ulan ne desem ki şu cümleden sonra. ne yaşadığı hayatı tasvip etmişliğim vardır ne duruşunu ne de yaşadığı kafayı. ama bu cümle nedir be! kadın ve erkek ilişkileri üzerine binlerce şey söylenmiş olabilir şimdiye dek. orospuluk ya da orospu çocukluğu üzerine milyarlarca şey de söylenmiş olabilir. ancak hiçbiri ama hiçbiri bu denli net ve gerçek gelmedi bana.

sokağa çıkıp "sedat peker'in yeğeniyim ben" diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum şu an. ne demişti kendisi, tekararlayalım;

"bu dünyada erkekler erkekliğini yapsaydı kadınlar orospu olmazdı. kadınlar kadınlığını yapsaydı, dünya orospu çocuklarıyla dolmazdı"

Prens William - Kate Middleton evliliği

ev arkadaşlığından aşka dönüşen evlilik. sikerler ama öyle işi. biz birisiyle ev arkadaşı olsak tuvalette neden taşa sıçtık diye kavga çıkar, elin oğlu peynir gibi hatunu kapmış. elin kızı prensesi kapmış. 
millet ev arkadaşlığından doğan aşkla kaymak gibi hatunla evleniyor. prenses götürüyor. nikahı basıyor. biz bulaşığı yıkamak için kağıt çekiyoruz. küçüğü çeken bulaşığı yıkar diye.

sabah sabah boğazın şiş uyan, sözlüğü aç, televizyonu aç, her yerde bu kedi yavrusu kılıklı ikili. ulan vicdansızlar, her şey sizde mi olmalı. bari birinizin az bir şey şekli-şemali kayık olsaydı da çamur atacak bir şey bulsaydık amına koyim. öyle mal mal oturup izliyoruz. 

neyse, ben bu uykulu pörtlek gözlerle kurbağa halime devam. bu yazıyı okuyan malak, sen de balkabağına dönüşmeye devam. bir gece 12'den sonra sen hala prenses kalabilirsen gel öp beni. 

-neyimiz eksik bu ikiliden?
+eksiğimiz yok, fazlamız var. 
-neymiş o fazlamız?
+yoğurdumuz var ulan bizim.
-ha! dur bi ayran yapayım da içelim.
+hay gıdısını yidiğim.

Hayatta hiçbir sike yaramayan insan

vakti zamanında bir adam tanımıştım. hayatta her bir boku denemiş bir adam. ta boynundan ayak tabanlarına kadar her yerine jilet atıp vücuduna picasso tablolarına benzer şekiller çizen bir manyak.
gerçek bir manyak ama. bir kaç kez aynı içki muhabbetinde bulunmuştuk. gece en kral muhabbet çevirdiğim bu adam sabah olduğunda görmüyordu bile beni.
hatta hiç unutmam bir gece erkek erkeğe içki sofrasında bu zom olmuş, biz de kendisini annesiyle beraber yaşadığı eve arabayla bırakıp, annesinin kendisinin boynuna sarılıp ağlayışını dinlemiştik.

o gece üzülmüştüm ona. yalan yok. gerçek bir üzüntü ama. ne bileyim işte, özünde iyi gelmişti o adam bana. her ne kadar ben o zamanlar üniversite öğrencisi, o ise ilkokul terk bir eleman olmasına rağmen iyi anlaşmıştık. o bana hitap ederken "hocam" demiş ben de ona "kardeşim" demiştim.
düşüncede doğruydu bu hitap şekillerimiz. çünkü ben o ara öğretmen olmayı düşünüyordum. ben değil de annem düşünüyordu açıkçası. ben bir kere bile memur olmayı düşünmedim ki amına koyim.
o ise kardeşti işte. rakı kadehini kadehime değdirirken, gece evine bıraktığımız zaman koluma girip ilk hayal kırıklığından bahsederken, kardeşti işte. kardeşimdi.

bu adam işte, bir gün elini ayağını çekti bu tarz illegal mevzulardan. kendisi hakkında torbacılık yaptığı iddiaları dönüyordu ortalıkta. tabii kimsenin yüzüne söyleyecek cesareti yoktu. boynunda façalar olan bir adama kim ne diyebilir ki.
işte bıraktı bu illegal yolları. içkiye tövbe etti, esrar çekermiş, vazgeçti. vazgeçmiş ya da. bilmiyorum. bir gün kendisini bir berberde gördüm. dinden-imandan bahsediyordu. menzil diye bir yerden. oradaki manevi liderden. 
ben sakal tıraşı olmak için gitmiştim o ise gazetelerin sadece spor sayfasına bakıp transit geçiyordu. arada bir de arka kapak güzellerine. ben ne desem kendisine o cümlesine allah'la başlayıp inşallahla bitiriyordu.

o ara başka bir genç daha vardı ortamda. denizli'nin en zenginlerinden birinin piçi. yanlış hatırlamıyorsam forbes dergisinin yaşadığımız yüzyılın en girişimci genç işadamı adaylarından bir lavuk.
babasının sırtından ortam yapan, babasının parasının gölgesini kendi gölgesi sanan bir it. işte bu eleman da o berber salonundaydı. karşımda hayatta hiçbir sike yaramamış bir deli, yan koltukta ise tıraş olup belki de o akşam en kral arabayla en kral karıları sikecek bu yavşak.

konu futbol ve siyasetten sonra hayatta bir sike yarayıp yaramama konusuna geldiğinde düşünceler havada birbirini boğazlamaya başladı. her ağızdan bir ses çıkıyor. aslında kimsenin kimseyi dinlediği yok. mevzu sadece üstün gelmek ve üstünlüğünün kabul ettirmek.
bizim delinin sikinde değil diğer hırbonun parası pulu. 
o hırbo gezdiği avrupa ülkelerinden bahsederken bizimkisi yıllar önce bir bakkalın dışarıdaki ekmek dolabından ekmek çalıp ertesi gün bu mevzuyu vicdan yapıp parasını bir gün rötarlı olarak o dolaba koymasından bahsediyordu.
bizim hırbo japon karıların amının yatay olma zırvalığından bahsederken bizim deli içki içtiği yıllarda şarabın yanında en iyi giden mezenin beyaz leblebi olduğundan bahsediyordu.

herkes konuşuyordu bir şeylerden işte. o ara içeri başka birisi daha düştü. hayatta gerçek anlamda hiçbir sike yaramayan gördüğüm tek örnek. ne allaha ne de kula yaramış bir tip.
tabii bir insanın bir sike yarayıp yaramaması önemli mi bilmem de en azından kendine faydası olmalı diye düşünüyorum.

konu tekrar siyasetten sonra dine ve hayata geldiğinde içeri en son düşen o genç sorulan her soruya "hayır" cevabını veriyordu. sorular, tüm hayatını kapsıyordu. sadece şimdiki yaşantısını değil.

-içki içiyor musun?
+hayır.
-karı-kız var mı?
+hayır.
-namaz?
+hayır.
-oruç?
+hayır.
-en son ne zaman tiyatroya ya da sinemaya gittin?
+hiç gitmedim.
-en son izlediğin film, okuduğun kitap?
+film izlemem, kitap okumam.

tüm sorulara aldığımız hayıurlardan sonra aklımda kalan ve hiç unutmadığım şey baba parası yiyen o hırboyla kendini façalarla süsleyen o delinin aynı anda çocuğu konuşarak dövmeye çalışması.
demek ki dedim o gün, kayıtsızlık ve hiçbir sike yaramamak toplumun hangi kesiminden olursa olsun insanların kanına dokunuyor.

şimdi peki? yaşadığımız devirde? internet denen deccalin herkesi ve her şeyi esir aldığı şu çağda peki? her yer bir sike yaramayan insanlarla doluyken peki? nedir bunun hükmü? bir tarafta annesinin dokuz ay rahminde, babasının ise bir ömür sırıtnda taşıdığı o züppe adam, diğer tarafta ise can sıkıntısından kendi bedenini paramparça eden o manyak ve en nihayetinde hayatı sıfır noktasında yaşayan o adam.
hangisiyiz? hangisi olabildik? cevap vereyim, hiçbiri. ya da hepsinin karışımı. bu yüzden bir sike yaramıyoruz açıkçası. sizler prenses ve prens olduğunuz için ben kendi üzerime alayım tüm yükü. bir sike yaramıyorum.

belki kendime ait fıstık gibi bir işim var, istediğim saatte uyuyup istediğim saatte uyanıyorum, tıraş olma gibi bir eziyetten bile muafım ama işte ters bir şeyler.
senden bir tane daha olmadığı zaman her şey sıfıra inebiliyor. o gün berber salonundaki gencin yaşamı gibi. senden bir tane daha olmadığında ne yediğinden bir şey anlıyor insan ne de içtiğinden. mevzu teklik ya da birlik. bu da işte bir sike yaramayı sağlıyor. 

oysa dönüp baktığımda kendime, şimdiye dek allah rızası için sadaka diyen her insana para vermişimdir ben. ne bileyim bir toplu taşıma aracında her yaşlıya, hamileye, kadına yer vermişimdir. şimdiye dek bir sigara izmaritini yere atmamışımdır en basitinden. tükürecek olsam bile sokağa, mazgalı tuturmaya çalışan bir ayı olmuşumdur.
ama bunların hükmü ne? bir sike derman olmadığı an bunların hepsi, manası ne? bilmenin, bilinçlenmenin, almanın, vermenin? 

yok belki. belki de var. varsa da yoksa da muallak işte. hiçbir sike derman olamamanın can sıkıntısı var en derinlerde bir yerde. o ise her şeye bedel.

az önce mesela, kadıköy iskelesinin oradaki iş bankasının köşesinde bir adam sırtını duvara yaslamış, battaniyeyi yüzüne çekmiş bu rüzgarda uyumaya çalışıyordu. yanından geçen gençler, yanındaki taksiciler, trafik polisleri, gri ekranların karşısındakiler... her birimiz, o insan için bir sike yarıyor muyuz? hayır. mevzu sadece kendimiz de değil, mevzu evrensel oluyor bir noktadan sonra. bu ise ortaya çıkarıyor her şeyi. bu ise en net cevap oluyor. 

dünyadan tüm acılar ve kötülükler silinmediği sürece de sanırım her birimiz hayatta hiçbir sike yaramayan insanlar olarak devam edeceğiz yaşamaya. gel ki bu yaşamak da değil. sadece hayatta kalmak işte.

neyse.

var böyle insanlar. yan dairemizde belki. belki de üst katımızda. belki mahallemizde. belki de yaşadığımız toplumda. en iyisi hiç uzağa gitme sen. sadece sabah uyandığında yüzünü yıkamak için gittiğin lavaboda aynaya bak. bana hak verirsin.


Bir şeyleri zamana bırakan insanlar

her şeyi değil. bencilliği asla zamana bırakmaz hiçbir insan. ölümsüzlüğün sırrını bulmuş olan insan/insanlar olabilir bu/bunlar. yoksa neden bıraksın ki bir şeyleri zamana! yoksa neden sonsuz bir kayıtsızlık ve ruhsuzluksa yaşasın ki! illa bir bildiği vardır. illa bir dayanağı vardır. yoksa neden bu denli kendinden emin, yoksa neden bu denli net olsun!

ben olamadım mesela. zaman denen otobüse bindirip gönderdiğim hiçbir şeyi beklediğim gibi geri alamadım. ne kendisini ne de kendisine benzeyen birisini. bir şeyi. hepsi ama hepsi daha da berbat bir şekilde devam etti varlığına. ben ise öylece izledim. yemetiyorum dedim çoğu kez. olmayacak dedim sessizce. boşver dedim kimseye çaktırmadan. olmadı. ben boşver dedikçe içimden bir yerlerden bir ses çıktı ortaya. ve o karşılık verdi;

"hayatın depozitosu yok ki, sen boşverdikçe dolu alasın."

işte o an sustum. suskunluğum kayıtsızlıktan ya da edepli takılmamdan değildi. sadece her şeyi zamana bırakanların ne denli hastalıklı düşüncelere sahip olduklarını ilk önce kendime sonra onlara ıspat içindi.
yine de olabilir dedim. olsun dedim. birileri zamana bıraktıkları her şeyi söksün alsın. yeniden küllerinden bir kuş doğabiliyorsa insan neden doğmasın, neden doğamasın?

duyan olmadı. duyan olsa da anlayan hiç! ben de bırakayım dedim zamana. herkesi ve her şeyi. hayatın sonunu düşündüm bu anda. ölümü gördüm. yolun sonunu iliklerimde hissettim. böyle bir lüksüm yok dedim. hiç olmadı ve hiç olmayacak. ölümün olduğu yerde hiçbir şeyin ertelenme ve hiçbir şeyin zamana bırakılması söz konusu olamaz dedim.

biliyordum, bir şey olacağı yoktu. yine de insan bekliyordu. bekliyordum. gece olduğunda direncim kırılıyordu. ümidim bitiyordu. ve ben sabahı etmek için gece tarafından binlerce kez ediliyordum.
uykuya geçmem bayılmayla eş değerdi. sabah uyandığım an ise ben zamanın kendisi oluyordum. boğazımda acı bir tat, dilimde çıkmayı bekleyen küfürler. ve bir önceki günün tekrarı.

oysa bu durumu ne dinler kabul ediyordu ne de tabiatın kendisi. iki günü birbirinin aynısı olan sadece onlardan değil, hiçkimsedendi. oysa dünya, her günü aynı olanlarla doluydu. oysa dünya, birbirinin kopyası hayatları yaşayanlarla doluydu.
peki ben ne diyordum? sevişin diyordum. sevin. sevilin. zamandan söküp alın kadınlığınızı. erkekliğinizi. dişiliğinizi. kişiliğinizi. her şeyi sökün alın zamandan. bırakmayın ona hiçbir şeyi. çünkü bir gün zamanınız olmayabilir. çünkü bir gün herkesi ve her şeyi sırtına bindirdiğiniz zaman size töleranslı davranmayabilir.

illa ölümcül bir hastalık mı gerekiyordu hayatın kıymetini bilmek için. illa ölümden daha beter bir esaret ve yok oluş mu gerekiyordu? madem gerekmiyordu, neden hala zamana bırakılıyordu her şey. neden hala birilerinin bir şeyleri ertelemek için sebepleri, kriterleri, bahaneleri vardı?
neden diyordum işte. neden gerçekleşiyordu bunlar. çok mu zordu iki yokoluşun tek bir varoluşa dönüşmesi. çok mu zordu aşk olması! çok mu imkansızdı bir insanın başka bir insanı sevmesi! ve hiçbir çıkar gözetmeksizin onunal yok olmayı göze alması!

ellerini koklaması mesela. kirpiklerinden öpmesi? kavga etmesi hatta. madem sevgide ve saygıda birleşmiyordu insan, bari öfkede ve nefrette birleşseydi. o da olmuyordu ama. 
ruhsuzluk ve korkaklık cehennemi olmuştu herkesin. asalaklık ise en büyük erdemsizlik. ben her şeyi zamana bırakmak istediğimde, zaman ben olmuştu. ben ise yok.

http://www.youtube.com/watch?v=h7021gv2wty

28 Nisan 2011 Perşembe

Yatağı ve yüreği boş bir insan olarak yaşamak

sağlıklı ve yetişkin bir insan yaşıyorsa bu durumu, işin içinde de zoraki bir ayrılık ya da ölüm yoksa onursuzluktur. hepimizin yaşantısı. hepinizin. ıskalamakla geçiyor günlerimiz. ıskalamakla geçiyor gecelerimiz. amına koyayım lan ben böyle işin. şu gece denen meluna hibe ettiğimiz için her şeyin amını sikeyim ben. 
nasıl bir ruhsuzluk gelip girmişse artık ciğerlerimize, nasıl bir erdemsizlik artık gelip sikmişse ruhumuzu, hiçbir şeyden rahatsız olamaz olmuşuz.

dışarıda hayat tüm canlılığıyla devam ederken dizi izliyor insanlar. ve gerçekten gidip o dizilerle ilgili binlerce yorum yapıyor. ulan hangi dizi bir öpücükten daha güzel be? ulan hangi film, hangi şarkı bir sevişmeden daha gerçek be!
her biriniz bir köşede geberiyorsunuz. yok oluyorsunuz. bahaneler aynı ama. samimiyetsizlik ve rezillik aynı ama. kafalar aşağıda. kadınların yüreği, erkeklerin yatağı boş. ya da tam tersi, kadınların yatağı, erkeklerin yüreği boş. ne farkeder amına koyim!

kocaman bir hiç!

bomboşsunuz. yalan söylüyorsam en adi orospu evladı olayım! bomboş! nasıl böyle varolabiliyorsunuz, nasıl böyle yemek yiyip, bir şeyler içebiliyorsunuz aklım almıyor.
ömür geçiyor ve sizler öylece geçip giden ömrünüze bir nefes öteden bakıyorsunuz. öküzün trene baktığı gibi. 
hiç mi rahatsız olmuyorsunuz peki? hiç mi kanınıza dokunmuyor? hiç mi canınızı sıkmıyor bu durum? koca koca kadınlar, koca koca adamlar evcilik oynuyorsunuz?

sevişsenize lan, dokunsanıza, öpsenize, koklasanıza, aklınızı başınıza devşirsenize. çürüyorsunuz. gün, gün. gece, gece. yok oluyorsunuz. hece, hece.
yine de kıpırdamıyorsunuz, o koca götlerinizi çivilediğiniz koltuklardan. ne beklenir ki sizden, en insani ihtiyaçlardan birisi olan çişi, geldiği an erteleyen sizler bir aşk için, bir seviş, bir sevişme için heyecanlanıp telaşa mı kapılacaktınız!

beyhude benimkisi işte. ancak bağırırım buradan. ama biriniz yanımda olsa, ama birinizi elime geçirsem, bağırarak kulak zaralarını patlatırım. ıskalama lüksü olmadığı halde ıskaladığı her şey için; "nedennnnn!" diye.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Bir insanı anlamak

cümlelerle olmaz. kelimelerle ise asla! gerçekten var mıdır böyle bir şey, anlaşılabilir bir varlık mıdır insan? anlaşılıp da hak verilen ya da nefret edilen bir organizma mıdır? "seni anlıyorum" cümlesinden bir adım ötede mi yoksa beride midir?

bilmiyorum ve hiç bilmedim. sanırım bilemeyeceğim de.

yine can çekişmelerle geçirilen bir gece, 7 milyar yalnızlık ve uyanılan yeni gün. bugün ne olacak peki? hiç. rüyamda ailemin yanına gitmiştim mesela bu gece. günübirlik bir ziyaret. annem "akşama geç kalma, yemek yapacağım senin için. biber dolması" dediğinde ben can havliyle çırpınıyordum, rüyamda; "geç kalmak değil de yarına iki dövme randevum var, gelemeyebilirim."

tam bu an uyandım rüyadan. nasıl acımışsa canım, rüyalarım nasıl işgal edilmişse artık. kaybedebileceğim 300-400 tl değil derdim, ömrümü kaybetmişim ben, can çekişmemin nedeni, bu. beni uykudan mıh gibi uyandıran bu. hala kaybetmemek için çablamamın nedeni bu.

oysa benim uyandığım saatte ofis köşelerinden hayata dair entry'ler giriyor aklıselimler. selimeler. yalnızlığa ve şehvete dair fikir belirtiyorlar. anlamaktan fakat anlaşılamamaktan bahsediyorlar.
gece sözler veriyorlar, kendilerine ve başkalarına. sabah ise unutuyorlar. ağır geliyor her şey onlara. yaşamanın ağır gelmesi gibi. korkaklar çünkü. cesaretsizlik cehennemleri olmuş. 

oysa her sabah çok güzel bir kadınla uyanmak için evrendeki her şeyi yok edebilirim ben. başarırım bunu. tüm okulları, iş yerlerini, ofisleri, bankaları, devlet dairelerini.
her sabah aynı can sıkıntısı ve aynı sıkılmışlıkla uyanmamak için her şeyi yok sayabilirim. ve "seni anlıyorum" dediğim her insana bunu ıspat içinse, o kişinin cinsiyeti kadınsa onu öpüp, koklayıp sevebilir, cinsiyeti erkekse onunla çıplak elle geberene kadar kavga edebilirim.

artık anlamanın bir adım ötesinde devam etmesi gerekiyor varlıklarımız. çünkü artık anlamanın bir adım ötesinde yok oluyoruz. madem uyuyoruz. neden yalnız uyuyoruz köşelerde? madem her an ölüyoruz, neden yapayalnız ölüyoruz? madem anlıyoruz, neden anlamaktan bir adım öteye geçmiyoruz?

artık "seni anlıyorum" diyenlere karşılığım hazır; "beni anlamaktan bir adım öteye geç. kadınsan öp, kokla, sev, seviş. erkeksen, kavga et benimle."


İnsanların gece 12'den sonra balkabağına dönüşmesi

her birimizin dönüşme olayı. gregor samsa bok yesin. asıl marifet bu. marifet; insandan böceğe dönüşmek değil, marifet; insandan balkabağına dönüşmek.
her birinizin dönüşümü bu. her güne binbir umutla başlayıp, her güne binbir ümitle başlayıp kaybetmenin merasimi bu. sonrasında gelen yalnızlık ve ümitsizlik. bir de üzerine karanlık gecenin kasveti eklendiğinde masallar gerçek oluyor. sonu mutlu bitenler değil ama. sonu kötü bitenler. bittiği yerde başlayanlar değil ama. gerçekten bitenler.
bu bitiş esnasında insan sıkışıyor, bu bitiş esnasında insan acıyor, hem ruhen hem de bedenen. ömrünün muhasebesini yapmaya cesareti olanlar boktan bir muhasebeci gibi hesap-kitap yapıyor. olmayanlar ise her şeyin üzerini tutulmayacak sözlerle, yutulacak yeminlerle örtüyor.

sevişlerle saklanıyor bir çok şey. öpüşlerle. yalanlar söyleniyor en kallavisinden. ödünler veriliyor. ödüller değil. koca bir masal diyarına dönüşüyor hayat. kişi ise o masalda boktan bir prenses oluyor. öpülmeyi bekleyip kahrolan bir kurbağa. mağlubiyetle biten bir günün ardından gece olduğunda küle dönüşüyor en güzel kadınlar. yanıp dumanları çıkmadan hem de. kedilikleri ise sonradan geliyor.
prensesler pamuğa dönüşüyor, beyaz atlı gençler bir yurtsuza. masallar gerçekleşiyor gecenin en karanlık anında. gece gündüze "kaç" diyor. "ben geliyorum. tüm karanlığım ve yıkıcılığımla yok edeceğim. kaç! tüm masallarını alıp gerçeğe çevireceğim."

kaçıyor gündüz. kaçıyor gündüz gerçekleşenler. gündüz mutlu-mesut olanlar. yalanlardan ve riyalardan gökdelenler inşaa edenler inlerine çekiliyor. her şey küçük zaman aralıklarına hapsediliyor bu kaçış esnasında. sevişler, öpüşler, dokunuşlar. ve uyku.
bir kaç dakika daha fazladan uyumak için alarmları ertelemenin hayalleri kuruluyor, bir kaç dokunuş, bir kaç öpüş daha gerçekleştirmek için yorgunluktan geberen bedene ve ruha inat zamanla yarışılıyor.

evet, aslında zamanla yarışıyor herkes. fakat kazanan belli. bastırılmış duygular, bastırılmış egolar, gündüz verilip gece yutulan sözler. gündüz gidilip gece dönülen yollar. 
herkes köşesine çekiliyor. herkes mağarasına. idealar dünyasının hayaletleri tavanda geziniyor. ceninler doluyor ortalığa. piç edilmiş hayaller. hadım edilmiş gelecek. yok oluyor insan. gram gram. dirhem dirhem. bu yok oluş onuruna dokunuyor. gündüz başlanılan gün ile gece karşılaşılan manzara birbirine uymuyor. oysa tersten de düzden de aynı gözükmesi gerekmiyor mu diyor, insan. hayat da. ölüm de.

olmuyor. yaşam ambigram değil çünkü. yaşam; fazlasıyla çetrefilli, özgüven eksikliğinden muzdarip, dar kalıplara hapis bir gerçek. 

gece 12'den sonra herkes balkabağına dönüşüyor. sadece kadınlar değil. sadece ümidini ve geleceğini anlık duygulara yüklemeyi göze alamayanlar değil. sadece geleceğinde mutlu olamayacağını hissedip mutluluğunu geçmişinde yaratanlar değil. erkekler de bal kabağına dönüşüyor. bu dönüşümün kristal ayakkabı ise çoğu kez prezervatif oluyor.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Hiç sevilmemiş ve hiç sevişmemiş kadınlar

gerçek anlamda bir sevilme ve sevişme yaşamamış bu yüzden de mutluluğu hep bir nefeslik farkla kaçıran kadınlardır. sevilmenin şefkatini, sevişmenin şehvetini bilmeyen kadınlar. babalarından görmedikleri sevgiyi ve saygıyı erkek müsveddlerinde arayan kadınlar.
annelerinden görmedikleri içtenliği ve fedakarlığı yanlarındaki hemcinslerinden bekleyen ütopya kraliçeleri. hepsini sevmek istiyorum ben. hepsiyle sevişmek. içlerindeki boşluğu içimdeki boşlukla doldurup iki boşluktan bir doluluk yaratmak istiyorum.

ayak bileklerini okşayıp göz kapaklarını öpmek istiyorum. ellerini tutup en büyük hayal kırıklıklarını dinlemek. yalnızlıklarını ve yalanlarını duyup ayrı ayrı hak vermek istiyorum her birine.
tüm mutsuzluklarını benden çıkarsınlar istiyorum. çarmıhlarına beni gersinler istiyorum. avuçlarımdan ve ayak bileklerimden mıhlasınlar istiyorum beni. yok olmak istiyorum her birinde. kaybolmak istiyorum.

ruhumu sunmak istiyorum her birine. bedenimi sunmak istiyorum. ve sunuyorum. alın! istediğiniz ne ise onu gerçekleştirin. gerekirse egonuzun legosu yapın, gerekirse de tapın.
ben sizinim diye haykırmak istiyorum meydanlarda. kafaları aşağıda işe-okula gidip kafaları aşağıda, gecenin köründe işten-okuldan evlerine döndüklerinde bir kedi gibi paçalarına sürtünüp her birini mutlu etmek istiyorum.

her birine kendimi sunuyorum. her birine onurumu veriyorum. erkekliğimi, adamlığımı, alın diyorum sadece. yeter ki evrenden silinsin sevgisizlik. yeter ki evrenden silinmesin şehvet. ve şefkat.
gecelerine aydınlık basmak istiyorum her birinin. rüyalarına renk. her birini alıp dünyanın en mutlu kadını yapmak istiyorum. bu arzularım karşısında bedenleri farketmiyor. burçları, saç renkleri, gözlerinin ışığı, elleri, tırnakları, dişleri, dilleri...

hepsine beni sunuyorum. gerçek anlamda hiç sevilmemiş ve hiç sevişmemiş kadınlara. şimdiye kadar ki tüm sevilmeleri ve sevişmeleri idman niteliğinde olan her birini şefkatin ve şehvetin arenasına çekip aslanlarıyla kavga etmek istiyorum.
öfkemi bedenlerinde ve ruhlarında yok etmek istiyorum. öfkelerini ve gözyaşlarını dilimle silip derilerinden geçip derinliklerine girmek istiyorum.

çünkü, artık gerçek manada hiç sevilmemiş ve hiç sevişmemiş bir kadın görmek istemiyorum. gerçek manada hiç sevilmemiş ve hiç sevişmemiş bir erkek gördüğümde ağlamamak için kendimi zor tuttuğumdan.



hala ve hala insan olmayı cinsiyete indirgeyip kendini ötekileştiren hemcinsi ötekilere inat sevilmeyi ve sevişmeyi sonun kadar hakeden kadınlardır bunlar. bu durum gerçek olduğundan tüm aynalarını benim göğüs kafesimde kırmalarını istiyorum.
insan olmanın ilk ve temel şartının sevmek ve sevişmek olduğunu bedenimi ve ruhumu sunarak ıspat etmek istiyorum. gerçek bir acının ve gerçek bir yalnızlığın ne menem bir eziyet olduğunu öperek ve gülümseyerek onlara anlatmak istiyorum.

hayallerini dinlemek istiyorum her birini. bir kadeh şarap ve bir kadeh rakı rakı eşliğinde her biriyle dans edip küfretmek istiyorum. herkese ve her şeye. annelerinden öğrendikleri kadınlığı unutsunlar yeniden bir varoluşu beraber inşaa edelim diye ankaları olmak istiyorum.
yazılmış ve yazılacak her şeyin yaşanmış her hangi bir şeyden daha değerli olmayacağını bilmeme karşın şu zamana kadar okduğum en güzel ve en gerçek yazıyı yazan bir kadın olduğu için ben de onların okuduğu veya okuyacağı en güzel yazıyı yazmaktan ziyade en güzel yaşamı sunmak istiyorum.

molaları olmak istiyorum. dinlenme tesisleri. çatlayan ellerine ve yıpranan tenlerine inat ölümün bir gerçek olduğunu her an ve her salise hatırlayıp asıl önemli olanın yaşamak olduğunu ıspat etmek istiyorum.
birilerinin uyandığı saatte kafalarını yastığa koyup koca günü mağlubiyetle kapamalarına artık tahammül edemediğimden geceleri galibiyetle bitsin istiyorum. tutkularını istiyorum. şefkatlerini. kendilerine giydirilen deli gömleklerini yırtmaya cesaretleri olmadığında o cesareti ben vermek ve o gömlekleri beraber paramparça etmek istiyorum.

insanların din, dil ve ırk muhabbetinden birbirini yediği, birbirini hakir gördüğü bir devirde iki kişi sevişirken-severken gerçek özgürlüğün ve eşitliğin oluşabileceğini konuşmadan haykırmak istiyorum.
etrafımda her daim hiç sevilmemiş ve gerçek manada hiç sevişmemiş kadınlar gördüğümden artık pes etmek istemiyorum. biz mutlu olamasak da geriden gelecek nesil mutlu olsun, birilerine örnek olalım diye bu bilinmez ve görünmez meşaleye ilk kıvılcımı ben atmak istiyorum. hatta kendimi yakıp o meşaleye atlamak istiyorum.

yeter ki tutuşsun artık şehvetin ve şefkatin külleri. ve yeniden varolsun bir şeyler. yeniden dünyaya gelsin herkes. her gün ve her gece ölünürken yeniden doğuşun bir hayal değil de gerçek olduğunu kanıtlamak istiyorum.

sevilmemiş ve sevişmemiş insan görmeye tahammül edemediğimden artık. evren sevgisizlikten ve şefkatsizlikten kırıldığından artık. gri ekranlar karşısında gerçekleşen evcilikler ve zoraki evcillikler son bulsun diye artık.
belki bedenim ve libidom yetmez. dert değil. sadece bunu istiyorum. bir yerlerde yaşarken yok olan, yaşarken kahrolan herkes ve her şey için. tüm kaybednelerin ve tutunamayanların birbirinde kazanması ve birbirine tutunması için.



Öleceği tarihi bilmek

öleceği tarihi bilmekten ziyade o son eşiği hissetmektir bu. bir tarih mezunu olarak amına koyayım tüm tarihlerin. çünkü gereksiz bilgi artığı hepsi. bu daha çok hissetmekle alakalı. hissedip de kanıksamakla. zira bu eylem gerçek olduğu taktirde gitmeler biter. yitmeler biter. gerçekler biter. rüyalar biter. son bulur her şey. örnek benim. çünkü gitmelerden geliyorum ben. bitmelerden. o kadar gittim ki, o kadar bittim ki, oysa "arıyorum" dedim hep. koca bir yalan, gittim ben hep. oysa dursaydım, gidecekleri de alınlarına indireceğim sol yumruğumla durdursaydım sendromlardan aşk yaratırdım. sadece stockholm'ünden değil, her türlüsünden. öfkeden aşkı, kötülükten masumiyeti damıtırdım. yapardım bunları. başarabilirdim. gece olmasaydı ama. gece denen melun olmasaydı. ve ben o gecenin sonunda kendimle yüzleşmeseydim. evrende karanlığı, aşktan riyayı, sevgiden ise saygıyı söküp almasaydı birileri. ben de her birini hakettiği gibi yaşayacak, yaşamasa bile yaşayabilecek inanca sahip birine denk gelip onunla omuz omuza verip halledebilirdim. olmadı. oysa inadına üstüne gitseydim böyle olmayacaktı hiçbir şey.
yalanlarla örttüm gerçeklerin üstünü. şefkatsizliğimi şehvetle sakladım. en iyi, kendime yalanlar söyledim. en iyi ben inanıyordum çünkü. en iyi ben inandım.

insan ne zaman öleceğini bilir. öyle derler. doğru. insan ne zaman yaşayacağını da bilir zira. insan ne zaman öleceğini bilir. bu ister serseri bir kurşundan olsun, isterseniz sarhoş bir orospu çocuğunun size çarpan arabasından. farketmez. insan ne zaman öleceğini bilir. yuvadan ilk uçuşunu gerçekleştirecek bir kartal yavrusunun tedirginliği gibi. insan ne zaman öleceğini bilir. intiharını planlı gerçekleştirenler değildir ama bu "ne zaman öleceğini bilenler." bu, zamandan münezzeh bir şekilde yaşadığını hissedenlerdir.

insan ne zaman öleceğini bilir. bu bilinmezliği en iyi kanıksayan ise hastalardır. bedeni ve ruhu hasta olanlar.

"like me!"

http://www.youtube.com/...play=true;showoptions=false

19 Nisan 2011 Salı

Gazetelerin üçüncü sayfası

riyakarlıktan, yozluktan ve yalan denen melun olgudan kırılan toplumlardaki tek netlik. çünkü gerçek. sırf bu yüzden her hangi bir gazetenin her hangi bir üçüncü sayfa haberi en kral filmden daha erdemli. en şık romandan daha iç acıtıcı. biraz daha hastalıklı düşünürsek daha güzel ve özel. toplumun ciğerleri işte bu sayfada. her dem ahlaktan ve modernlikten bahseden toplumun can damarı bu sayfalarda işte. öz kızına tecavüz edeninden tut da kumar borcunu ödemek için annesinin bileklerini kesip bileziklerini çalan öz evlatların haberleri burada yayınlanıyor.

şehit olmakla intihar etmek arasındaki tek farkın gazetelerde kaplanan yer olduğunu bildiğimden her gazeteye bu sayfadan başlarım. spor sayfasından başlayan hemcinsim gerizekalılara inat ilk önce bu sayfayla yıkarım bedenimi. bu sayfadaki haberleri okuyup ikna ederim kendimi. binlerce kez. aynı şeye; "insan denen canlı asla ve asla vazgeçmeyecek pisliğinden ve adiliğinden. ne kanunlar engel olabilecek ona, ne dinler ne de yasalar. ister babası olsun o yasanın, isterseniz anası. farketmeyecek. insan her zaman yakıp-yıkmak için, delirmemek için ya da delirdiği için yok edecek tüm güzellikleri. çirkinliğin güzellikten daha estetik olduğundan belki. belki de sadece öyle yapmak istediğinden. canı çok sıkıldığından mesela. olamaz mı? eğer ki cevabınız olmaz-olamazsa sabah ilk iş olarak bir gazete alıp üçüncü sayfasını açın ve görün. o cevabın nasıl gelip suratınıza çarapacağını ve sizin 'olurrrrr!' diye son ses bağıracağınızı."

Canı çok sıkılan bir insanın yapabileceği her şey

yıllardır düşündüğüm, hala ve hala cevabını bulamadığım ihtimaller yığını. üstüste binmişler. birini kurtarsan bir diğeri gelip gırtlağına saplanıyor. çenenin altına yerleştirdiği gibi ucunu hafifçe içe doğru bastırıp sola doğru kavis vererek çiziyor. ilk önce ince bir iz kalıyor. daha sonra ise kan. kimse görmüyor ama bu eylemi. kimse hissedemiyor. kimse anlamıyor.
canı çok sıkılan bir insanın yapabileceği her şey olasılıklar denizinde en büyük olasılıksızlık olarak kalıyor.

oysa bir zamanlar yeni tanıştıüğım bir kadında ilk baktığım yer dudaklardı benim. nasıl öpüştüğünü tahmin etmekle geçirirdim o ilk saniyerlerdeki isktiriboktan menun oldum zırvalıklarını. o memnun olmakla yetinirken ben onun dilinin başka bir ağız içinde nasıl yol alabileceğini hayal ederdim.
oysa bir zamanlar yeni tanıştığım bir erkekle konuştuğumda o hayallerinden-planlarından bahsederken ben kavga etsek ilk önce bedeninde nereye vursam küt diye yere düşer diye en zayıf noktasını tahmin etmeye çalışırdım.

ben mi terstim yoksa onlar mı düzdü bilemedim. hatta onlar mı dümdüz? hiçbir fikrim yok. şimdilerde evrene verebileceğim en büyük zararı nasıl verebilirimin ihtimalleri üzerinde düşünüyorum. şimdilerde dünyaya nasıl bir son kazık atıp siktir olup gidebilirim diye düşünüyorum.
hiçbir cevap yok. çünkü soruların ilmeklerini gırtlağıma geçirip kendimi sonsuzluğa astım. kendimi bu kısır döngüye hibe ettim. cevap yok, çünkü soru yok. çünkü içtim hepsini. bir kadeh şarap, bir kadeh rakıyla. çünkü duymak istemiyorum artık. ne hayalleri ne de hayal kırıklıklarını. sadece şehvet ve şefkat istiyorum.

"tanrı sekstir" diyen o kadını istiyorum mesela. ya da öpüşmemizin en şehvetli anında yüzümü tutup, yüzüne bulaşan saçlarımı düzelttikten sonra "ne bu öfke" deyip gözlerime bakan o periyi.
farketmiyor. hepsini istiyorum hatta. zihnim de bedenim gibi uyuşsun diye. çok şey mi istiyorum? asla! sizler boktan işlerinize, berbat okullarınıza suratlarınızı döke döke gidin diye. yalnızlıklarınızla övünün diye. yoksa bir gün o şifreyi ele geçirdiğimde hepsini yok edeceğim. siz de bokunu yemiş karga gibi oturup kalacaksınız gri ekranların karşısında. ve canı çok sıkılan her hangi bir insanın yapabileceği, belki de yaptığı her şeyi, hiç olmadı her hangi bir şeyi anlamaya çalışacaksınız. nafile. asla anlamayacaksınız. şimdi anlamadığınız ve asla anlayamayacağınız gibi.

Şarap

ben bu kitabını siktiğimi ne zaman içsem paramparça etmek istiyorum her şeyi. içimdeki öfkeyi gerçek hayata taşıyor. daha doğrusu taşımak istiyor. 6-7 yıl önce bir günde 3 adet 500 mg'lık antibiyotik alıp o gece de 70 cc'lik rakıyı iki kişi içip acile kaldırıldığımda da paramparça etmek istemiştim her şeyi.

kanına alkol karıştığı için cesaretlenen, dilinin bağı çözülen orospu çocuklarından değilimdir. benim daha çok zihnimin bağı çözülür alkol aldığımda. neyse işte. bu başka bir şey. anlatmak istesem de anlatamam. ki yıllar boyunca hep elimi uzatıp yakaladığımı ya da yakalayacağımı varsaydığım her şey bir anda yok olduğundan ben de işte böyle anlarda alkole vuruyorum kendimi. daha doğrusu alkolle vuruyorum. bazıları 38 kalibrelik magnum'la vuruyor kendini ben ise alkolle. sonra ne oluyor? zihnimin gizli dehlizlerindeki binlerce ucube ortaya çıkıp paramparça ediyor beni. ölen ise, olmuyor.

oysa aşık olduğum bir kadın olsa, ben onunla rakı içsem biter hepsi. sızar kalırım bedeninin bir köşesinde. sabah ise boğazımda bir acıyla uyanıp buz gibi suyu kafama dikerim. bu böyle bir şey işte. diğer türlü tehlikeli içinde alkol olan her içecek. diğer türlü tehlikeli, içinde benim olmadığım her kadın. hatta aşk gibi içinde bedeni uyuşturup zihni açan her şey tehlikeli.

oysa en büyük uyuşturucu oksijen. buna ne demeli! bu niye yasaklanmıyor! itiraz ediyorum. ya hiçbir şey yasak olmayacak evrende ya da ilk başta oksijen yasaklanacak. böyle bir iki yüzlülüğe itiraz ediyorum ben. itiraz dilekçemi ise bir kadeh şaraba iliştirip içiyorum.

İnsanlığı hayvanlardan öğrenmek

dünya denen şu boktan gezegene bakıldığında bu kadar aptallığın ve çözümsüzlüğün ancak "insan" kisvesine bürünmekle mümkün olabileceğinin kanıtı olan eylem. yok yok, az önce şarap içip taksim meydanı'nda tüm insanlığın alayına ana-avrat düz gitmek istediğimden söylemiyorum bunu. sadece şu sözlüğün son bir gün içerisinde yaşadığı duruma bakarak söylüyorum. 

çünkü, yok bilmezsen metrobüsteki şoför sevgililere burası seks otobüsü değilmiş denilmiş de, yok bilmezsen bir futbolcu takımının forması için her sene bir orospu rengi muhabbetleri yapmış da, yok efendime söyleyeyim kürtlere bilmezsen ne olmuş, laikler şunu yapmış, bir resam insanlık anıtının bilmezsen neyinden sonra bıçaklanıp hastaneye kaldırılmış(mış)...

hoşgörünüz yaln, samimiyetiniz yalan, özgürlük ve demokrasi anlayışınız yalan. her bir bokunuz yalan aslında. dönüp kendi özünüze bir baksanız, her şeyin nasıl sizin tekelinizde olduğunu öyle bir göreceksiniz ki dönüp bakmaya ne yüzünüz ne de cesaretiniz var.
aptallığınız lanetiniz olmuş. ancak ve ancak az önce sıraladığım tarz başlıkların altında birbirinize formata sırtınızı yaslayıp "orospu çocuğu" demekle yetinirsiniz. çünkü size yakışan o. çünkü o da gerçek değil. öfkeniz de sevginiz gibi yalan. iş icraata gelse götüm götüm terkedersiniz meydanı. 100 yıldır sikip attınız şu topraklarda gerçekleşebilecek tüm güzellikleri. biriniz din dediniz, biriniz ırk, bir diğeriniz demokrasi-özgürlük.

insan olmayı salt ve en samimi haliyle ele alamadığınız için de berbat ettiniz. sizin işinize gelen ilk konuda en önde siz bayrak taşıdınız. ne zaman ki size dokunmayan yılan yedi başlı ejderha oldu o vakit birilerinin eteklerine yapışıp aralardan kafanızı uzatarak "ama yaaa" dediniz.
iğreniyorum bunların hepsinden. utanıyorum. insan gibi değerli bir varlığın yerini kedi-köpek gibi canlılarla değiştirttirdiğiniz için. kusasım geliyor her birinizin kafasından aşağı.
ne kadınlar kadınlığından haberdar ne de erkekler erkekliğinin farkında. en basit bir futbol maçına, en boktan bir siyasi parti muhabbetine, kişinin dünyaya gelmeden önce asla ve asla seçemeyeceği bir durum olan bir ırk zamazingosuna yok sayıyorsunuz insanı, yok sayıyorsunuz insanlığı.

yazıklar olsun insan olmayı cinsiyete, ırka, dine ve dile indirgeyen herkese. kendi boklarınız ve kusmuklarınız içerisinde debelenip durun. birbirinizin başının etini yiyin. nasılsa hiçbir zaman insan olmanın ne anlama geldiğini anlamayıp o uğurda mücadele edip kavganızı o uğurda vermeyeceksiniz bu yüzden ne haliniz varsa görün, demek istesem de içim el vermiyor. yine de ben insan denen canlının en kötü haliyle insan olmayı taklit edip bir şeyler yapabileceğine inanıyorum. inanmak istiyorum en azından buna. ama nerede? bir yerlerde koca bir "insanlık" kaybettik. ama nerede? bulana aşkolsun. bulursanız aşk olur. haberiniz ola. arayın. son nefesinize kadar. geberene kadar. insan olmak bunu emrediyor çünkü. hayvanlardan insanlığı öğrenmektense insanlardan öğrenmeye çalışın. bedeli ağır olsa bile. size hayvanları katledin diyen yok bu arada. bazı gerizekalılar söylediğimi anlamayacaklar çünkü. aptala anlatır gibi anlatıyorum bu yüzden. sadece insan olmanın ve insanlığın derdine düşün. size bu arayışınızda yardımcı olması için bir şarkı armağan edeyim ben de. bol şans. hepinize;

http://www.youtube.com/...play=true;showoptions=false


18 Nisan 2011 Pazartesi

Rüzgarı yüzde hissetmek

bir insanın yaşayabileceği en huzur dolu eylemlerden birisi. hele bir de o rüzgar denizden geliyorsa tadından yenmez. hele bir de o rüzgar bir tren yolculuğunda camını açtığınız kompartımana doluyorsa, siz de yol boyunca akıp giden manzarayı izleyerek mest olursanız betimleyecek bir kelime bulamazsınız.

tüm hayatınız boyunca belki de ilk defa çok güzel bir filmin başrol oyuncusu, tüm hayatınız boyunca belki de ilk kez çok sevdiğiniz bir kitabın en sevdiğiniz karakteri, tüm hayatınız boyunca belki de ilk defa çok sevdiğiniz bir şarkının en sevdiğiniz kısmı olursunuz.

ama bunu da unuttuk. bir rüzgar olduğunu. o rüzgarı en iyi hissetme şeklinin de bir yolculuk esnasında gerçekleşebileceğini. her şeyin sahtesini alıp bağrımıza bastık. her şeyin yalan olanını alıp içimize soktuk. bu yüzden artık ne gerçek anlamda üzülebiliyoruz ne de mutlu olabiliyoruz. tattığımız her duygu, erken boşalmanın olduğu bir mastürbasyon hükmünde. sonrası ise sadece pişmanlık.

yazık bize. çok yazık hem de.

 http://www.youtube.com/watch?v=bjt3cal04_w#start=0:00;end=3:23;autoreplay=true;showoptions=false

Herkesin uyandığı saatte uyumak

herkesin işe gittiği saatte uyumaktan farklı. çünkü artık herkesin işi yok. bu eylem, yaşadığınız küredeki gece-gündüz senkronizasyonunun tam aksi istikamette gerçekleştirildiğinde hayata vardiye takmaktır. ya da hayatın size takması. farketmiyor işte.
mezarlık bekçisi ya da tüm geceyi görevli olarak geçirmemişseniz ve üzerinde yaşadığınız toprak parçasındaki insanların büyük bir çoğunluğunun uyanıp işe gittiği, uyanıp okula gittiği zamanda siz kafanızı yastığa koyup uyuyacaksanız bir terslik olduğunun kanıtıdır bu.

belki özgürlük, belki işsizlik, belki hastalık, belki esaret, belki askerlik, belki delilik... farketmiyor. asla da farketmeyecek. en nihayetinde huzursuzluktur bu. boşa geçen bir gece ve ömürden silinen binlerce göz kırpması, milyonlarca hece.

nafile. birazdan sokakları kaplayacak tüm curcunaya gözleri kapayıp "renkli rüyalar sadece geceleri görülür" diyen o periye inanıp da uykuya geçmek erdemli olan. bir salisede. bayılır gibi. iki taraftan aynı anda kapanan orta çağın şatolarının kapıları gibi.

sonrası, dış dünyanın güneşine inat içteki karanlık. sonrası, dış dünyanın kalabalığına inat içteki yalnızlık ve yalnızlık. sonrası... yok. sadece uyku. mis gibi. içinden zaman geçmeyen. deliksiz.

Tüm kadınlarla sevişip tüm erkeklerle kavga etmek

bir ütopya. en gerçekleşmeyeninden. ne ömür yeter ne de güç. ki bu ütopya karşısında herkes ve her şey engeldir. toplum, din, ananeler, kanunlar, kurallar...
yine de benim, kendime ve insanlığa tahammül edemediğimde yapmayı istediğim ve ölümüne arzuladığım tek şey. tabi ki göt ve libido ister. götü siktirip o yüksek libidoyla keyif almak için değil. göt: güven, özveri ve tecrübe. libido ise bilinen libido işte.

bazı geceler aklıma gelir bu durum. gerçekliği veya olabilirliği bir tarafa, içimdeki nedensiz öfkeyi ve şehveti gidermek için tek çözüm olarak görürüm. peki dünyadaki tüm erkeklerle çıplak elle dövüşüp yeri geldiğinde en masum gencin ağzıyla burnunu yer değiştirsem ve dünyada varolmuş/varolabilecek en şehvetli kadınla sevişsem geçer mi? içimdeki boşluk dolar mı?

sanmam!

kendime tahammül edebilmek için zihnimden geçen bir düşünce sadece bu. zira ne kadınların çoğu sevişmek gibi bir muhteşemliği üleşecek kadar onurlu ne de erkeklerin bir çoğu gerçek bir kavgayı hakedecek kadar asil.

herkes kendi evreninde, herkes kendi dünyasında, ağızlardan akan salyaları boyunlarından silmekle meşgul. herkes kendi cinsiyetini yok saymakla meşgul.
şu yazıyı okuyan erkeklerin her biri mesela: en son ne zaman gerçek bir kavgaya girip de dudaklarının kenarından akan kanı dilleriyle yoklayıp tadına baktılar?
peki ya kadınlar? en son ne zaman gerçek bir sevişme yaşayıp da acı ve zevk eşikleri altında gidip gelerek gözlerini yumup gerçek bir orgazm yaşadılar?

cevap yok. cevaplar yok. hiç olmadı ve hiçbir zaman olmayacak. bizler de kendi cehennemlerimizde geberip gideceğiz. erteleyerek. yok sayarak. korkarak. çekinerek. ve bir gün hayat denen bu sikik sahneden rızamız dışında çekilerek.

yaşam bizim tercihimiz değildi bari ölümümüz bizim tercihimiz olsa be!

o da olmayacak.

çünkü, yok.

ne cesaret ne de tutku.

Öyle Sarhoş Olsam ki

ömrümün tümünü geçtiğim zaman diliminde hayatımı 180 derece değiştiren şarkı. bundan yaklaşık 1 yıl önce 2 günlüğüne gezmek için geldiğim istanbul'da kalıp hem evimi hem de iş yerimi buraya taşıdıysam işte bu şarkı yüzündendir.
hayatımın her anında bir işaret bekleyen ben, içkiye epey bir ara veren yine ben, bu şarkı yüzünden balıklama bir hayata atlayıp debeleniyorum şimdi.

bundan yaklaşık bir yıl önce zorunlu askerlik hizmetini yeni bitirmiş, cebinde de az-çok parası olan bir genç olarak 2 günlüğüne istanbul'a gezmeye-eğlenmeye gelmiştim. hiç unutmam o geceyi ve o gecenin bitiş anına yakın çalan bu şarkıyı.
ben ve dostum trance müziğin en iyi dj'inin canlı performansını izleyip taksim'e geçtiğimizde ayılalım diye bir kahvecinin dışarıdaki masalarına oturmuş kahvelerimizden yudumlar çekerken karşı kaldırımdaki bir sokak çalgıcısı işte bu şarkıyı çalıyordu klarnetiyle. o an dostumla birbirimize bakışımız ve anlattığımız şeylere son verişimiz ömrümün en manalı susuşuydu sanırım.

otele geçip dinlendikten sonra ertesi sabah dostumun eskişehir'e geri dönüşü ve benim o zamanlar yaşadığım-iş yaptığım şehre geri dönmeme mücadelem ise başlı başına bir sıkışmışlıktı.
hep işaretler demiştim oysa. tamı tamına 30 yıl. bir yerlerde olmalı ve ben hayatımı onlara göre şekillendirmeliyim artık demiştim hep. ama yoktular ya da ben göremiyordum.
ertesi gün dostumu haydarpaşa'dan eskişehir'e gönderip kadıköy'e geçtiğimde üzerimdeki para bitmiş ve ben para çekip geri dönmek istemiştim.

ta ki bankamatiğin karşısındaki binadan gelen bu ses ve benim kafamı dikip bakmam. bakmamla birlikte hemen alt katındaki kiralık ofis ilanını görmem. ilandaki numarayı arayıp bir kaç gün sonra da istanbul'a yerleşmem.

işaretti bu. kalma(m) için. yaşama)m) için. işaretti bu. ömrümün ötesinin ol(a)mayacağının. o zamana kadar ertelediğim her şeyin. işaretti bu, dünyada varolan tüm kadınlarla sevişip dünyada varolan tüm erkeklerle kavga etmem için. ya da hiçbiri için. bilmiyorum.

en net hatırladığım şey bu şarkının 12 saat içerisinde iki kez gelip kalbime saplanışı benimse hiçbir yere gidememem. kaçıyor muydum yoksa bir şeylerden? anılardan mesela ya da acılardan? önemsiz. bildiğim tek şey, aradığım ya da hep aradığımı varsaydığım işaretlerin gözüme değil gelip kalbime saplandığıydı.

tanju baba "öyle sarhoş olsam ki" diyordu, ben gülerek ekliyordum; "bir daha uyansam. bin daha. uyanıp da hep yaşasam. ölümsüz olmak için. milyarlarca kez sevişip katrilyonlarca kez öpüşmek için. öyle sarhoş olsam ki geçmesem kendimden. ömrüme serpiştirilmiş tüm işaretleri takip ederek yaşasam. o işaretler sayesinde kendi kaderimi kendim yazarak. yazmakla kalmayıp sahneleyerek."

öyle sarhoş olsam ki diyordu işte o güzel adam, ben ise kocaman gülüyordum. yanaklarım acıyordu belki fakat vitrin camlarından kendime kaçak bakışlar attığımda "yakışıyor be" diyordum. "bu muhteşem şehre muhteşem bir aşkın ve denizin yakıştığı gibi."

http://www.youtube.com/watch?v=tvxjk7e2tng

17 Nisan 2011 Pazar

Seksi bir arakadaşa sahip olmak

inanılmaz tatlı göğüsleri olan dosttan daha beter bir sahiplik. hele bir de her seferinde yanınızdaki diğer tanıdıklar ya da diğer arkadaşlar o insanla ilgili abuk-subuk şeyler söyleyip sizi iyice gererse ve siz de içten içe bu insana yanıksanız işin içinden çıkılmaz. nasıl çıkılsın ki üniversite hayatları boyunca çok iyi arkadaş olup da mezuniyet töreninde birbirlerine evlilik teklifinde bulunup şimdi çoluğu-çocuğu olan ne dostluklar-sırdaşlıklar-arkadaşlıklar gördü la bu gözler. bu yüzden şaşırılmaması lazım yani. gereksiz ve üstü kapalı vücut temasları, böyle efendime söyleyeyim serkeşlikler, nasıl anlatsam, böyle vıcıklıklar bir elektriklenmeye neden olabilir.

neden olmasın? sonuçta yaratılış bile seks üzerine kurulu. cennete-cehenneme inanıp da sonsuz bir hayat arzusuyla yanıp tutuşan kaç kişi gördünüz? milletin derdi huri-nuri. eee, seksi bir arkadaşa sahip olmak da bazen ölmeden cenneti ayağınıza getirme fırsatı.

daha yakından bakın kendisine, sadece arkadaş olmayabilirsiniz.

Sigarayı Bırakmak

dün gece bu saatler kendisini bırakmayı düşünmeme nazire yaparcasına bu gece bu saatlerde yanına şarabı aızk ettiğim eylemsizlik hali. bazen eylemsizlik olabiliyor.

ulan ben hayatımda bir siki bırakamadım ki sigarayı bırakayım. biri birini bırakacaksa eğer bu berbat ilişkide sigara beni bıraksın. aha bak şimdi böyle dedim ya yemin ederim bir yerlerde bir yerlere not alınmıştır bu cümle. 
bu kadar mı yanlış anlayabilir tanrı bir insanı? cevap: evet. bu kadar yanlış anlayabiliyor bazen. şu yaşıma kadar ne dua ettiysem ne temennim olduysa gerizekalıya anlatır gibi anlattım hep. bana şah damarımdan yakın olduğu iddia edilen tanrı'ya gramer hatası yapmadan seslenip o'nunla konuşmak istedim. nasıl garip bir paradoks ve çıkmazdır bu, çıkamadım ben işin içinden.

ha ne diyordum? sigarayı bırakmak. nasıl bırakacaksın ki? ya alacak paran olmayacak ya da içecek ciğerin. ha belki aşık olduğun ve sigaradan nefret eden bir periye olan sevginden ve saygıdan bırakırsın. yoksa diğer türlü tabutumdan sarkacak sol elimde bile yanan bir sigara olacak mezarlığa omuzlarda götürülerken. tüm hayatı başarısızlıkla geçmiş bir insan olarak, tüm hayatı başarısızlıklarla geçmiş insanlar olarak öldükten sonra gömülmek için omuzlara alınıp mezara omuzlarda götürülmemiz nasıl bir ironi, dinlerin nasıl ince bir mizah anlayışına sahip olduğunun kanıtı sanırım.

Kuzen

şarap içmek istediğinizde "son kullanma tarihi geçmiş olmasın bunun" deyip (şarabın yıllanmasını anlatamam bu saatte ona) tirbuşonu eline verdiğinizde ise "bu, açtığın zaman köpürenlerden değildi de mi" diyen cengaver. 
ulan, bilginin ne boktan bir şey olduğunu ıspat ediyor bu adam bana. bırak birileri bilsin bir şeyleri sen ise onların sırtından yaşa gitsin. ne gerke var o kadar hamallığa, nasılsa bildiğini karşıdakinin tepesinden aşağı kusmak için birileri sıraya girmiş.

cebine 3 kuruş para girse gidip de jöle ya da briyantin alıp, cebine 3 kuruş para girdiğinde hemen bir tişört alabilen, "neden gereksiz harcama yapıyorsun" dediğimde ise "bana para verme, ben harcamamış duramıyorum, para bana fazlalık geliyor" diyen bir organizma.

şu koca ömrü siktiriboktan bilgilerle ve hassasiyetlerle çürüttüğüm için allah benim belamı vermesin de kimin belasını versin. belki de vermiş haberim yok. bir de şarap içerken dinlediği bir şarkı var ki o da fena gitmiyormuş gecenin şu saatinde. ya dünyada ilk kez rakı kadehinde şarap içip, şarabı da arabeskle içip kafayı bulmak üzere olduğumdan keyfim gıcır ya da... bilemiyorum açıkçası.

***

"bir ayrılık şarkısı seç,
sessizce çal benim için.
yüreğin ellerimde,
öylece kal benim için.
aynanın karşısına geç,
yüzüne bak benim için.
eğer ki ağlıyorsan,
bu yaşlar bizim için.

***

http://www.youtube.com/...play=true;showoptions=false