28 Şubat 2011 Pazartesi

Çalışmak

çalışan insanları izliyorum aylardır. hayatım boyunca hiç izlemediğim ve gözlemleyemediğim kadar. açıkçası şimdiye kadar izlediğimi varsaydıklarımın da hepsi boşmuş. ki bir zamanlar sabahın köründe işe giden ev arkadaşımın işe gitmeyip de giyinip hazırlandıktan sonra grand tuvalet (ha bu arada izmir'de bir tuvalet ismi bu. türk yaratıcılığının en nadide örneklerinden) yatağına geçip uyuduğunu varsayardım hep. sonrasında onu evde göremeyince kesin bir yerlerde takılıyordur şimdi derdim. ne yapıp ne edip onun bir işte çalışacağı veya çalıştığı ihtimali kesinleşmezdi beynimde. nasıl kesinleşsin ki, ekmek elden su gölden diyen şairin şiirleriyle büyüdüm ben. meğerse yalanmış. ne ekmek elden ne de su göldenmiş. ekmek fırınlardan, su ise iski'denmiş. her ikisi de ancak aparayla elde edilebilirmiş.

izliyorum işte şimdilerde. sabahın köründe oluşan o uğultuyu. karga bokunu yemeden birilerinin parasına para eklemek için yırtınanları. ben de dahilim belki buna. ama en azından şimdilik kendi işimi yapıyorum. ve birisi yok yanımda. benim kazandığım paraya para ekleyip de birisi kendi hayatından vazgeçmiyor. yok olmuyor gram gram. dirhem dirhem.
işte birilerini izliyorum ben. sıcak yataklarından kalkıp da birilerine para kazandırmak için çabalayanları. tüm günü iş yerinde geçirip de dinlemek için toplu taşıma araçlarında en rahat pozisyonu almak için çabalayanları. hepsini.

en basitinden metrobüse bir an önce binip eve varmak için itiş-kakış mücadele veren, saygıyı ve adabı üç salisede unutmalarının tek nedenini para kazanmaya bağlayanları. godaman godoşlar daha çok karı siksin, makyaj yapmaktan derileri çürümüş orospular daha çok genç oğlan eti ısırsın diye götlerini yırtışlarını görüyorum her birinin. içim acıyor. bir bıçak saplanıyor tam kabimin olduğu yere. neden diyorum! neden? hayatta kalmak için mi? faturaları ödeyip yarın kavramıyla mutlu olmak için mi?
çürütülen dirsekler, bedenler, hepsi ama hepsi nasıl bu kadar manasız olabiliyor!

benim olmayacak hiçbir şey değerli olamaz, diyorum bu sorular arasında. sessizce ama. bencillik değil bu. bu sizlerin eseri. kavramların adını değiştirip de milyarlarca asalağa giydiren siz büyük adamların/kadınların eseri bu.
ruhsuzsunuz hepiniz. eskiden köle ticareti için büyük yük gemileri, kaçmanın imkansız olduğu kocaman araçlar kullanırdınız. şimdi ise toplu taşıma araçları. sağlık güvencesiymiş, sigortaymış. emeklilikmiş, hepsinin amına koyim ben. hepsine kananların.

niye peki? neyin telaşı bu? dünyada sadece bir günlüğüne çalışmayı bıraksa herkes. sadece bir günlüğüne hayatları boyunca istedikleri hayatları elde edemeyeceğine inansa birileri, işte o vakit değişmez mi bir şeyler? öyle değişir ki, sike sike değişir.
neden değiştirmiyorsunuz peki? 

ey genç adamlar! o büyük godaman godoşların metreslerinin göz rengini siz ancak rüyalarınızda göreceksiniz. ey genç kadınlar! o yaşlılıktan ve yaşlanmaktan köpek gibi korkan, ruhları da bedenleri gibi çürümüş orospuların seks kölesi genç oğlanların geniş omuzlarını siz fantezilerinizde yaşayacaksınız ancak!
neden o zaman? neden bu kadar telaş, ve bu telaş içerisinde kendinizden kaçışınız, insan olduğunuzu unutuşunuz?

onursuzluk olarak geliyor bana, yeteneklerini sunup da karşılığında para alıp hayatta kalmak. erdemsizlik, ve bir insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülük.

insanlığın performansı; binbir şebeklik yapıp da küçük bir çerez ya da muz kapmak için kıçını yırtan maymunların performansından farksız gelmiyor. bırakın ne olacaksa olsun artık. batmak mı, çıkmak mı, her ne sikimse, her ne olacaksa olsun. birazdan yine metrobüse binip avcılar'a gideceğim. ve iş çıkışı dolayısıyla binlerce insanın ne denli yitik ve kayıp bir hayat yaşadığına birinci dereceden şahit olacağım.
dinlenme zamanı ile çalışma zamanı arasına sevmeyi-sevişmeyi tıka basa dolduran ruhsuzların çırpınışını göreceğim. sırf birileri daha iyi bir hayat yaşasın diye. sırf patronları arabalarının markalarını yükseltsin diye. sırf patronları ısırmak ve dişlemek için daha diri bedenlere para sayesinde kavuşsunlar diye.

işte ben, o koca koca patronların hepsinin amına koyim. yaz günü sürekli çalışıp da ağustos böceğinin aylaklığının derinliğini anlamayan dünyadaki tüm karıncaların da! ırzını siktiğimin kapitalist böcükleri!

22 Şubat 2011 Salı

çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu tamam mı

türkiye'nin özeti olan video. ta ilk çıktığı zamanlar görmüştüm. bu kadar popüler olacağını da umuyordum açıkçası. fakat bu video üzerinden hiçbir çıkarım yapılmayıp öyle havadan-sudan çıkarımlar yapılarak "çok güldük be" yavşaklığı canımı sıkıyor açıkçası. neden mi?

1) bu adam yüzde doksan bir asker. ya da "zorunlu askerlik" görevini yeni bitirmiş ya da askeri iznini kullanıyor. üzerindeki eşofman takımı jandarmaların giydiği eşofmanlardan. daha doğrusu jandarmalara verilen eşofmanlardan. ki favorilerinin kesiminden tut saç kesimine varana kadar "ben askerim" diye bağırıyor. ya da "askerdim bir kaç hafta öncesine kadar."

bu videodan ilk çıkarımım askerlik sendromunun bir insanda ne denli yıkımlara yol açabileceği. ve o yıkımların gelip de saf-masum bir anadolu insanın beyninde nasıl zühur edeceği.

2) din; bu adam kendisine bin yıldır dayatılan dini değerler arasında sıkışıp kalmış. o kadar çok şey duymuş ki dinle ilgili, artık mevzunun ucu kopmuş. dananın kuyruğu bağımsızlığını ilan etmiş. kendince bir şeyler söyleyip en sonunda "peygamberin söylediğini yalan saymakla" sıçıp sıvıyor.

3) demokrasi ve özgürlük; bunları da bir yerlerden duymuş. duymuş ama sadece duymakla kalmış. bir yerlerde bir şeylerin gerçekleştiğini sanıyor. aslında özgürlükçü. ve kimsenin kimseye karışma yok deyip ekliyor; "özgürlüğü bidir."

evet kardeşim. saf ve masum kardeşim, özgürlük birdir. ne bir dinin tekelinde ne bir siyasi partinin hegamonyasında ne de örf ve adetlerin kıskacındadır.

konuşan türkiye'nin özetidir bu adam. çok ciddiyim bu konuda. sadece konuşanların türkiye'sinin bir ferdi. düşünmekten ve hoşgörüden uzak asalakların bir ferdi. samimiyeti ve saflığı kullanılarak beyni ambale edilenlerden. anasından dünyaya geldiği günden itibaren tepesinden aşağı o kadar çok kavram-olgu dökülüp zihnine o kadar çok "izm" enjekte edilmeye çalışılmıış ki sanki videonun en sonundaki "hadi hayırlı işler" sözü bir anlık veda cümlesi değil de bin yıldır bir şeyleri ekran karşısında söyleyemeyen ezik halkın feryadı olmuş.

"hadi hayırlı işler" diyor. çünkü bir şeylerin satıldığını hissediyor. çünkü satıyorsunuz diyor aslında. biriniz dini, bir diğeriniz laikliği. biriniz yasakları diğeriniz ise kişisel hak ve özgürlükleri. birbirinizden çok ayrıymış gibi gözükmeye çalışsanız da aslında o kadar aynısınız ki bu yüzden mananız yok gözümüzde. veya beynimizde.

bu adam biziz. her şeyiyle biz. kafasının karışıklığı ne konuştuğunu bilememesi ve en önemlisi; vazgeçmişliğiyle.


http://www.youtube.com/watch?v=v5LfPucCIwo
hadi hayırlı işler.





18 Şubat 2011 Cuma

Sabah Uykusu

ne güzel bir uykudur. kendisine yatan insan ne güzel bir insandır. günün keşmekeşine başlamak için birbirinin ellerini ısırıp omuzlarına basan insanlara inat kafayı yastığa koyup da kendinden geçmek ne kutsal bir görevdir.
tanrı direkt cennetine almalı sabahları doyana kadar uyuyanları. sadece ramazan ayında uyumak ibadet olmamalı. her zaman ibadet sayılmalı uyku. sabah olanı ise daha farklı bir sevaplandırma işlemine tabi tutulmalı.

uyanıklığın hiçbir türlüsünü sevmedim ben. ne ikili ilişkilerde gerçekleşenini ne de gündelik hayatta üç kuruş çalıp çırpmak için yırtınılan şeklini. hiçbirini sevmedim. ve sevmeyeceğim. ha unutmadan, bencillikleri ve işgüzarlıkları sonuna kadar yırtık olup ruhları da gözleri gibi uyanıklıktan açık olan herkesin amına koyayım!

bana uyuklayanları verin. sabahları kurdukları alarmları kapayıp da işe gitmeyenleri. okullarda dirsek çürütmeyenleri. üç kuruş para kazanmak uğruna özgürlüklerini feda etmeyenleri. bana kendisi olmak için kendilerini harcayanları verin. saplantılı bir aşkın peşinde yok olanları. her türlü rezilliği ellerinin dışıyla itip de uykuya sonsuzluktan düşenleri. ve sabah olduğunda gözlerini ovalayıp da neden doyana kadar uyuyamadığını soranları.

bana bunları verin. her birini yanıma alıp bir imparatorluk kurmak istiyorum. uykunun hakim olduğu, çalışmak denen modern köleliğin olmadığı, ilkel çağlardaki gibi, internet denen deccaldan uzak, gözleri boyayan her türlü bastırılmış kişiliklerin rahatça sergilenebildiği sanallıklardan koparmak için. verin bana bunları. o zaman daha iyi bir yer olmazsa dünya, recmedin beni. taşlayın. giyotinlere gönderin. ellerimi arkadan bağlayıp kurşunlara dizin. ama bir kereliğine deneyin sadece. sabah çalışmak için iş yerine gittiğiniz patronunuz o gün siz çalışmazsanız iflas etmez. ve siz işe gitmezseniz ölmezsiniz. asalaklıktan başka hiçbir şey sunmayan okullar sizler gitmezseniz yerin dibine batmaz. bir kereliğine deneyin bunu. bölmeyin uykularınızı. hele ki sabah olanını. vurun kafanızı yastığa. bir gün kafanızı duvarlara vurmadan.


17 Şubat 2011 Perşembe

Tanrı'nın İnsana İnanması

günümüzde olmayan bir inanç silsilesi. bu gidişle de asla ve asla varolamayacak düşünce sistemi. zira; tanrı'nın zihni bulanmıştır. kendi nurundan varettiği milyarlar, hala ve hala aynı çirkeflik denizi üzerinde sırtüstü uzanıp pisliğin, asaletsizliğin, onursuzluğun ve erdemsizliğin tadını çıkarmaktadır.

tanrı'nın zihninin ve planlarının çok dışına çıktı, insan denen hayvan oğlu hayvanın düşünce ve zihin sistemi. tanrı'nın hayalinin çok ötesine geçti her şey. tanrı bile kendisinin ötesine geçti.
berbat oyunculuk performansı sergileyen milyarları izlerken artık hiçbir şey hissetmiyor. uyuştu zihni. beyni... tüm algıları kapandı tanrı'nın. kalbi felç geçirdi tanrı'nın. şimdilerde yaşadığı bir zihinsel ölüm tanrı'nın.

ilkel çağlardan tutun da günümüze varana kadar inancı tartışmıştır milyarlar. her hangi bir şeye inanmayı. kuşa. böceğe. çiçeğe. tanrı'ya...
her seferinde insandan başlatılmıştır inanmak. oysa bir kereliğine tersten başlatılsa bu program, her şey ortaya çıkabilirdi. tanrı konusunda olduğu gibi.
önemli olanın insanın tanrı'ya inanması değil de önemli olanın tanrı'nın insana inanması olduğu kabul edilseydi çözümlecekti ruhtaki görünmez ipler. görünmez kolların takati kırılıp görünmez prangalar sonsuzluğa gönderilecekti.

tanrı daha manalı olacaktı. ve daha anlamlı. varoluşun sırtına yüklenilecekti her şey. "insan niçin yaşar?" cümlesi manadar olacaktı. işte o vakit insan tanrı'ya inanacaktı. tanrı da insana. hiç kimse samimiyetsiz davranamayacaktı. herkes inandığı uğruna ölecekti. kendi samimiyeti ile çelişmemek için gerekirse tanrı intihar edecekti.
dayayacaktı şakağına 38'lik magnum'u. bir kereliğine pişman olacaktı varlığından. evreni kendi haline bırakacaktı. ama bir kereliğine inansaydı insanlığa. bir kereliğine ümitli olsaydı insanlıktan. bir kere pişman olmayacağını bilseydi, her şeyi bildiği iddia edilen enerji sistemi.

işte o vakit tüm yanıtısız sorular saklandıkları izbelerden geri gelecekti. evren; cevaplar çöplüğü olacaktı. bakteriler saracaktı ortalığı. ve o bakterilerden yeni bir tanrı varolacaktı. kendi küllerinden doğduğu varsayılan simurg gibi. tanrı kendi kendini doğuracaktı.

belki.


Armin Van Buuren

müzik adına varolmuş ve varolabilecek en iyi şey.. 

her hafta "a state of trance" setleri bizi bizden almaktadır.. bu a state of trance setlerindeki şarkıların full listesi ise winamp uyumlu lyric programları ile gösterilmektedir..

son 3 yıldır elde ettiği başarıların tesadüfi olmadığı ise "imagine" albümü ile kesinlik kazanmıştır. her hafta saatlerce müzik yapmak, hem de tüm seti dinletmek beceri ve yetenek isteyen bir iştir.. kendisi ise bu işin altından alnının akıyla çıkmaktadır..

dinlenesi.

"armin only!"


***


hayatımı dolaylı yönden, güzel bir şekilde allak bullak eden adam oldu.. bir anadolu şehrindeki tattoo & piercing stüdyomu istanbul'a taşımama neden olan adam oldu..
ne gariptir ki hayatım ya filmlerle değişiyor, ya kitaplarla ya da şarkılarla.. bu durumdan rahatsız mıyım? asla..
yıllar önce bir lunaparktaki balerinin eteğinde bulup lunaparktan eve geldiğim gibi bir köşeye atıp orada aylarca beklettiğim "kinyas ve kayra" isimli kitabı bir yaz gecesi tek nefeste bitirip de "şimdi ben ne bok yiyeceğim?" diye kendime sorup, üzerimdeki boxer'la sabahın 5 buçuğunda bömböm düşünüp hala hayatımla ilgili net olması gereken bir çok konuda karar veremediğim gibi, bu insanın 16 temmuz'daki istanbul performansından sonra kaldım bu şehirde..

müzikal anlamda neler yaptığını yıllardır takip edip takdir etmeme karşın 16 temmuz 2010 gecesi muhteşem bir performans sergilemesini beklemiyordum açıkçası.. sanki o gece birisi göğüs kafesimi baştan başa yardı da tüm ritmleri içime yerleştirdi.. ben de ana sahnenin önünde, kendisine 15-20 metre uzaklıkta dinledim.. yeri geldi ritm tuttum, yeri geldi sigaramı yakıp votka-redbull'umu kafama diktim..
ne yaparsam yapayım işte o gece büyülenip kaldım.. tamı tamına 2 saat 35 dakika müzik denen kavramın neden bu kadar muhteşem olduğunu tüm bedenimde hissettim.. istediği an istediği duyguyu dinleyicisine yaşatan bu adamı her yönden takdir edip bir kez daha baş tacı yaptım..

16 temmuz 2010 istanbul performansı ile ilgili çektiğim video görüntüleri ve fotoğrafları nete yükleyip de o geceyle ilgili bir entry yazmaya niyetlendiğimde ise digital fotoğraf makinasının hafıza kartının bir şekilde formatının değiştiğini ve içindeki her şeyin silindiğini anladım.. bir an küfrettimse de sonrasında güldüm..
eylül ayı gibi tekrar istanbul'a gelmesi konuşulan bu şahane adamı tekrar bu şehirde dinlemem için havaalanı arızalı olan bir anadolu şehrinden 9 saatlik yolculuk adı altında çile çekmek yerine iş yerimi bir saat önceden kapayıp da gidebileceğim için gülümsedim..

böyle bir adam oldu şimdilerde benim için bu adam.. hayatımı değiştiren adam.. ve kendi kendime düşündüm; "bir insan bir şeyi gerçekten yürekten sevip de onunla ilgili net ve somut olursa tanrı veya evreni yaratan varlık, o kişinin o sevdiği varlık sayesinde mutlu olmasını sağlıyor.. bir şekilde işaretler serpiştirip de hayatını değiştirmesini ya da hayatına yön vermesine neden oluyor..

kendisi bilmese de ve asla bilemeyecek olsa da bir haftada tüm hayatımı avuçlarına alıp sıktı, ve usta bir sihirbaz gibi yeni bir hayat sundu bana.. bu yüzden ekstra sevgi ve takdirimi kazandı..

"armin only!"



***


müziğin ulaşıp ulaşabileceği son nokta..

bu adamın yaptığı müziği dinlemeliydi tarihe yön verdiği varsayılan herkes.. diktatörler, din adamları, filozoflar, şairler, ressamlar, yazarlar, heykeltraşlar, kendini iyiliğin ya da kötülüğün bilinmeyen fakat hissedilen kollarına bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kendini bırakanlar..
acaba o zaman yine dünyayı yerle bir etmek için, hitler, üstün ırk projesini hayata geçirir miydi? acaba, faşizm, yerle yeksan eder miydi koca bir yüz yılı? ortaçağda, cennetten arsa satabilir miydi gözü açık din sansarları? ve birileri de bunu yer miydi?

cahiliye devrinden geçer miydi insanlık? cehalet patikasında kolkola yürür müydü birileri? göç eder miydi onlarca kavim, dünyanın bir ucundan öteki ucuna? suyun kaldırma kuvvetini bulur muydu birisi? bir diğeri ise yerin çekim gücünü? bir diğeri ise başka bir şeyi?
hatta yazı icat edilir miydi? kelimeler, cümleler, isimler dökülür müydü bir yerlerden başka bir yere? ihtiyaç duyar mıydı insanlık, insani ihtiyaçlara? sabahları, gidilecek işleri olanlar, giderler miydi işlerine? sabahları, gidilecek okulları olanlar, giderler miydi okullarına?

insanlık kötülük adı altında gerçekleşen her şeyi ama her şeyi gerçekleştirir miydi acaba?

sanmıyorum..

cevabım bu kadar net.. bu insanın yapmış olduğu müziği dinlediğim an dış dünyayla kopan bağım şahidim olsun ki hiçbiri ama hiçbiri gerçekleşmezdi.. insanlık, iyilik ve güzellik anlamında ulaşıp ulaşabileceği en yüksek noktaya varıp, oradan seyrederdi her şeyi..
tadına varırdı her şeyin.. tadına varıp da insan olmanın onuruna ve erdemine yaraşır şekilde taçlandırırdı kendisini.. "armin van buuren" eserlerini dinleyerek.. eline aldığı başka bir müzisyenin şarksını bile orjinalinden katbekat güzel ve dinlenesi yapan bu adamla mest olurlardı..


"armin only!"


***

yine yaptı yapacağını.. ve üstüste 4. kez dünyanın en iyi dj'i seçildi.. ne denilebilir ki? hiç. muhteşem bir müzik kabiliyeti, mükemmel bir müzik kulağı.. bu adamın yaşadığı kafayı yaşamak için bedenimdeki uzuvların yarısından feragat edebilirim..

http://www.djmag.com/top100

aha bu da ödülünün linki.. kendisi twitter'da paylaştı az önce..

http://twitpic.com/31g120

bu da teşekkür konuşması.. lan cennetle müjdelensem bu kadar sevinmem yemin ederim.. bu adamı eşsiz kılan işte bu;

http://www.youtube.com/watch?v=8hthllqyiry

***

işte dj mag ödül töreni performansından kolajlar.. görüntü donsa bilse ses donmuyor;

part1) http://www.youtube.com/watch?v=au0dywwvudq

part3) http://www.youtube.com/...pam0rqlbngk&feature=related

part4) http://www.youtube.com/...ampjnjoyrve&feature=related

***

bu da kendisinin nasıl bir müzisyen olduğunu bilmeyenler için gelsin.. eski çalışmalarından; "the sound of goodbye.."

http://www.youtube.com/watch?v=lmaludvrca4

***

bu da evrensel anlamda armin hayranlığının ne boyuta ulaştığının kanıtı;

http://twitpic.com/3044q4

"armin only!"


***

ne zaman kendisini dinlesem beni bir başka aleme götüren adam. ve ben ne zaman gerçek anlamda bir şeyler yazmak-okumak istesem bu adamın setleri eşliğinde bu eylemleri gerçekleştiriyorum. kulaklıkları kulaklarıma geçirip, dış dünyayla tüm bağımı kesip, koşar adım yazıp, soluk soluğa okuyorum.
ve şaşırıyorum. gerçek bir şaşkınlık ama bu. bu insandan bihaber milyarlarca insan geliyor aklıma. bu insanı bir defalığına dahi olsa dinlemeden ölüp gitmiş müzik kulağı güzel adamlar. müzik zevki üst seviyelerde gezen kadınlar.

veya dinleyemeyecek olanlar. hastalar mesela. ölümcül bir hastalığın pençesinde mücadele verenler. sağırlar mesela. tek bir sese hasret doğup o hasretlikle ölecek olanlar. çocuklar, yaşlılar, inandıkları ya da inandıklarını varsaydıkları şeyler yüzünden burun kıvıranlar. müzik zevki "ben her şeyi dinlerim"den öteye gidemeyenler aklıma gelir. sırf müzik denen olguda illa söz gerekli diye kendini kasanlar ve üç kuruşa satanlar gelir aklıma. hepsi için üzülürüm. benim üzüntülerim gerçektir. benim mutluluğum gerçektir. yalanım bile gerçektir benim. ben her şeyin gerçeğini yaşadığımdan, ya da yaşadığımı varsaydığımdan bu adam bir başka gelir bana. bu adamın yapmış olduğu müzik bir başka gelir.

anlatamam ama. ben ki yeni tanıştığı bir insana istediği an yüz binlerce uydurma hikaye anlatıp milyarlarca yalan söyleyebilecek kapasitede olan ben, anlatamam işte. sadece bu adamın yapmış olduğu müziği o kişinin beğenisine sunup geri çekilirim. bir çoğu beğenmez. nadirdir kendisine yeni hayranlar eklediğim. ki ne beklenir benden! ama sevdirdiklerim, bağımlısı ettiklerim vazgeçemezler. trance müziğin o eşssiz sonsuzluğu ve dinginliği istediklerini sunar onlara. "alın" der. "onlarca yıldır devam eden müzikal arayışınızın son durağı burasıydı. ötesi yok. ne geçmişte denediğiniz, sizi ifade ettiğini varsaydığınız bir çok müzik çeşidi ne de gelecekte varolabilecekler, hiçbiri ama hiçbiri dindiremeyecek işitsel açlığınızı. alın, ve dinleyin."

geri çekilirim. kulaklarıma kulakları geçirip, sırtımı bir koltuğa ya da kanepeye yaslayıp, son sürat yazarım. sanki ben can havlindeymişim, birazdan son nefesimi verecekmişim ve azrail benden son cümlelerimi bekliyormuş gibi. beyaz sayfalara, gri ekranlara, büyük harflerle içimdeki son iki cümleyi dökerim;

"ey insanlık, bu adamı dinleyin! ve dinletin!"



"armin only!"

14 Şubat 2011 Pazartesi

Saat

yok oluşu hatırlatır bana hep.. kısır bir döngüyü.. bu yüzden de saat takmadım hiç.. ne ilk ergenlik dönemlerimde, ne üniversite okuduğum yıllarda, ne de askerdeyken.. solak olduğumdan, hiçbir zaman takmadım sağ kolumun bileğine..
kalp atışlarımı dinledim hep kendimce.. nefesimle ölçtüm zamanı.. hapsedemedim bileğime.. esir edemedim kendime.. bu yüzden bıraktım.. hayata nöbet takmak gibi mülteci bir ilticam olduğundan değil, bana yok oluşu anımsattığı için her hangi bir markasının hiçbir manası olmadı.. ne bir eşyaydı saat, ne de şık bir italyan takımı tamamlayan aksesuar..

koca bir kadrandım ben, hayat denen taşaklı duvar saatinin.. hep geleğe düşüyordum.. aklım, zihnim ve kalbim geçmişteyken.. aynı anda iki ters yöne gitmeye çalışıp kendi içine gömülen her hangi bir nesneydim.. bu yüzden manasız oldu, "saat kaç?" diye soran her hangi birisine kafamdan söylediğim saat.. ve onun dilimi.. ki dilimlemedim ben zamanı.. ben sadece ısıttım onu.. sıvılaştırıp da içtim.. sakallarımda üç-beş beyaz tüy yakaladığım sabah yok ettim her birini.. 

güzel şehirlerin büyük meydanlarındakilerden iğrendim.. ölüm için acele eden gençlerin hayatı sindiremeyişinin acısını iliklerimde dolaştırıp da bir saat kulesinin dibine kustum.. gün ağarıp, başım ağrırken..

bıraktım her şeyi.. yelkovan akrebe tur bindirirken.. ya da akrep yelkovana.. ne farkeder? hiç.. nasılsa hepsinin sonu emektar bir saatçinin tozlu tezgahında hurdaya çıkmak değil mi? o hurdacıdan da zamanın hiçbir anlam ifade etmediği bir eskiciye..
bu yüzden saati çıkardım hayatımdan.. güneşin bulunduğu noktadan hareketle bilmeye çalıştım, günün hangi anında olabileceğimi.. ki tek bir anım vardı benim; mutlu olmak.. aşık olmak..

buradan başlattım her şeyi.. bu yüzden de ara geçiş formlarına uğramadan hantallaşan bedenim manasızlığın manasını buldu kösteklerde.. ya da kösteklilerde.. köstek olurken herkes ve her şey biribirine.. ben, saatin kendisi oldum.. ve hep geleceğe düştüm.. ruhum, bedenim ve kalbim geçmişteyken..

9 Şubat 2011 Çarşamba

Yaş 30

tehlikeli bir yaş.. hem de ne tehlike.. katil olmakla çok büyük bir adam olmak arasındaki şey de ince bir çizgi değil.. zira o çizgiyi elime alıp da geziyorum ben.. 
otuzumdan kaç gün aldığımı bilmiyorum.. sanki çok büyük hayaller kurup da her birinin altında kalmış gibiyim.. sanki tüm dünya yıkılmış da ben altında can vermişim gibi.. neden böyle oluyor, bunu da bilmiyorum..

daha geçen gece muhabbetin en güzel anında, yanımdaki bir arkadaşıma dediğim şuydu, "bir gün öleceğiz, ve bedenlerimiz çürüyecek.."

oysa ne gerek öyle bir anda böyle bir cümleye? bilmiyorum.. zihnimden atamadığım tek düşünce ölüm sanırım.. bu yüzden bu kadar çok ısırıp, dişlerimi geçirmek istiyorum hayatın yumuşak etlerine.. ölmeden, ölmenin telaşındayım sanki.. ölmeden ruhumu öldürmenin.. belki de çok önceden ölmüşümdür.. bundan da haberim yok açıkçası.. son 1 yıldır özellikle, iç organlarım ve ruhum alınmış gibi.. birilerinin asla cesaret edemediği, edemeyeceği bir çok şeye ben gözlerim kapalı atlıyorum.. bunun nedeni ne, onu da bilmiyorum.. cesaret desen değil, zira cesaret; çok yoğun bir duygudan gelir.. bende yok o duygu.. benimkisi uyuşmuşluk sadece.. hissettiğim sadece bu.. el parmaklarımdan başlayıp, tüm vücudumu dolandıktan sonra ayak parmaklarımda hissettiğim uyuşukluk.. bu duyguyu iyi bilirim işte.. askerde, gece 1-5 nöbetlerinde hissettiğim duyguyla aynı.. oradayken soğuktan dolayı uyuşurdu bedenim, ruhum.. peki ya burada, bir ağustos gecesi? neden uyuşur? hava cehennem gibi.. nem cehennem gibi.. istanbul, tüm asaleti ve şıklığıyla bir nefes ötemde.. neden uyuşur ruhum? neden uyuşuyor?

yoksa böyle mi ölünüyor? yavaş yavaş? sindire sindire.. eğer ki böyleyse, son nefesimde canım yanmaz benim.. tam tersi sonsuz bir uyanışla ve huzurla dolar ruhum.. böyle mi acaba ölmek? bilmiyorum.. tüm sorularım, tüm bildiklerim, tüm hissettiklerim gelip ölümün ön kapısına dayanıyor.. ve ne oradan içeri girebiliyor, ne de geri dönebiliyor.. ben ise orada bekliyorum işte.. ruhum ve bedenim uyuşuk bir şekilde..
bedenimin atletikliğine rağmen ruhum bir yatalak.. bu zamana kadar yaşadığım ve hissettiğim her şey için hissettiğim tek duygu ise sadece kayıtsızlık.. hiçbir şey hiçbir mana ifade etmiyor.. her yeni insan yeni bir hayal kırıklığı.. kendimi dev aynalarında gördüğümden değil yahu, hissedebildiğimden.. bir zamanlar hissettiğimden böyle konuşuyorum..

zira siz benimle büyümediniz.. siz benimle hissedip, benimle sarhoş olmadınız.. 30 yıl ben hamallığını yaptım bu bedenin.. 30 yıl tüm rezilliklerini ben kamufle ettim bu ruhun.. ötesi yok ama.. insanın kırılma noktası bu yaşı işte.. benim hakkımda, "32'ine kadar cinnet geçirip binlerce insanı öldürdükten sonra intihar etmezsen bir şeyler olacaksın" diyen o müthiş adam yanılmıyor sanırım.. son 2 yılındayım hayatın.. ne ötesi var ne de berisi.. son 2 yıl işte.. öncesindseki 30 yıl umrumda değil.. berisindeki azami 30 yıl da umrumda değil.. yeni doğmuş bir bebek gibi iki yıl ömür biçiyorum kendime.. ölçüsünü almadan biçiyorum ama.. 

tanrı'nın beddua ettiği ebu leheb benim sanki.. neye elimi uzatsam hem elimi uzattıklarım hem de ellerim kuruyor.. demek ki böyle bir şeymiş büyümek.. uyuşmakmış büyümek.. uyuşmak.. ötesi değil.. 30 yaş ise bu uyuşukluğun tavan yapıp, o tavandan taşıp, gökyüzüne ulaşmasıymış.. keşke böyle olmasaydı ama.. bedenimin enerjikliği ile doğru orantılı olarak ruhum da enerjik olsaydı.. dost sohbetlerinde, gündüzleri attığım kahkahalar gerçek olsaydı keşke.. ama değil.. kendimi biliyorum çünkü.. geceye dönük yüzüm.. gecenin karanlığına.. yalnızlığına.. ve sessizliğine.. sırf bu yüzden önemi yok artık hiçbir şeyin.. geç kalınmışlık da manasız, erken varışlar da.. ölümden ötede ne bir cennet var, ne de yaşamdan beride bir ruh alemi.. hepsi yerle yeksan.. hepsi üfürük.. insan zihni ve bilinci her şey.. 30 yaş ise bu bilincin tamamen açılıp asla ve asla kapanmayacak derecede içeriye rüzgar dolmasına olanak sağlayan çift kanatlı demir kapısı.. hani şu ortaçağ kiliselerinin demir kapıları var ya, işte onlardan.. gücün yeterse kapat.. gücünüz yeterse kapatın.. yerimden kıpırdayacak halim yok benim..


Ekmek İçin Kavga Etmek



bakkaldan ya da marketten ekmek alırken sırayı bozan bir salakla kavga etmekten bahsetmiyorum. alnının terini silmeden evine ekmek götürmeye çalışan insanın acizlik ve yoksunluk çekerek her şeye içerleyişi ve bu içerleyişle birlikte enayi yerine koyulması sonrası tutuştuğu kavgadan bahsediyorum.

vakti zamanında bir barda barmenlik yaptım naçizane. o zamanlar öğrenciydim. daha ne mcdonalds'ta çalışmıştım ne bir kahvehanede ne de siktiriboktan başka bir yerde.
ki bazen işten ziyade iş yeri ilgisini çeker çalışanın. benim de ilgimi çekenin bu bar olması gibi. okuldan boşluk bulduğum her an koşup gidiyorum işe. patron fena bir adam değil. eski bir futbolcu. adını falan hatırlamıyorum şimdi. 3'üncü lig takımlarında top sektirirken bir gün onu sektirmişler o da sakatlanıp erken jübile yapmış. sektirmeyi bırakmamış ama. top yerine masum ve genç çocukları-kızları koymuş.

çalışıyorum işte orada. rezilliğin biri bin para. her tip adam/kadın var. sadece kadınların değil erkeklerin bile tacizine uğruyorsun. ama mevzu derin. durum civcivli. ekmek paran yok. aileyle aranda papaz değil papa 2. jean paul var. ne onlar senden ümitli ne de sen onlardan.
uykusuz kalıyorsun çalıştıkça. sabahın köründe eve gelip yatıyorsun, bir kaç saat sonra okul. okuldan sonra tekrar iş. işten sonra tekrar...

birazcık para birikti içeride. birikti de nasıl istenir, ne yapılır hiçbir bilgim yok. bir gün aşırı ihtiyacım var. gittim patronun ofisine. para yok dedi. dedi ama, aslında para bok.
lügatındaki harfler yer değiştirmiş itin. eğdim başımı çıktım. baktım, bu işte para yok. olmayacak da. geri döndüm bir anlık gafletle. direttim. diretmeme engel olan ise sağ taraftan yediğim yumruk oldu. bir hamleyle ben de soldan bir tane çıkardım, diğer yumruk alnıma geldi.
düştüm yere. tekmeleri sayıyorum. ellerimle yüzümü gizliyorum. üçüncü sınıf amerikan filmlerinden aklımda kalan küçük bir bilgi. onlar vurmaktan yorulunca altı bacak saydım yerdeki bedenimden uzaklaşan.

geldi zaman, gitti zaman. ben başka işlere girdim. içimde bir yara bu olay. kendime ait kitabevi açtım, mcdonalds'ta çalıştım. onu yaptım bunu yaptım. bir gece küt diye bir sesle uyandım. tüm ışıklar gitti mahallenin. balkondan bir baktım, adamın biri toslamış dört yolun ortasındaki eletrik direğine. koca beton direk düşmüş arabanın üstüne. iarabanın içinde bir feryat, bir figan. hemen koştum aşağıya. polisi aradım. kendimce adamı içeriden çıkarırken cep telefonumun ışığını yaktım.

bir baktım o. bana para yok diyen eski topçu bozması. top sektirmekten azad olup ruh sektiren it. geri çekildim. bıraktım elini-kolunu. bir yanda vicdanım, diğer yanda içimdeki kötülük. filmlerde olur ancak. benim hayatımın film olmadığını kim iddia edebilir ki amına koyim.
etrafımızı kalabalık sardı. öyle bir bakışıyoruz ki, okumayı-yazmayı unuttuk. polis geldi sonra. ambulans. şusu busu...

çekildim geri. kaldırıma geçip bir sigara yaktım. beynim uğulduyor. o it ise bindirilmiş ambulansa. böyle olmamalı diyorum. gidip ambulanstan indirip tekmelemeliyim yüzünü. bir yandan da hayır diyorum, ambulansa binip elini tutmalıyım. hatta hastaneye gidip, kan lazımsa, kan grubumuz uyuyorsa kan vermeliyim.

hiçbir şey yapamadım. hiçbir şey! titreyen bedenimi odama ev arkadaşım taşıdı. anlatmadım da hiç. ne adaletin her hangi bir türü umrumda oldu ne de başka bir şey.
kavga geldi aklıma.

kavgam!

hitler değilim ben. ırklardan ve ırkçılıktan nefret ederim. insan insandır. ırkı, dini ve dili sonradan uydurma. kavga ne kadar gerçekse insan da o kadar gerçektir. ekmek ne kadar sıcaksa kavga esnasında akan kan da o kadar sıcaktır.
sonra dönüp hayatıma baktım. o gün yediğim meydan dayadığına. kuru ekmekle kuyruğumu ksıtırıp evde oturuşuma. ve diğer insanlara.

fakirliği ve yoksulluğu, hatta en önemlisi yoksunluğu kaderi belleyen budalalara.
zenginlerin vitrinlerini aşağı indirmeyip de ellerinde olana şükredenlere.
şükür gerekmez bazen.
senin olmayan hiçbir şey değerli olmaz bazen.

"dünyada benim olmayacak tüm arabaların amına koyayım" dedim sessizce.
"dünyada benim olmayacak tüm evlerin kapı kilidini sikeyim ben.
dünyada benim olmayacak tüm işlerin yazar kasalarına attırayım."

neye yarar tüm bunlar lan!
açlık her yerde. sefalet, yoksulluk, bir şeyleri kadercilik bellemek.

koca ülke 3-5 bin kişinin sülalesini doyurmak için yırtınıyor. neye yarar lan! kimin umrunda öteki taraf! ben hepsini bu tarafta istiyorum. cezayı da, ödülü de, barışı, kavgayı da.
ekmeğimi bu tarafta istiyorum ben. birilerinin ensemde salyaları kurumadan. zira artık alnının terini silmiyor çalışan. ensesindeki godaman godoşların salyalarını siliyor.

maden ocaklarında ölen işçilerin o ocaklarda ölmesi kaderiyse eğer, lüks villalarda yaşamak da sizlerin kaderi ha! tanrıyı aptal sananlara inat o insanların kömür çıkardıkları demirlerle birilerinin villalarını basmasını istiyorum ben. ekmek için, ekmekleri için kavga etmesini!" dedim. içimden.
"ofislerde çürüyen koca koca kadınların, koca koca adamların giden gençliklerinin hesabını önce kendilerine, sonra da başkalarından sormasını istiyorum.

kpss denen zırvalığı çıkaranları alıp sonra da o sınav yüzünden yitip giden umutların bir şekilde neden yitip gittiğinin gerçekten hesabının sorulmasını istiyorum.

bu dertler benim değil. ben sokaktan geldim çünkü. en dipten. çürütecek bir ruhum kalmadı artık. sizler için istiyorum bunu. sizlerin istemesi için. benim ötem yok.
şimdi şu saatte bile ekmeğime el uzatanla ölene kadar dövüşebilirim.

ya siz peki? sabah uyanıp da işe gidecek olanlar? bir kaç hafta sonra okullara koşacak olanlar? koca hayatlarından kocaman bir sıfır elde edenler?

yırtın atın artık göz kapaklarınızdaki soyut misinaları. ve kendinize gelin. kavga güzeldir. kavga erdemdir. hele ki bu ekmek için veriliyorsa, onurdur."

8 Şubat 2011 Salı

Sunay Akın

filistinli küçük çocuklar misket bombalarını oyuncak sanıp evlerine götürdüğünde, götürüp de o bombalar patladığında, o bombalar patlayıp da küçük bedenleri küf kokan duvarlara yapıştığında istanbul'un göbeğinde çocuk kavramı ve çocuksu ruh üzerinden para kazanan tacir.

aklımdan çıkmaz hiç, filistinli küçük çocukların ölüm haberleri. ve sunay akın'ın ekranda o çocuklardan hiç bahsetmeyip de oyuncaklarını sergilemesi. her oyuncakla ilgili bir hikaye anlatması.

siyaseti sevmem ben. insan denen canlının ırklara ve dinlere ayrılmasını sevmem. özünde ve sözünde ne kadar aptal olabileceğini biliyorum insan denen canlının. ama ne bileyim, içim acıdı o zaman. bir şey beklerdim kendisinden. her şeyden arınıp da o çocuklar için iki dize şiir. veya küçük bir matem havası. o çocukların hangi ülkenin vatandaşı olduğu da önemli değil. sadece içtenlik bekledim. olmadı. olmayacak da. fakat bilsin kendisi. bir gün hesap soracak her biri. bir gün vicdanın yakana yapışacak sunay akın. bir gün sen de küçük yaşta fuhuşa sürüklenen filipinli kız çocuklarının acısını ve çaresizliğini hissedeceksin içinde. işte o vakit bir şeyler yerini bulacak. ne oyuncakların ne de onlar üzerinden kazandığın para. veya sosyal saygınlığın. hiçbiri susturamayacak vicdanının sesini. o küçük çocukların hepsinin çığlıkları gelip kulak zarlarına saplanacak tek tek. mermi gibi. ucu sivri bir buz kütlesi gibi. beynin çatlayacak o vakit. belki de yok olmak isteyeceksin. ama olmayacak. o kadar kolay değil çünkü. 

sen kendi oyuncak sarayında mutlu-mesut yaşarken dünyanın binbir yerinde misket bombalarını oyuncak niyetine evine götüren çocukların hayaletleri talan edecek uykularını. ve hiçbiri sana hakkını helal etmeyecek. benim etmediğim gibi.


3 Şubat 2011 Perşembe

Yan Komşunun Başarılı Çocuğu

dursun.

bu başlığı sözlükte kenar butonuna eklerken not olarak "dursun" demişim. gel ki kenar butonuna kaydettiğim her başlığa "dursun", uktelere de "dolsun" deyip kenara çıkıyorum ama bu iş başka. bu iş civcivli. bu iş çetrefilli.

ulan arkadaş vakti zamanında kendi işimize-gücümüze bakıp yaz aylarında çalışıyoruz. karga denen güzel mahlukat kendi dışkısından oluşan kahvaltısını yapmadan biz uyanıp işe koyuluyoruz. o zamanlar bir abim var, gel ki hala var da bu aralar varlığını pek hissedemiyoruz. neyse işte, abimle aynı odada uyuyoruz. her sabah annem gelip ikimizi aynı anda uyandırıyor. abimin öğrencilik hayatı; karnelerindeki iddaa kuponu rakamları olan 1 ve 2'lerden dolayı hüsranla sonuçlanıp, "okumak istiyor musun?" sorusuna da "hayır" cevabını verdikten sonra sanayide çıraklıkla taçlandırılmış bir hayat.

ha bir de okumayan çocuğu, daha doğrusu yıl sonunda karnesinde kırık not olan çocuğu sanayiyle tehdit etme mevzusu var ki o da başlı başına bir curcuna. hep merak etmişimdir ama erkek çocukları sanayiye çırak olarak vermekle tehdit eden anne-babalar kız çocuklarını acaba neyle tehdit ediyorlar? ya da ediyorlardı? 

şu ülkede eğer otomotiv sektörü gelişmemiş, patenti bize ait ilk ve tek araba anadol ise bunda hepimizin suçu vardır. başta karnesi kötü notlarla dolu öğrencilerin, sonra ebeveynlerin, en nihayetinde ise eğitim sisteminin.

neyse işte, biz uyanıyoruz her sabah. uyanıyoruz da bizden önce uyanan başka birileri de var. o birileri de yan komşumuz. 2 kızı ve 1 oğlu olan bir aile. anne ev hanımı, baba emekli. kızlar ne işle meşguldürler, bilinmez. gel ki oğlan da ne işle meşgul bilinmiyor ama neyse. her sabah erkenden uyanıyor işte. ve onun uyanması bize dert. itin hem karnesi çok iyi hem de gönüllü olarak pazarlarda çalışıyor. su satıyor. oradan alıp başka bir yere veriyor. genco da artık nasıl bir özgüven oluşmuşsa, ben bazı geceler altıma kaçırıp sabahın köründe sidikli donumu güneş vuran bir duvar dibinde kuruturken o limon sürülü saçlarla abi modunda işe gidiyor.

bu anneme batıyor tabii. hem de ne batmak. her yemek ağu bize. her televizyon izlemek ceza. bisikletim balkon demirine zincirlenip üzeri bezlerle örtülmüş. o zamanlar yine bir dünya kupası var. maç başlıyor televizyon dinlensin diye annem kapatıyor. neymiş, komşunun oğlu izlemiyormuş.
buyur buradan yak. herif gelip hayatımızın rol modeli oldu, çıktı. biz desek ki anneye allah bir, o diyecek ki komşunun oğlu bir buçuk dedi. ulan manyak karı, bursa iskender mi bu!

kurduk düzeneği abimle. yaptık planı. bir sabah işe giderken enseledik bu iti. bir ben vuruyorum, bir abim. çocuk anlamıyor neden dövüldüğünü. sahi en boktan dayak yemek de budur ha. feleğin şaşar ama bir bok anlamazsın. dayaktan değil be. niye yediğinden.
biz bunu az bir şey hamur kıvamına getirdik, ben, "abi, dişi kanıyor" dedim. bıraktık. çocuğu dövmüş olmamızın tek kriteri ise vücudundan kan çıkması. 

daha da uyanıp erkenden iş muhabbetiyle gitmedi evden. o yıl da sınıf tekrarına kaldı it. biz de osuruk yarıştıra yarıştıra abiyle dünya kupasını izleyip anneme çıkıştık. o yıl dünya kupasını brezilya aldı.

-senin dursun fos çıktı. nolcak bu iş? sınıfta kalmış. artık su da satmıyor. sabahları da uyanmıyor nedense. ha?
+sıçtığım boksunuz siz.


1 Şubat 2011 Salı

Metrobüste Kağıt Mendil Satan Çocuk

kocaman umudunu 1 dakikaya sığdırabilen çocuk. zırt-pırt metrobüs değiştirdiği için daha 10 yaşında beyni paçavraya dönen sabi.

günlerdir hayatım boyunca gitmediğim yolu kadıköy-avcılar arasında metrobüsle gidiyorum. bir oraya bir buraya. hep bir koşuşturmaca. dün de yine böyle bir koşuşturmacanın arasında bindik metrobüse. binmeden önce verilen mücadeleyi ise her istanbul'lu az çok bilir. istanbul'lu olmayıp da yolu istanbul'a düşüp ulaşım için en azından bir kereliğine metrobüse binenler de bilir.
işte o curcuna öncesinde ters istikamete bakan koltuğa oturduk sevdicekle. karşımızda ise bir hanım ablamız, hemen yan tarafında ise elinde simidi ve pet şişesiyle zihnisel ve bedensel engelli başka bir sabi. çocuk ses çıkardıkça annesinin ona bakıp iç geçirişi. ve içerideki insanlara mahçup olmamak için verdiği mücadele.

ha bu arada hiç sevmem ters istikamete bakan koltuklara oturup da yolculuk etmeyi. hep ileri dönük bir hayat yaşadığımdan değil. ne bileyim işte, canım sıkılır. ruhum bunalır. dünde böyleydi işte. o engelli çocuk ve annesi, onlarla yüzyüze olmamız, ve bir gece öncesinde avcılardan kadıköy'e giderken gecenin bir yarısı hemen yanıma oturan ve cebinden pet şişe çıkararak tineri beze dökerek ciğerlerine çeken, bedenini sikip atmaya yeminli başka bir genç. üzerindeki çakma adidas galatasaray poları ve boynundaki siyah-beyaz puşi.

işte böyle bir ruh halindeyken bana doğru uzatılan bir kağıt mendil. ve o mendili tutan küçük bir el. ve elin sahibi siyah iki göz. ve gözlerin monte edildiği kirli bir yüz.
ben hiç sevmem küçük yaşta çalıştırılan çocukların tek suçlusu olarak o çocukların ailelerini gören beyaz türkleri. ben hiç sevmem tiner çeken bir gence iğrenerek bakanları. ben hiç sevmem insanın yaşantısından dolayı aşağılanmaya çalışılıp da yerilmesini.

insan denen canlı hiçbir şey yapmadığı halde mide bulandırmak için yeterliyken bir de dünya ve ahiret görüşünü duyduğumda iyice kusasım gelir kafasından aşağı.
işte o çocuk dikildi durdu karşımda. bir dakikaya sığdırması gereken kocaman hayatı vardı. kendi geliştirdiği taktikle bir sonraki durakta inip diğer yönden gelen metrobüse binecek, oradaki yolculara da mendili uzatıp "hayır"larla geri dönecek, tekrar inecekti. sonra bir başka metrobüse. hayatı iki, bilemedin üç durak arasına sıkışıp kalacaktı. kalmıştı da. akranları top oynayıp hayatın amına koyarken o kendini beğenmiş, kendisine iğrenerek bakan, tüm suçu o çocuğun ailesinde ya da devlette bulan insanlardan medet umacaktı. umuyordu da. ummuştu da.

ne oldu ama? hiç. yıkım. inilip binilen metrobüsler. gidilip de aynı yerde sekilen küçücük bir hayat. basit hayaller. ama anlayabiliyordum onu o an. insanlara karşı hissettiği öfkeyi ciğerlerime çekiyordum ben. anlayabiliyordum onu. hiç kağıt mendil satmamıştım hayatımda. ama ben de satmıştım bir şeyleri. ruhumu en azından. siktiri boktan işlerde. hatta hibe etmiştim. bu yüzden "anlıyorum seni çocuk" diye son ses bağırabilirdim. "anam avradım olsun ki seni anlıyorum!!!"
hatta bağırıyordum küçük elini geri çevirirken. ama duyan olmuyordu.

insanlar evlerinden işlerine gidiyordu, ya da işlerinden evlerine. fakirlikten yakınan asalak sürüleri son model arabalara binip, ucu gökyüzünü zorlayan evlerde oturuyorlardı. adaletsizlikten dem vurup namus kumkuması kesilen yalaklar ve asalaklar soysuz bir hayat yaşayıp da onurdan bahsediyorlardı.
küçük bir çocuğun nazarında insanlığı sehpaya çıkarıyordum ben de. ve ayaklarının altındaki sandaleye var gücümle bir tekme atıp can çekişmesini izliyordum.

cehaletten ve erdemsizlikten başka hiçbir övünç kaynağı olmayan toplum, kendi çeşitliliğinden ve renkliliğinden utanan nesil, nasıl anlayabilirdi ki çatlak ellere hapsedilmiş hayalleri? nasıl anlayabilirdi sahiden? iki durak arasında yok olan kocaman bir yüreği? bilemedin üç durak. hadi dört olsun.

nasıl anlayabilirsiniz?

suçlu hepimiziz. suçlu hepinizsiniz. gökyüzünü zorlayan evlerinizde oturan sizler. son model arabalara binip de benzin fiyatlarından şikayetçi olan sizler! yemek masasında 3 çeşit yemekten aşağı seçenek olmadığında burun kıvıran sizler. ya da bizler. suçlu hepinizsiniz. suçlu hepimiziz. ne ettiğiniz ibadetler ne yaptığınız yardımlar-hayırlar... hiçbiri ama hiçbiri işe yaramayacak. size yemin ediyorum, ne bu dünyada, huzur denen kavram varolacak sizler için. ne de varsa eğer diğer tarafta. sizler huzursuzluğun ve mutsuzluğun lanetiyle yaşayacaksınız. bizler, huzursuzluğun ve mutsuzluğun lanetiyle yaşayacağız.

metrobüslerde gece yarıları tiner çekip de sadece kendinden geçmek için çabalayan gençler ve kağıt mendil satmak zorunda olan çocuklar olduğu sürece. vurdumduymazlığınız ve erdemsizliğiniz lanetiniz olacak. ya da lanetimiz. ne farkeder?

kocaman bir "hiç!"