22 Mayıs 2011 Pazar

Hep aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç beklemek

aynı şeyi tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek değil bu. hep aynı şeyi yapıp farklı bir sonuç beklemek. bir nevi bilinçli körlük çekmek, bir nevi bilinçli bir hissizlik yaşamak.

yıllar yıllar önce liseye giderken elektriğin icadı ile ilgili bir anektod geldi aklıma bu akşamüstü. tüm günü dövme yapmakla geçirip, sabah kahvaltısını bile öğleden sonra 5 gibi yaptığımda.
sanırım şu tarz bir şey yazıyordu o kitapta. başka bir yerde de okumuş olabilirim bunu. yanlış bilgi verirsem idare ediverin işte. neyiniz eksilir amına koyayım.

"elektriği icat eden abi elektriği her icat edemeyişinde kendi kendine söylermiş; elektriği icat edemememin bir yolunu daha buldum."

o zamanlarki çocuk aklım ve çocuk kalbimle sevinip gülümserdim bu bilgiye. kendimce yaptığım hataları bu cümleyle kamufle ederdim. yalan yok. ancak şunu düşünemezdim hiç;
bir kişi icat etmeye şeyin adını o şeyi icat etmeden nasıl koyabilir ki? bir kişi icat etmeye çalıştığı şeyin adını nasıl koymayı akıl edeceğini geç, bunu nasıl hissedebilir? hadi hissedebilmeyi de geç, bunu neden bir tarafa not eder?
sonuçta kendi tekelinde olan bir şey bu. kendi iradesi ve aklıyla gerçekleştirdiği deneyler ve o deneylerin sonuçları. olumlu ya da olumsuz, farketmiyor. farketmesi için de bir neden yok. sadece canı sıkılıyor, bir yerlerden bir şey verip diğer taraftan başka şeyler vererek bu can sıkıntısını gidermeye çalışıyor.
böyle açıklayamazdım tabii o zamanlar. kanımın deliliği bedenimin deliliğine eşlik ettiğinden mutlu olup sırıtırdım. nereden bilebilirdim ama, koca hayatımdan sikim-sokum bir trajedi elde edeceğimi. bilemedim.

ilk gençlik ve ergenlik yıllarımda hep daha fazla çaba ve mücadele verip de bir şeyleri elde etmek için çabalamakla geçirmeye çalıştım kendimce. 
mesela babamdan en son ne zaman para aldığımı hatırlamam. ya da babamın sesini, yüzünü... değil ki cüzdanındaki banknotları. yok, bu gece çok şarap içip el parmaklarımın dahi uyuştuğunu hissettiğim için söylemiyorum bunları. ve burası benim ağlama duvarım olduğundan değil. hele ki yaşadığı hayatı dramatize edip bir şeyler beklediğim için ise, asla!

sadece canım sıkılıyor.

bir gün öldüğümde de canım sıkılacak yine benim. o son nefesi verme anımda bile yüzümde hoşnutsuz bir gülümseme ve nedensiz bir sırıtış olacak. belki mutluluğa yorulacak o son bakışım belki de mutsuzluğa. önemi yok.
emin olduğum tek şey, tüm hayatı boyunca her güne nasıl başladığını bilip her geceyi nasıl bitireceğini bil(e)meyen bir adam olan ben, işte o son anda yine aynı ruh halini yaşayıp kendi kendime hala anlamamaktan ve anlaşılamamaktan dem vurarak gebereceğim.
hem de anlamanın ve anlaşılmamanın bir sike yaramadığını bilerek.

yapacak bir şey yok ama artık benim açımdan. güçsüzlük böyle bir şey işte. on küsür kadeh şaraptan sonra yerinden kıpırdamamak böyle bir şey işte. gırtlağa çöreklenen o şarap tadı ve dilin uyuşması böyle bir işte.
el parmaklarımın güçsüzlüğünü hissedebiliyorum mesela şu an. tanıdık bu duygu. aynı duyguyu, ne yaparsam yapayım bir şeyi olduramayacağımı hissettiğimde yaşardım.
ta el parmaklarımdan başlayıp tüm bedenimi sarardı. zamansız bir yıkım gibi gelip tüm bedenimde gezinir göğüs kafesimdeki o özel yerine kurulurdu. öylece dururdu orada. karabasan gibi.

ki birçokları uyurken görür karabasanı. ben ise uyanıkken. bir insanı sevmek için, bir insanla sevişmek için ona yaklaşırken. en beter ecinnilerden daha beter olur karşımdakinin performansı. 
kötü bu. çok kötü hem de. ağır geliyor bana. öyle ahım-şahım duygusal bir adam olduğumdan değil. ki ne kadar duygusal olursam olayım, hoşuma gitmeyen bir kadının elini dahi sıkmam. duygusallığının içerisine bile gerçeklik denen tozdan serpiştirmiş bir adamımdır. ne yapayım, gülüşü için ölemeyeceğim bir kadını? tenine gömülmek için kendimden vazgeçemeyeceğim bir kadını? bir şey yapamayacağım için de böyle oluyor işte.

hiç kıyaslama yoluna gitmem ama. önceden ne yaşamış olursam olayım, iyisiyle-kötüsüyle kabul edip de yoluma devam etmeye çalışırım. sırf bu yüzden çoğu kez ardımda ölümler bırakırım. hani şu ölüm gibi bir şeyin olup da kimsenin ölmediği ölümler. yani ayrılıklar.
hicret derim bu kaçışlara, gidişlere. adı da manasız aslında. ki yine bir zamanlar sırf güzel bir şeyler yazmam için mutsuz olmam gerektiğini hissettiğimde bilerek kalp kırıp, kalplerle sirtaki yapıp, bilerek kendi canımı yakıp kaleme-kağıda yapışırdım.
ne zaman ki, baktım yetmiyor yazmak, yazdığım her şey cehennemim olup kabuslarıma giriyor, ve sabahı etmek için tüm geceyi can çekişerek bitiriyorum, işte o vakit yaşamın tarafına geçmeyi tercih ettim. yaşamanın tarafına.

denediğim, mutlu olmak için çabaladığım her şeyi defalarca deneyerek. farklı bir sonuç olur diye. buna karşın eşek eşekliğiyle aynı çukura üçüncü kez düşmezmiş, öyle derler, farketmiyor, ben yalnızlığımı gidermek için evimi bremen mızıkacıları'na çevirdim. yalnız olan her insan gibi. iki taklacı güvercin ve iki tekir kedi. bremen mızıkacıları'ndaki horoz kuzenim oldu, eşek ise ben.
bir fabl ya da güzel bir hikaye türemetemedik haliyle. en beterinden ve en iğrencinden komedi oldum ben. gülen ise yine olmadı.

oysa farklı bir sonuç beklenebilirdi. ve ben her seferinde diyebilirdim kendi kendime; "mutlu olamamanın bir yolunu daha buldum."
olmadı. diyemedim. çünkü bir şeyi icat etmenin telaşında değildim. 
ben, hep "orada" olan, bana şah damarımdan yakın olduğu iddia edilen şeyi bulma telaşındaydım.
bulup da dokunmak, dokunup da koklamak, koklayıp da öpmek, öpüp de sımsıkı göğsüme bastırmak. küçük bir kız çocuğunun en sevdiği oyuncağını göğsüne bastırması gibi.

gece ağır. bilirim. geceler ağır. bilirim. yalnızlık en çok geceleri gelip de çöreklenir insanın boğazına. ne nefes aldırır ne de rahat bırakır. bunun da çözümü var aslında.
siktiriboktan bir işe girip tüm gün çalışarak ertesi gün işe geç kalmamak için gece 11'de uyumak. ama ben yapamadım. olmadı. en parasız kaldığım anlarda bile maaşlı bir işe girmektense gidip bir toptancıya, üç-beş mum, üç-beş tombala, üç-beş puzzle alarak sokaklarda sattım.
yeri geldi yere gazete açıp kitapları koydum, ayaklarıyla yerdeki kitapları dürtüp "bunlar ne?" diyen insnalara "kitap" deyip içimi acıttım. ve her birini gecenin karanlığı bastırdığında valizlere doldurup evimin yolunu tuttum.

omuzlarım çürümüştü 20 yaşımda. sırf o ağır valizlerle kitap taşıdığım için. sıkılmıyordum ama. semerkant'ı işte o gecelerin birinde bitirmiş, ömer hayyam'ı ve hasan sabbah'ı tanımıştım.
mutlu olmuştum o yaz gecesi. ve hemen akabinde onlarca kitap okumuştum. ya da yüzlerce. önemsiz. yine o yaz gecelerinin birinde monte kristo kontu'nu izleyipedmond dantes için "ne güzel adam demiştim. akabinde de yüzlerce film izlemiştim. açlığımı hissetmiştim. bilgiye açlığı. doyumu olmayan, doyulmayan gerçek açlığı.

ve ilk sorumu sorduğumda "ben neden varım?" diye, aynalar cevap vermişti. başka bir soruyla; "sen var mısın ki?"

yutkunup geri çekilmiştim.

şimdi boğazım acı. el parmaklarım dahi uyuşuk. herkesi ve her şeyi kaybetmiş gibi hissediyorum. herkesin ve her şeyin de beni kaybettiğini. unutmaya yatmak istiyorum sadece. ve uyuşmaya. ölüm diyorum sessizce. öyle yakışır ki. sessiz ve sevgisiz gecelere yakışan cinsten. en güzelinden. ya da en özelinden. manasız.

nasılsa hep aynı şeyi yapıp farklı bir sonuç beklemek bu çağda ne bir şeyin icadı için değerli ne de bir şeyin bulunması için, eee, kavgam bitti. mücadelem ise boş.
sırada uyku. damarlarımda şarabın o kan kırmızı alkolü dolanırken. el parmaklarım da dahil tüm bedenim uyuşmuşken.

sadece...

uyku.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder