29 Ağustos 2011 Pazartesi

İstanbul

kendisini yaşa(ya)mayanlara, kendisinde yaşa(ya)mayanlara bir kaç şey söylemek istediğim muhteşem şehir; 

"olum/kızım, çok güzel lan burası. gelsenize. biz burada hep orgy düzenliyoruz. hepimizin hem sevgilisi hem de sevgilisinden ayrı fak badisi var. kimin eli kimin götünde belli değil. seksten sekse koşuyoruz lan burada. böyle sürekli bir fantezi ve özgürlük deryası burası. şaka lan şaka, kimsenin bir sik yediği yok burada. insan her yerde aynı amına koyim. erkeklerimizin bir çoğu elini, kadınlarımızın hemen hemen hepsi de eliyle kendini sikiyor. bu şehirde kullanılan antidepresan parasıyla, bu şehirde psikologlara, spor salonlarına verilen parayla konya'nın yerine yeni bir istanbul inşaa edilir bacısını sikeyim. siz, siz olun çıkmayın olduğunuz yerden. hele bir de gerçekten cesaretsiz ve parasızsanız kılınızı bile kıpırdatmayın.
şöyle bir yer hayal edin şimdi, metrobüs denilen gerçek bir belgeselin çekildiği şehir. helikopteriniz olsa bile burada işe-okula geç kalırsınız çoğu zaman. çünkü o helikopteri indirebileceğiniz tek yer stadyumlar. oralara da sikseniz indirtmezler. işe-okula geç kalmamak için yapmanız gereken tek şeyse ömrünüzün üçte ikisini yollarda harcamayı göze almak. tibet'e giden keşişlerden beter ahali. ne gençler evliya oldu çıktı yollarda, sizin haberiniz yok.

jet sosyete mevzusu var bir de değil mi? saçma-sapan magazin programlarında izlediğiniz şu jet sosyete hani. yok lan öyle bi' şey. yemin ederim yok. en fazla sokakta karşılaşıyorsunuz o ünlülerle. benim şimdiye dek karşılaştıklarım şunlar; mustafa topaloğlu, ferhat güzel, ismail türüt ve yonca evcimik. hatta yonca evcimik'le yolda çarpıştım. özür diledim kadından, o an yanımda olan arkadaş 'tanımadın mı lan, o yonca evcimik'ti' dedi. varın siz hayal edin ne kadar ünlülerle karşılaştığınızı.
ama yalan yok, geçen ay sevda demirel benim home ofisimin altındaki çantacıdan çanta almaya geldi. o an ben de camdan dışarı bakıyordum. bir an gözüm aşağıya ilişti. ve kendisini göğüslerinden tanıdım, ehehe. bir de sunay akın ilişti gözüme. tam o mu, değil mi çıkaramasam da gecenin 2 buçuğunda kucağında bir dünya oyuncakla sırıta sırıta yürüyen gözlüklü ve uzun boylu hafif kel bir erkek başka birisi olamazdı.

burada kimse evde ya da yurtta yaşamıyor ha. ofis var. ofisler var. sanırsın ki anasından çıktığı andan itibaren herkes ofislerde büyümüş, gelişmiş, ergenliğe girip yaşlanmış. her bir yarrak aha bu ofislerde cereyan ediyor. lan bir tanesi de oto tamircisinde, mezbahada, bir matbaada, lokantada çalışmaz mı arkadaş. ve hemen hemen herkes burada yönetici asistanıdır. vay aliminyum!
burada kimseye bir şey de soramazsın ha. sen, sen ol sakın bir şey sorma. hani bir deyim vardır ya; pinti kasaba muhtaç olacağıma keser sikimi yerim diye, aynen öyle. burada sakın kimseye muhtaç olma. nasılsa herkes sen gibi. sen yine de empati yapma. gerekirse bencillik et ve benden değerlisi yok deyip kendini avut. ne farkeder, bu ne kendine söylediğin ilk yalan olacak nasılsa, ne de son. avun git işte.
tüm bunlara karşın kötü mü, asla. yolda yürürken hayatınız boyunca göremeyeceğiniz kadar çok mini etekli ve mini şortlu kız görürsünüz burada gencolar. hayatınız boyunca asla ve asla tanışamayacanız erkeklerle tanışıp bir gecede çatır çatır sevişirsiniz gacılar. ama mevzu sizde bitiyor. tüm bunların olması için güven,özveri ve tecrübe gerekiyor. şöyle hafif yuvarlak ve dik olanından. her iki anlamda da cidden bu gerekiyor sadece. bir de mangır.

iyi bir yer sonuçta burası. moda çay bahçesi'ne oturup avrupa tarafına baktığınızda cana geliyorsunuz dinini-imanını sikeyim. galata kulesi'nde şarap içip istanbul'u seyreylediğinizde gerçekten yaşadığınızı anlıyorsunuz. galata köprüsü'nün altında rakı-balık keyfi yaptığınızda denizin kokusu ciğerinizi dağlıyor.
sokaklarında yürümek ise ayrı bir keyif. hele bir de o yollar trafiğe kapalıysa dadından yinmiyor. gerçi iki adımda bir birisi gelip sizden para istiyor ama o kadar da olacak artık. ona da ayak bastı parası diyelim.

türkiye içerisinde başka bir devlet sanki burası. burada yaşayıp da burada denizin olduğunu bilmeyen milyonlarca insan varmış. geçen yıllarda bir gazetede okumuştum. doğrudur. çünkü öyle yerleri var ki istanbul'la alakası yok. adı istanbul ama kendisi kırşehir sanki. diğer şehirleri küçük gördüğümden değil ya, o şehirler kadar arada kalmış ve fazla dile pelesenk olmadığından diyorum.

bak geceleri güzeldir ama bu şehrin. çok güzeldir hem de. evli evine-köylü köyüne çekildiği an iyidir. yalnız, fazla zorlama yaşayanlar var burada. en basit örneği ise şu, cumartesi geceleri dışarı çıkma mecburiyeti.
iyi de, herkes sen gibi göt yalayıp da tüm hafta içi belasını siktirmiyor ki saçma-sapan müdürlere-müdirelere. işte o cumartesi günü kesinlikle dışarı çıkıp bir şeyler içmek gerekiyormuş. adet böyle. dışarı çıkıp bir şeyler içmekten kasıt da boktan bir pub'a gidip 3-5 sidik gibi bira yuvarlamak, düşerse de mal bi' karı ya da herif kapıp o leş gibi bira kokusu eşliğinde çiftleşmek.

burası güzel ama. çok güzel hem de. çamlıca'ya çıkıp, adalara gidip tadına varmak lazım. düşünsene lan, odanın balkonundan her an denize işeyebileceğin bir yer burası. biraz da paran varsa şahı da sensin buranın, şahbazı da. 
burada yaşamanın en kolay yolu ne ama biliyon mu genç? insan hariç başka bir şey olmak. kedi olabilir mesela bu. köpek de fena değil. hiç olmadı, yabani güvercin ol amına koyim. herkes seni besler, kafanı okşar ve sana şefkatle yaklaşır. ama sakın ha insan olma burada. vallahi yalnızlıktan ve açlıktan geberirsin de kimsenin ruhu duymaz. her şeye ve herkese karşın iyi midir diye sorduğunu duyar gibiyim. iyi söz mü lan, can olum burası can. biz burada hep orgy düzenliyoruz. hepimizin hem sevgilisi hem de sevgilisinden ayrı fak badisi var. kimin eli kimin götünde belli değil. seksten sekse koşuyoruz lan burada. böyle sürekli bir fantezi ve özgürlük deryası burası.

her şey bir tarafa genç, insanın olduğu neresi sonsuz bir güzellikte ki burası da sonsuz bir güzellikte olsun. hani üstad demiş ya; 'kaldırımlar güzel ama bir de üzerinde yürüyen şu insanlar olmasa!' diye. işte o kaldırımların yerine istanbul'u koy, gerisini hayal etmeye çalış."

Türk pornosu

mevzuyu yanlış anlayan abilerin-ablaların icraatı. geçenlerde bir bakayım dedim, her hangi bir porno siteye "turk" yazdığımızda bizim gencolar bu işi nasıl icra ediyorlar diye. çıkan videoları görmez olsaydım. bir yabancı insan ben gibi merak edip porno sitenin arama motoruna "turk" yazsa, çıkan videolara bakıp asesksüel olur. cinsellik konusunda jübilesini tek başına yapıp sahalara veda eder.
çıkan videoların hemen hemen hepsi şöyle; otuzbir çeken mallar, liseli bir sabiye tecavüz etmeye çalışıp gizlice kameraya çeken orospu çocukları ve topluma açık bir şekilde yaşayamadıkları cinselliği internet üzerinden özgürce yaşayıp bunu da porno kategorisine koyan, yüzleri gözükmeyen gay'ler.

"bu mudur" dedim kendi kendime. "bu mudur cidden? koca bir halk cinsellikten bunu mu anlıyor la." cevap veren olmadı tabii. sonra bir kaç video açtım. otuzbir çeken ya da gay videolarından değil. tecavüz videolarından da değil, normal olarak adledilen videolardan.
ekranda öyle bir sevişme ya da cinsel ilişki dönüyor ki yemin ederim iğrenirsiniz seksten. bir de türk olduklarını belli etmek için mal mal bağıran herifler mi dersin, yastığının-kırlentinin dantelini göstermek isteyen ablalar, ekranın bir köşesine iliştirilen günlük türk gazeteleri ve hemen hemen tüm videoların o iğrenç çözünürlüğü. 

bir defa kadraj anlayışı sıfır. giriş-gelişme-sonuç konusuna dikkat edilmiyor. ön sevişmeler kırkpınar yağlı güreşlerindeki peşrev kısımından daha kötü, hele bir de boşalma anları var ki allahım sana geliyorum.
bir daha türk pornosu izlemek mi? asla. ne halleri varsa görsünler. nerede stoya adlı ablamızın o eşsiz vücudu ve işini icra edişi, nerede bizim selülitli gacılar. nerede, seviştiği kadınlara ayak parmaklarını ve kıç deliğini bile yalatan-emdiren rocco siffredi pornosu, nerede ilişkiye gireceği kadına saatlerce dil döküp harale-gürele iki gidiş gelişle küt diye boşalıp kenara yığılan bizim gencolar.

yazıklar olsun la. oysa ben çok ümitliydim, her dem seksten bahsedip de ağzından siki düşmeyen türk erkeklerinden. oysa ben çok ümitliydim klavye delikanlısı kadınlarımızın performansından.
en iyisi biz sadece bu konu hakkında fikrimizi belirtelim. diğer türlü dünya bizim yüzümüzden iktidarsız olacak. bunun vebalinin altından kalkamayız. insanlığın sonunu getiririz vallahi. 

cinsellik hakkında bol keseden atmaya devam. mazot yakmıyoruz ya amına koyim. sallayın gitsin.

Yeni bir insana alışmak

dünyanın en zor şeyi. sanırım. yok, eskide kalan kişi ya da kişilerin çok iyi olduğundan değil bu. bu sadece alışmakla alakalı bir durum. çünkü öyle kolay değil yeni bir insana alışmak. onun kokusundan tut, her türlü huyuna adapte olmak. olabilmek.
sırf bu yüzden insan, yeni bir insanda hep ama hep geçmişteki en önemli kişiyi arzuluyor aslında. huy olarak, boy olarak, tip olarak, güzellik olarak. çünkü yorgunuz her birimiz. ve ne acı ki bu yorgunluğumuzun nedeni dolu dolu yaşamamız değil. tam tersi, içimizde yaşama ve yaşamaya dair bu denli heves ve heyecan varken yaşayamamamız.

daha bu sabah mesela, bir genç kızın "aynı anda üç kişiden hoşlanılabilir mi?" sorusunu gördüğümde gülümsedim. demek ki bu tarz bir konuda, bu tarz düşünen tek deli ben değilmişim dedim. çünkü o kadar çok ihtimal var ki etrafta, kişi, asla ve asla adapte olamıyor hiçbir şeye. ve hiç kimseye. haklı işte o genç kız bana göre. ancak haklı olmak da manasız aslında. neticede akıp giden bir hayat var. ve bizler o hayatla elimizi-yüzümüzü yıkamayı geç, o hayatın akıp gittiğini bile hissedemiyoruz. öylece bakıyoruz sadece kendisine. bize yaklaşan yeni bir insanda ise sadece ve sadece ümitsizliği görüyoruz. bir de mücadele etmenin, birlikte olmanın boşluğunu.

iradelerimiz pamuk ipliğiyle bağlanmış ruhumuza. kopması içinse tek bir hareket ya da tek bir cümle yeterli. çok görmüyorum aslında. aynı evde ya da aynı yatakta uyanmasına karşın birbirine "günaydın" demeyen, hatta demekten aciz insanlarla dolu evren. iletişim denilen zamazingo sıfırın altında bir yerlerde. sosyalleştiğini sanan sanal çağın siber yaratıkları ise aslında asosyallin allahı olmuşlar, haberleri yok. kimin telefon markası son model ve kimin gözlüğünün camı en büyükse en şık ve en asil o olarak algılanıyor.

çok görmüyorum. aslında göremiyorum. yeni bir insanla da olmaz çünkü bu. yatmadan önce dişlerini fırçalıyor mu ya da sabah uyandığında tuvalete gidip, çıktıktan sonra sifonu çekiyor mu diye bekliyor insan.
oysa eskinin her şeyi bilindik. iyiliği de, kötülüğü de. güzelliği, çirkinliği de. ama ya yeni, ve o yeniyle gelen her şey? o yeninin olan, o yenide olanlar...

zor bir iş bu. çok zor hem de. o kadar zor ki, bazen kafamı şu gri ekrana gömüp sonsuza dek kalmak istiyorum burada. çünkü artık bir sürprizimiz yok birbirimiz için. ışık kapandığında, gece olduğunda hepimiz aynıyız. tek bir farkımız varsa, o da çektiğimiz ya da çektiğimizi varsaydığımız acıların, kaybedişlerin ve kaybedilişlerin sayısı. 
bu yüzden de yeni bir insana alışmak ve o yeninin eskiyi, eskileri hatta geçmişi temizlemesini beklemek fazla bencilce. ama insan bu, egosu için, kendi çıkarı ve riyakarlığı için yapmayacağı pislik yok.

bu yüzden, sabah uyandığımızda adlarımızdan önce nick'lerimiz geliyor artık aklımıza. karşımızdaki kişinin gözlerinin renginden önce hangi filmi seyredip, hangi kitapları okuyup hangi şarkıları dinlediği.
hiçbiri bizi biz yapmıyor ama. belki çok şey katıyor bize. ki, belki değil, evet, çok şey katıyorlar bize. ama asla biz değiller. ve biz o kitaplarda, o şarkılarda, o filmlerde yaşamıyoruz.
bizler gerçeğiz. en gerçeğinden hem de. mesela şu an, her birimiz bilinmeyen bir köşede "bu gece bitse de artık sabah olduğunda kalabalıklara karışsak" diye bekliyoruz. çünkü yoruyor gecenin sessizliği. ve renksizliği.

o kadar kalabalık olmuşuz ki, yeni bir insan, özgürlüğümüzden tut, her şeyimizin kısıtlanması olarak algılanıyor. fakat insan bu. dengesiz bir organizma. ana caddede yürürken bile yalnızlıktan düşmemek için bir ele ve bir bedene ihtiyaç duyuyor hep. o bir beden ve el de genelde yeni bir insan oluyor. o yeni insan da alışılması ve her şeyiyle kabul edilmesi ise en zor şey. belki de değil. bilemedim.

her şeye karşın, neyse ki hala bu kadar müthiş şarkılar bestelenebiliyor. ve ben, o gerizekalı ressam gibi kulağımı ya da kulaklarımı kesip de birisine sunmadım.
kulaklarım yapışık kafatasıma. ve ben kulaklığı onlara geçirip de bayılana kadar bir şarkıyı dinleyip yeni olan her bir şeye alışmayı düşünüyorum. sadece bir insana değil. herkese. ve her şeye.

http://www.youtube.com/watch?v=ly01w_jta_g

http://www.youtube.com/watch?v=xfjpewf4ixy

Mutluluğu geçmişte aramak

garip bir şey bu. ve genelde şimdiyi yaşayanlar, şimdide mutlu olduğunu iddia edenler yalan söylerler. hatta abartı olmasın ama trajedilerini mutlulukla gizlemeye çalışırlar. ben öyle yaparım mesela. bu çoğu kez öyledir. bir şekilde mutlu olduğumu varsayıp kendimi avuturum.
oysa sabah uyanır uyanmaz elim, hemen yatağımın yanındaki sigaraya gider. odamın balkon kapısını açıp, jaluzileri de araladıktan sonra bir sigara yakıp hemen kahve yaparım kendime. kahve suyu kaynayana kadar da laptop'ımı açıp müşterilerimden mail ya da mesaj gelip gelmediğine bakarım.

çoğu sabah bölünür uykularım. bunun nedeni ise iş yapıyor olmam. ve yine iş yerimle evimin aynı yer olması. yani home ofis. bu sabah mesela, o kadar çok çalındı ki zilim, bir an hemen telefondan saate baktığımda saat 10 buçuktu sanırım. kendi kendime dedim ki; "aşağıdaki kişi sonsuza dek bassa bile zile, o gitmemiş ben uyanmayacağım."
niye uyanayım ki? ben doyana kadar uyumak için yaşamıyor muyum bu hayatı? ben doyana kadar uyumak için tercih etmedim mi bu yaşantıyı? evet. eee, o zaman o saatte uyanmam. o saatte beni uyandıracak tek şey ancak ve ancak mükemmel bir kadın bedeni olabilir. büyük konuşmayayım ama başka türlü istersen askeriye, istersen polis gelsin o saatte kapıma. açmam. kapıyı kırıp da girsinler gerekirse içeri. beni battaniyeme sararak, mavi boncuk filminde emel sayın'ı kaçıran o muhteşem kadro gibi götürsünler götürecekleri yere. yine de uyanmam.

böyle sabahlarda gıcık olurum zile abananlara. sadece böyle saatlerde değil ama. zile bir kereden fazla basanlara, telefonu 4 kereden fazla çaldıranlara. hatta yine geçen gün, öğleden sonra zile deli gibi basılmasıyla sinirlenip oturduğum yerden doğrulup kapıya gittim. kapıyı açtığım an karşımda bursa iskender'de çalışan küçük çocuk ve ev sahibimin eşine bakan apartman görevlisi abla vardı.
hemen o anda "hanginiz zile bu denli abandı?" dedim, yarı ciddi, yarı şaka yapar vaziyette. onlar bir anda birbirlerini gösterdiğinde, "ablacığım" dedim.sonra gence dönüp "yakışıklı. abanmayın zile. allah'ınızı severseniz. farzedin ki şu an çok önemli bir işim var. misafirim var. banyodayım. lavabodayım. ne olacak? koşa koşa gelip bu kapıyı açmak ya da defalarca bu zilin sesini duymak zorunda mıyım?"

ikisi de aynı anda gülümsediğinde görevli ablaya merdiven bakımını yapması karşılığında aylık ücretini, bursa iskender'den gelen çocuğa da bir gün önce öğlen yediğim iskender'in boşunu ve ücretini verip gönderdim.
bu durum böyle ama. ne zaman abartılı bir şekilde ısrar edilse bu tarz mevzularda. bir anda öfkelenip kırıcı olabiliyorum. tek bir farkla ama; karşımdaki kişi ekmek parası için debeleniyorsa alttan alırım. o an söyleyeceğim şeyi kendimce nazik bir şekilde söyleyip kalbini kırmamaya özen gösteririm. benim yüzümden mutsuz olsunlar istemem açıkçası.

ancak kapı zilime 4-5 sefer bastıkları için bir dünya fırça attığım zabıtalar ve belediyenin çevre düzenlemesinden gelen 3 kişiyi kovmaktan beter edip adab-ı muaşeret öğretmişliğim vardır. benim yüzümden mutsuz oldular. ama hakettiler bunu.
ulan ben annemi aradığımda bile 4 defadan fazla ne evi ne de cep telefonunu çaldırmam. bunlar nasıl bir özgüven ve aptallıkla abanırlarsa aklım almıyor. garip bir mevzu.

şimdiki zamanda mutlu olmak da tüm bunlar kişiye hizmet ettiğinde ortaya çıkıyor. uykunun, özel alanın ve rüyaların bölünmemesi ile. tüm bunlar için çabaladıkça kişi bir şekilde unutuyor mutluluğu. unutmasa da zamanın şartlarına göre değişiyor, o algı meselesi.
bundan 20 yıl önce mutlu olmamın tek kriteri üç tekerli küçük bir bisikletken şimdilerde tek bir kriteri sadece doyana kadar uyumak. uyanır uyanmaz sigaramı ve kahvemi içip tüm gün dövme & piercing yapmak, haftada 3-4 gece spora gidip deli gibi spor yapmak ve spordan geldikten sonra da soğuk suyla duş alıp öylesine ya internette takılmak, ya tek başıma bir filme gitmek ya da moda'ya çıkıp oradan denizi izlmek. bir de bu aralar can dostum, kardeşim decorum'un zorunlu askerliğinin bitmesine kaç gün kaldığını hesaplamak. ki kendisinin telefonuyla uyanıyorum çoğu sabah. cümlelerindeki düşüklüğü, sesindeki kısıklığı ve bıkmışlığı gördükçe inci sözlük'te yazmakta olduğum online hikayeye devam edip etmeme kararsızlığı yaşıyorum.

eğer devam edersem o hikayeye askeri savcıdan tut her türlü rütbeliyle başım derde gider. adım gibi eminim bundan. bu yüzden de mecburen duruyorum öylece. işte o durduğum anlarda bazen onlarca insan geliyor home ofisime. bazense hiç kimse. kimse gelmediğinde playstation ya da scruble oynayıp zaman öldürüyorum. millet geldiğinde ise bir şekilde dalga geçecek, eğlenecek bir şeyler bulup kendimi avutuyorum.
o gelenler içerisinde sözlük yazarlarından tut okurlarına varana kadar herkes var. istanbul büyük bir şehir. yerine göre ünlüler de geliyor. yerine göre küçük çocuklar da.

bugün bir kadın geldi mesela. güzel bir kadın. kusursuz bir hayat yaşadığını iddia edip, mutlu olduğunu iki de bir gözüme sokmaya çalışan, geldiği an home ofisimdeki kitaplarla ilgilenip kendisine karşı daha da sıcak davranmama vesile olan bir kadın.
masmavi gözleri vardı. bembeyaz teni. kürek kemiğine bir dövme işlediğimizde benim suskunluğumu başka bir şeye yormuş olacak ki iki de bir "konuşsana" dedi. ben de gülümseyip karşılık verdim; "dikkatim dağılmasın diye konuşmuyorum."
büyük bir ihtimal inanmadı tabii dediğime. dert değil. nasılsa kaldığı yerden devam edecekti nasıl mutlu olduğunu anlatmaya. ki devam etti. bir ara o kadar çok bahsetti ki mutluluğundan, mutlu olduğundan, dayanamayıp konuştum; "göz altların seninle aynı fikirde değil."

evet, bir insanın yaşı 22'yi geçmişse daha dikkatli bakın göz altlarına. ve o kişinin gerçekten mutlu olup olmadığı hakkında bir fikire sahip olun. bu fikir bir işe yarar mı-yaramaz mı, muamma. yine çok mutlu olduğunu iddia edip de bu konuda diretenlere karşı fikrinizi belirtin. ve dürüst davrnamak gerekirse pek de ciddiye almayın onları. zira asıl ciddiye alınması gerekenler diğer taraftakiler. mutsuzluktan ve yalnızlıktan can çekişenler. mutluluğu anılardan anımsayanlar. gelecekten ve şimdiden ümitsiz olanlar. işte onlardan ise cesur olanları ciddiye alın. uzanın. ve dokunun. hatta öpün. gerisi... gerisi yok. ötesi var. her şeye bedel ve her şeyden güzel bir öte. mutluluğu geçmişte aramaktan daha erdemli ve onurlu bir zaman diliminde ikamet ediyor bu da. sadece uzanın. benim kollarımı kıpırdatacak mecalim yok zira.

http://www.youtube.com/watch?v=8prr4-sbg-u

http://www.youtube.com/watch?v=bzqvwqxuxiq

Tek başına sinemaya gitmek

tek başına gitmek değildir aslında o. ben mesela, tüm hayallerim ve hayal kırıklıklarımla giderim sinemaya. tüm anılarım ve acılarımla. hayatıma giren, hayatlarına girdiklerimle. kendilerini üzdüğüm, sevdiğim, öptüğüm, koklayıp nefeslerini ciğerlerime doldurduğum kadınlarla.
dostlarla giderim bir de. en olmadık zamanlarda beni sırtlayan, sarhoşluğumu mazur görüp her hareketimi ve söylediğimi geçiştirenlerle. dostlarımla giderim bir de, en olmadık zamanlarda beni sırtımdan vuranlarla.

hepsinin elinden tutup da giderim sinemaya. gişeye yaklaşıp bir bilet alırım. film başlayana kadar hep beraber sinemanın önünde dolaşırız çoğu zaman. sessizce konuşup dertleşiriz. filmin başlayacağına dair anons yapıldığında gazozumu ve patlamış mısırımı alıp içeri geçecekken geri dönüp hepsine "bekleyin beni" derim. "film bittiğinde tekrar görüşürüz."

film başlar, ben yalnızlığın ve yalınlığın o muhteşem durağanlığında yeniden doğarım. film ara verir, salondan dışarı çıkıp bir sigara yakarım. ve göz ucuyla etrafa bakarım. bir saat önce beraber geldiklerimin hepsi beni bekler. filmin ikinci yarısını izledikten sonra beraber geldiğim her şeyi ve herkesi elinden tutup hayata karışırım. yüzümde, hiçbir şeye yorulamayan bir gülüşle.

http://www.youtube.com/...caa&feature=player_embedded

Rocco Siffredi

konu seks ve cinsellikle bir erkeğin ulaşabileceği son nokta. bu durum kendisinin sikinin uzunluğu ya da kalınlığıyla alakalı değil. bu durum kendisinin konu cinsellik olduğunda takındığı vahşilik ve ilkellikle alakalı. 
bu adamın porno filmlerinin tek ortak özelliği şu, kadını asla ve asla kutsal bir varlıkmış gibi görmemesi, hatta bunun tersine kadını ilişki esnasında bir nevi alışılmışın dışında bir muameleyle abondane edip şaşırtması. yerine göre canını yakıp yerine göre ise şefkatle yaklaşması.

mesela bu adam ilişki yaşadığı her kadına ayak parmaklarını ve kıç deliğini yalatıp emdiriyor. çoğu külhanbeyimiz ayak parmakları neyse de kıç deliğini bir kadına yalatma konusunda gayet temkinli ve tölerans tanımayan bir tavır içerisine girerler. hatta giriyorlardır. eminim. ama bu abimiz öyle değil. seks konusunda gerçekten ama gerçekten kuralı olmayan bir heykel. bu durum ise kadınların ona bağımlı olmasını sağlıyor.

ilişki yaşadığı her kadının canını yakıyor. bu ise başka bir aykırı özelliği. kadını dövmekten bahsetmiyorum ama. ilişki esnasındaki sertlikten bahsediyorum. 
ilişki yaşadığı kadınların ağzına tükürmekten tut, her türlü sıvı değişimini sağlıyor o an. performansının eşsizliği bu ince ayrıntılarda saklı bana göre.
cinselliğin ve seksin kuralsızlığının o eşsiz şovunu sergiliyor. oynadığı filmlerde rol alan kadınlar sırf kendisiyle ilişkiye girmek için para talep etmiyorlarmış diye söyleniyor. doğrudur ya da değildir, farketmiyor açıkçası. ancak ve ancak ıskalanmaması gereken şey, bu adam seksi kendi şovuymuş gibi görüyor. "bu bir gösteri" diyor. "benim gösterim ve benim şovum."

sekse yakışan o muhteşem ilkelliği ve sertliği sonuna kadar ortaya koyup kocaman bir alkışı hakederek ayrılıyor meydandan. bu ise kendisini seks konusunda rakipsiz ve eşsiz kılıyor.
ilk başlarda da dediğim gibi, konu seks ya da cinsel ilişkiyse mahremiyet ya da kırılganlık anlayışı sıfırın altında. vücudun her noktasının ve her kısmının kesinlikle uyarılması, öpülüp, emilip, dillenip, dişlenilmesi taraftarı.
bu yüzden de aşırı bir zevk alıp ilişkiye girdiği kadınları uçuruyor. gerçek bir uçuştan bahsediyorum burada. gerçek bir hazdan ve zevkten. ve yine kalıbımı basarım ki ilişkiye girdiği kadınlardan daha çok zevk ve keyif alıyor. bu yüzden de stili kendine has. ve kendine özgü.

işin keyif kısmını çok iyi yakalamış. bu durumdan muhteşem bir memnuniyet duyuyor. bu yüzden de tadına doyamıyor seksin. hiç olmadığı-olamayacağı kadar kendisi oluyor seks esnasında. vahşiliğin, ilkelliğin, sertliğin, acımasızlığın görsel ve tensel şovunu gerçekleştirerek.

Sabah uyandığı an güzel olabilen kadın

gerçekten güzeldir. "kime göre, neye göre" savına takılmaksızın güzel. görüntü olarak kusursuza yakın bir duruluk ve estetikliğin timsalidir. su damlası gibi. hele bir de o uyandığı sabahın gecesinde sevişmişse ve seviştiği anda da o güzelliğin üzerine güzellik eklemişse tadından yenmez.

ben mesela, gece birlikte olup da sabah uyandığımızda gerçekten güzel olduğuna inandığım bir kadının gözlerine bakıp yanağından öperek "günaydın" diyebilseydim ona, ciğerini sikerdim şu geoid gezegenin. ayrıca bu siktiriboktan yerin çekimine sokup uzay boşluğunda patlatabilirdim kendisini.

yalan yok, onunla inanabilirdim her şeye. onun gözünden ve gönlünden bakıp her şeye, tanrı'ya bile güvenebilirdim. ardı sıra gidebilirdim en gidilmeyecek yerlere. peşi sıra atlayabilirdim en tekinsiz sulardan.
köprüleri söküp alabilirdim denizlerden. gökyüzünü aşağı çekip yerküreyi ortadan ikiye yarıp altın tepside ona servis edebilirdim. 

en nihayetinde insan olabilirdim. hani şu hayat bilgisi kitaplarında anlatılan, sosyoloji kitaplarında tarif edilen "birey" var ya, o birey ben olabilirdim. yeter ki uyandığı an güzel olabilseydi. yeter ki uyandığı an beni görebilseydi yanında. ben de onu. yanımda.

ve hiç kimsenin mucizelere inanmadığı bir devirde, ona, "mucizelere inanmıyorum" diyen bir kadının ağzından, bir şarkı gönderebilirdim;

http://www.youtube.com/watch?v=5t7ppktgxqo

Hayatı boyunca asla mutlu olamayacak kadın

normal ve sıradan bir kadındır. sıradan olmayanı ise zaten mutluluğu hiç tatmamıştır bile. neyse işte, genelde sabah 8 akşam 5, maaşlı bir işe gidip, hafta sonlarını tatille geçirip, cumartesi geceleri dışarı çıkmadığında içi içini yiyen, hayatının ilk dönemlerinde herkese ve her şeye dair büyük hayalleri ve planları olan, yaş 24'ü-25'i geçtiğinde ise bedeniyle birlikte ruhu da sarkan, bu nedenle de gerçeklerle yüzleşen, gerçeklerle yüzleştikçe yüzü de de dahil ruhu paramparça olan kadındır.

travmalarla dolu bir geçmişi yok çoğu insanın. zira şimdiki zamanı başlı başına bir cinnet. kendini öldürüp öldürmeme kararsızlığıyla geçen, ne yaparsa yapsın asla olmayan ve olmayacak olan hayal kırıklıklarıyla dolu bir cinnet.
bu yüzden nafile işte hepsi. bu yüzden ne "ben aşığım" diye kendini kandırıp da sunulan beden, ne de doyana kadar hafta sonları uyumak için peşkeş çekilen ruh. hepsi kof. hepsi boş.

insan bu, doyar mı hiç! yetinir mi! gözünün önündekiyle! elin altındakiyle! insan bu! hiç şükrettiğini ya da olanla idare ettiğini gördünüz mü! asla ve asla yetinmez. ta çocukluk döneminden gelen, asla değişmeyecek bir özelliktir bu. 
küçükken en yakın arkadaşının oyuncak arabasını/oyuncak bebeğini kıskanan kişi hiçbir zaman değişmez. belki ölümcül bir hastalık değiştirebilir o kişiyi. o da belki. iyileştiği ilk an kaldığı yerden devam eder hayatına.

hatta böyle bir adam tanımıştım zamanında. kronik astım hastası. buna bağlı olarak da üst solunum yolları enfeksiyonu kapmış, tedavi olmayı reddedip, ne astım ilaçlarını ne de antibiyotikleri kullanan birisi.
bir gün kendisine dedim ki; "neden bu azabı çektiriyorsun kendine?" ki, gerçekten bir azap çekiriyordu. cevabı aynen şu oldu; "tamamen iyileştiğim ilk an asalak gibi yaşamaya devam edeceğim. şimdi öyle mi ama! yarı öfkeli-yarı kızgın, yarı nefes darlığı çeken-yarı oksijene vurgun, hayata tapan birisi olarak yaşamaya çalışıyorum. herkese ve her şeye alışıyorum."

anlam verememiştim. aradan geçen 6-7 yıl sonra düşündüğümde anladım onu. bazen insanın tek sorunu; gerçek bir sorunu olmamasıydı. bu yüzden anladım onu. anlamayı geçip adlandırmaya, anlamlandırmaya çalıştım.
sonra kendi hemcinslerimi bir kenar akoyup, hep kendilerine vurgun olduğum, daha bu akşam üstü home ofisimin olduğu sokakta gördüğüm o güzel turist kızını görüp, istemdışı birbirimize gülümseyip, yollarımıza devam ettikten sonra, yaklaşık bir kaç saat önce de kendisini burger king'te görüp, utanarak bakışlarımızı kaçırdığımda kabul ettim; bu azap bazen bilinçli. bazen nedensiz. çünkü acıyı söküp alırsak ruhlarımızdan, ne kalır geriye! benden söküp alınsa acı, sadece derim kalır. zira iliklerime kadar işlemiş kendisi. iliklerim de kemiklerimde olduğundan onlar da acıyla kaplanmış. sadece derim kalacağı için, derimi de türk hava kurumu kabul etmeyeceğinden mutlu olmak boktan bir masal. uyutandan değil ama. uyku kaçırandan. gerçi kendisi asla ve asla bir kızkaçıran etmez ama neyse işte!!

kadınlar da işte, kadın denen varlık da işte, asla ve asla mutlu olamayacak. kimle yaşayıp, ne iş yapıp, nerede olup, kimle evlenirse evlensin. hiçbir zaman yetmeyecek, onda olan ona. hiçbir zaman yetmeyecek aldıkları, hissettikleri, kendisine hissedilenler.
zira yaratılışı bile din kitaplarında eksik olarak tanımlanıyor. zira varoluşu bile yarım! bu yüzden her şeyi yarım kalacak. ki erkek denen şu estetik yoksunu boktan varlıktan daha erken yaşlanıp hayattan diskalifiye olmasının tek nedeni de yine bu yarımlıktır.

isterdim yalan söylemeyi. tanıdığım, bildiğim, beraber uyuduğum, kahkahalarını suratımda hissederken içten içe kendilerine acıdığım, rüyalarını dinlediğim her bir kadından yola çıkarak her birine "bir gün çok mutlu olacaksınız, o kadar çok mutlu olacaksınız ki mutluluktan öleceksiniz" demeyi.
üzgünüm. yalan söylemeyi bıraktım. gerçeklerle uyuyup, gerçeklerle uyanıyorum ben artık. rüyamda gördüğüm şeyler bile gerçek. bu kadar gerçeğin arasında ise sıkışıyorum çoğu kez. bazen dinini, dilini ve uyruğunu bilmediğim, uzun bir etek giymiş, saçları arkadan bağlı, ayak bilekleri ince, gözleri bal rengi, teni beyaz, burnu dik, dudakları ince, güzel gülen, tanrı'nın yegane ispatı bir kadın uyutuyor beni. tüm gerçeklerden söküp, hayal alemine daldırıyor. tekrar gerçeğe çarpmamsa onun köşeyi dönmesi, gözden kaybolmasıyla oluyor.

Eski sevgilinin yeniden irtibata geçmesi

bir art niyet aramaksızın, yavşaması, pislik yapmaya çalışması ya da incitmesi değildir bazen. adı olmayan, garip ve ilginç bir haldir. ki o an hayatınızda gerçekten birisi yoksa, siz de yalnızlıktan geberiyorsanız ve o insanla aranızda hiç kimsenin anlayamayacağı bir lisan varsa, sakin olmanızı gerektirir ilk başta.
şöyle hafifçe nefis alış-verişinizi ritmine sokup kendinize gelmenizi tavsiye edebilirim öncelikle. ve bir sıralama yapmanızı. eski kafanız olsa, siz eski insan olsanız lak diye hemen karşılık verip, atlayın derim de, yok öyle. önce sakin olmak lazım. ve bir şeyleri gerçekten ölçüp biçmek.

bu insanla yeniden görüşüp görüşmeme konusunda doğru bir karar vermek için o insanla nasıl tanıştığınızdan başlayabilirsiniz mesela. bir gün siz arkadaşınızın çalıştığı kitabevinde dururken onun elinde amatör edebiyat dergileriyle içeri düşüp bu dergilerin satışı konusunda destek isteyişi... ve arkadaşınızın da sizi gösterip, sizin de bir şeyler yazdığınızı, eğer uygunsa onların dergilerinde yazabileceğinizi söylemesi. ayaküstü, oracıkta telefon ve mail adreslerinizi alıp o gece kendisine bir kaç yazı göndermeniz, kendisinin hemen geri dönüş yapıp yazılarınızın güzel olduğunu söylemesi, buna karşın yaşınızı merak etmesi, ve yaşınızı sorması. neticede bu bir gençlik dergisi. sizinse 29 yaşında olduğunuzu söylemeniz. kendisinin de şaka yollu "sen ihtiyarmışsın be =) " demesi. sizinse gülümsemeniz.

tüm gece sohbet etmeniz, sohbetin en heyecanlı anında elektriğin gitmesi. evet, gerçek bu. murhpy iş başındadır. mecburen onu aramanız, onunsa sizin "elektrikler gitti. ayıp olmasın diye aramak zorunda kaldım" demenize, "bırak ya, bu yüzden sen de ders çalışamadın ha" deyip takılması, sizinse bu ince zekaya bakıp mutlu olmanız. 

bir kaç gün daha devam eden sohbet ve görüşülüp bir şeyler içilen o ana makyajsız ve özensiz gelmesi. sohbet bir şekilde ikili ilişkilere geldiğinde "sen kadın istiyorsun, güney" demesi. isminizi bir genç kadının ağzından duymanın sizi gerçekten ama gerçekten mutlu etmesi.
sizinse "evet" deyip sadece önünüzdeki kapuçinodan içmeniz. onunsa devam etmesi, "yeni bir insana her şeyi öğretemeyecek kadar yorgun ve sıkılmışsın her şeyden. bu yüzden de sadece ve sadece olan gelsin diyorsun. gelsin ve elinden tutup gideyim."

hep hak vermeniz kendisine o gece. yürüye yürüye onu evine bırakırken yorgunluktan gebermeniz ve hiçbir şekilde bunu belli etmemeniz. aradan geçen bir kaç hafta sonra bir fenerbahçe-galatasaray maçı öncesi onun en samimi olduğu sınıf arkadaşıyla sinemaya gelmesi, sizinse işyerinizin orada olmasındna dolayı kendileriyle ilgilenmeniz. film çıkışı hep beraber eve gidip maçı izlemeniz. 

maç bitmeden evvel sınıf arkadaşının gitmesi. onun sizinle kalıp ortalığı temizlemesi, maçın kritiğini yapması. aynı takımı desteklediğinizi hissedip gülüp eğlenmeniz. sonrasında tekrar kendisini evine bırakmanız.
aradan geçen üç-dört gün sonrası bir filme beraber gitme teklifinize evet demesi. ve koca sinema salonunda kendisiyle birlikte "karanlıktakiler"i izlemeniz. filmin o en güzel anında, atakan patroniçesinin kapısına dayanıp da "gel, gidelim" dediğinde, sizin o'nun elini tutmanız.
film bittiğinde ise elele yürüyüp hiç konuşmamanız.

sonrası malum. beraber geçirilen ev hayatı, izlenen filmler, dinlenen şarkılar, okunan kitaplar. ve askerlik öncesi ona söylediğiniz saçma-sapan bir anektod. ki ben fıkra derdim kendisine; "temel bir gün yolda muz kabuğu görmüş. demiş ki; 'birazdan düşecem.' "
o'nun hem gülüp hem de size "salak" demesi, sizinse "gülmen içindi" deyip gülmeniz. sonrasında her şeyin ama her şeyin beraber yapılması. gün ortasında dövme yaparken dahi kendisi yemek yaptığında müşteriyi bırakıp eve gitmek, sabah uyanıldığında onun dudaklarını omuz başında hissedip, onun okuluna gidişini çaktırmadan izlemek. o'nun okuldan geldikten sonra elbiseleriyle gelip yanınıza uzanması. ve beraber bir kaç saat daha uyumanız.

bulaşık yıkamanız o yemek yaparken, "akşam gelirken 2 ekmek bir de yoğurt al" deyip gülümsemesi telefonda. sizinse 2 ekmek ve yoğurdun yanına bir kaç paket çikolata eklemeniz. hani şu milka'nın vanilyalı olanından.

sonra askerlik. kabus gibi geçen öncesi. ve sonrası. ilk 20 gün. sonra orta kulaktaki denge kaybından dolayı iskenderun askeri hastanesi'ne sevk olup oradan gata'ya, ankara'ya havale ediliş. gata'ya geçiş öncesi denizli'ye gidip kendisini görmek. yılbaşını beraber kutlayıp siktiriboktan bir nedenden dolayı tartışmak. belki de kırmak, incitmek birbirini. asla ve asla olmayacağını anlamak.
8 ocak 2010 tarihinde ankara'dan antep'e geçip yemin törenine katılmak. oradan da bir sınır karakoluna gönderilmek. sınır karakolunda can çekişirken bir gece 1-5 nöbeti dönüşü o kitabevinde çalışan dostla telefonda konuşup, o melun cümleyi duymak; "güney askerliği bitirdikten sonra benimle irtibata geçmesin."

üzülmek. gerçek bir acıyı ta ciğerlerinde hissetmek. oysa o'nu huzursuz ya da rahatsıuz edecek hiçbir şey yapmamışsınızdır. ama insan bu. illa bulur rahatsız olacak bir şeyler. illa kırılacak bir şey bulur. ne de olsa aşık. bu yüzden çabuk incinir. bu yüzden çabuk kırılır.

askerlik bittiğinde gerçekten ama gerçekten hiç muhatap olmamak kendisiyle. sonra bir gece yine ondan gelen bir maili görmek. ve bir şekilde tekrardan denemeyi düşünmek. hemen ertesi gün izmir'e gidip, belki de ömrünün en güzel ve özel gününü yaşamak. tüm gün!
akşam üstü denizli'ye dönerken onu orada, izmir otogarında bırakmanın yaklaşık 7-8 ay önce askere giderken denizli otogarında bırakmakla aynı duyguyu hissettirdiğini anlayıp ağlamak. tek bir damla yaşın yanaklarınızda süzülüşünü hissetmek.

aradan geçen bir kaç hafta sonra o'nun mezuniyet belgesini almak için yaşadığınız yere gelmesi ve 24 saati birlikte geçirip, ertesi gece sizin istanbul'a, o'nunsa izmir' e geri dönüşü. otogarda farklı otobüslere binerken camdan vedalaşmak.
o an her şeyin aslında bittiğini hissetmeniz. bir daha asla ve asla olmayacağını, her ne kadar dilleriniz aynı olsa da ruhlarınız aynı olmadığını kabullenişiniz. ve bir şekilde tüm bağları koparıp, önünüze bakmaya çalışmanız.

ta ki yine bir öğleden sonra o'ndan gelen tek bir mail'le şaşırmanız; "hani yıllarca o insanı gördüğünde konuşacağın şeylerin planını yaparsın yatağında, rüyanda, aynanın karşısında.. ama o öyle bir yerde çarpar ki sana.. işte öyle oldu yine. facebook'un gereksiz yeni uygulamaları. 2010 yılında bugün; "temel bir gün yolda yürürken muz kabuğu görmüş, "birazdan düşeceğim" demiş. (sadece sen gül diye) demiştin.. haklıymışsın.. güldüm.."

evet, "sen gül" diyeydi.

Hiç kimse tarafından sevilmediğini bilmek

özgürlüktür. ve güzeldir lan bu. zira ait olmak yalan. aidiyet koca bir kandırmaca. çünkü sizi seven hep bir şey ister sizden. hep bir şey bekler. inkar etmeyin. dönün ve özünüze bakın sadece. sizi sevdiğini iddia edenlere. ya da sizin sevdiğinizi söylediklerinize karşı takındığınız tavırlara. 
bahaneler ya da sebepler bellidir ama, "seni sevdiğimden böyle yapıyorum. sana aşık olduğumdan...!" ne kadar demode ve kof. manasız ve boş!

oysa eskidenmiş karşılıksız aşklar, sevgiler. baksanıza, platonik aşkın bile devri bitti. bu yüzden sizi sevdiğini iddia edenin çıkarına ters düşen bir şey yapın hele ya da bir şey söyleyin. görün kaç salisede rezilleştiğini. kaç salisede hemen tırnaklarını bileyip de canınızı yakmak istediğini. ya da aynısını siz yaptığınızda-söylediğinizde onun rezillikteki performasına şahit olun!

işte bu yüzden sorun ne biliyor musunuz? sorun, eldekilerin zihindekilerle örtüşmemesi. varolanla hayalin uyuşmaması. bu tip olabilir, güzellik olabilir, özgürlük olabilir, para olabilir, zaman olabilir... adı her neyse artık. bu örtüşmeme canımızı sıkıyor işte. 
böyle olmasa eğer, hiç hoşumuza gitmeyen bir insan bize duygularını açtığında hemen boynuna sarılıp gece-gündüz ağlarız. öyle değil işte. öyle olmuyor. öyle olmaz da. kandırmayalım hiç kimseyi! ilk başta da kendimizi!

her şey dönüp dolaşıp bize geliyor. bizde başlıyor, bizde bitiyor. mesela ben, ne adamlar-kadınlar tanıdım aşka küstüğünü iddia edip de işine gelen ilk anda balıklama o hayata atlayan, o hayatla yeniden cana gelen.
oysa iş kendini pazarlamaya veya kendini temize çekmeye geldi mi herkes acizmiş gibi davranıp işin içinden çıkmak istiyor.

ben istemiyorum. şimdiye dek kimin dilinde adım iyelik eki aldıysa hemen beklentileri ve çıkarları arttı. ve korkularım başladı. o kişi benden bir şeyler umdu. ben istemiyorum bunu. hiçbir zaman da istemedim. özgürlüğüm her şeyden değerli. ben her şeyden değerliyim. yalnızlıktan geberip gitsem de doyana kadar uyuyup kendi işimi yapmak varolmuş ve varolabilecek en iyi şey. ne kimse beni sevmek zorunda ne de ben kimseyi. işin içinden seksi bu tarafa aldığımda gerisi lafı güzaf.

şimdiye kadar birlikte olduğum kadınların hiçbiri ama hiçbiri daha bu akşam üstü sokağın ortasında gördüğüm uzun bir etek giymiş turist kızın benle gözgöze geldiği an gülüşünün verdiği gerçekliği vermedi. bal rengindeydi kendisi, bal!!
bir kaç saat sonra tam onu kuzenime anlatıp burger king'te bir şeyler yerken onun yanımdan geçip, geri dönüp bana bakması ve karşıma geçip oturması, arada bir dudaklarındaki ketçapı peçeteyle silerken bana gülümsemesinin çıkarsızlığını hiçbiri vermedi. veremedi.

sonra çıktım geldim home ofisime. o ise orada kaldı. bu kadar müthiş bir huzur ve keyif veren o kadın bile, sevse beni, hemen bilenir içinde bir şeyler. ya da ben sevsem onu, hemen bilenir cümlelerim.
uyanır içindeki cinler, periler. kötü büyücüler. içimde uykuya yatan tüm zebaniler uyanır uykularından. ve bir savaş başlar. onursuz-erdemsiz, leş gibi bir savaş!

oysa sevilmemek öyle mi! oysa sevmemek öyle mi! ölü(m) gibi(siniz). ölmeden ölümün ön provasını yaşıyorsunuz. eee, zaten yaşamayı da beceremedik, beceremiyoruz, bari ölümün demosuna alışalım!

http://www.youtube.com/watch?v=jbpdaqigksy

Herkesle iyi anlaşan insan

herkesle iyi geçinen insandan çok farklı bu. zira geçinmek yeri gelir çıkar ilişkisine dayalı olur. paraya, pula, kadına, erkeğe, mevkiye... fakat anlaşmak daha farklı. anlaşmak çoğu kez çıkar ilişkisine dayanmaz. bu yüzden bu durum herkesle iyi anlaşabilen kişinin bit yavrusu olduğunun en net kanıtıdır. bu minvalde "her şeyin küçüğü sevilir" lafına aldanmayın siz, bu eylemi kusursuz gerçekleştiren sevilmez. sevemedim ben. hatta bir zamanlar böyle bir şey yazmak istiyordum. bir nevi günümüzün zübük'ü olamayacak olsa da işte kendimce bir şeyler. bir insanın ne kadar küçülüp ne kadar alçalacağına dair.
sonra yanlış hatırlamıyorsam arayıp tarayıp "yavşak" isminde bir kitap yazıldığını öğrendim ve vazgeçtim. hem de kitabın içeriğini bilmeden. çünkü isim hakkı gitmişti. o giden isim hakkıyla benim yazacaklarım da yok olmuştu.
bu konuda deneyebileceğim her şey önceden denenmişti. bu yüzden denemeye gerek yoktu. fazla zorlamak da kişiyi hem fıtık hem de inançsız yapabildiğinden vazgeçtim. 

vazgeçmek?

aslında tüm mevzum bu kelimede benim. o kadar çok şeyden vazgeçtim ki, o kadar çok şeyi oluruna bıraktım ki, o kadar çok şeyi hayat denen suya bırakıp akıntıya kapılarak gidişini izledim ki.
ilk riyakarlığı hissettiğim an saldım iplerini hepsinin. ilk başta anlayamadılar tabii iplerinin salındığını. her şeyi hep bir şartlanmayla yaşadıklarından. her biri benden uzaklaşmaya başladıkça iplerinin salındığını hissedip son sürat gittiler.

oysa bir aralar mutluluğu söküp alabileceğime inanmıştım. bunu başarabilir miydim, muamma. ama biraz çabalarsam olabilirdi. bir yerlerde birileri çabalayarak atomu parçalayabiliyorduysa ben de az bir şey çabalayıp bir şeyler yapabilirdim.
bir yerlerde birileri insan geninin haritasını çıkarabiliyorduysa ben de kendi hayat haritamı çizebilirdim. fakat olmuyordu. olsa da sorun vardı. diyelim ki yaptım, sonra ne olacaktı peki? gerçekten sonra ne olacaktı? hatta sonrası? diyelim ki her türlü başarıyı elde edip dünyanın en güzel kadınlarıyla sevişip muhteşem bir hayat yaşadım. sonrası peki? sonrasına dair bir fikir, bir düşünce, bir ideal? yoktu tabi ki. hiç olmadı.

bu yolda emin adımlarla olmasa da ağır aksak yürürken birilerini görüyordum ama. hayatlarının muhasebesini yapanları, mantık evliliği gerçekleştirenleri, birilerinin acziyetinden faydalananları, her birini gördüğümde üzülüyor muydum? evet. bu durumda ben de onlardan birisiydim ama. onlar işin düşünce boyutundan çıkıp eylem boyutuna geçmişlerdi. bense hala ve hala işin düşünce boyutundaydım.
sanki, hayatımı allak-bullak eden birisi önümde diz çökmüş, ben bıçağı gırtlağına dayamış, sol elimle ters bir kavis vererek kafasını gövdesinden ayırmak isterken insan öldürmenin günah ve suç boyutuna takılı kalmış, öylece boş boş etrafa bakıyordum.

aslında olan aynen buydu. bu olmasa da buna yakın bir şeydi. elimde bıçak olmasa da yerine göre deliller, kanıtlar vardı. yanaklarımda, boynumda, omuz başlarımda...
komplo ya da şantaj değildi, derdim. ki hiç o kadar küçülmedim. o kadar küçülmeyeceğimi hissedenler bit yavrusu olmuş etlerimi ısırıryorlardı ama. herkesle çok iyi anlaşmalarına devam ederek. canımın yanmasının nedenini düşünüyordum böyle anlarda. nedeni ne olabilirdi? hiçbir fikrim yoktu. gerçekten yoktu. her seferinde ölüm gibi bir şey oluyordu. kimse ölmüyordu.

bir teşgalenin içerisine düşmüş, oradan orya savruluyordum. mucizelere yatıp boktanlıklara uyanarak. kendi sesimin değil rengini, kendini bile unutarak. oysa beden diline dair kurs almıştım bir aralar. meğer değil beden dili, insanlar normal lisanları bile unutmuştu.
herkes kendi işine geleni hayatının en üst köşesine misafir edip karşısında el-pençe divan dururken ben öylece bakıyordum gözlerinin en dibine. babama bile eyvallah etmediğimde hayatımın o müthiş kırılma noktası yaşanıyordu: kendine yetebilmek.

iyi de ben artıyordum. benden artanlarla bir şeyler yapılabilirdi. gerçekten yapılabilirdi. ben yapamıyordum ama. yine de birileri yapmak istediği ilk anda yapabiliyorlardı.
geriye dair, geçmişe dair ani dönüşler boynumun tutulmasına neden olduğunda tekrar vazgeçiyordum her şeyden. gündüz farklı bir insanla koca günü geçirip gece başka bir ruhla koyun koyuna uyuyordum. hepsi bendi! hepsi bendim! metaforlardan metafor, ironilerden ironi beğeniyordum.

her şeye karşın, herkes herkesle çok iyi anlaşıyordu. iyi de, ben kendimle bile anlaşamayan hasta bir piç(t)im! bu nasıl oluyordu. sahi bu nasıl oluyor(du)!

23 Ağustos 2011 Salı

TEOMAN

can bu can. şu saçma-sapan medyanın elinde oyuncak olmayı göze alarak gidişini sessizce gerçekleştiremeyişini bile çok göremediğim ciğerparem. şöyle görsem sokakta, yanına gidip boynuna sarılırım. hemcinsim olmasına karşın bir yerlerde oturup bir şeyler içmeyi teklif ederim. öyle bir an gelir mi, geldiğinde ben yanına gider miyim, gidersem de o teklifi sunar mıyım ve kendisi kabul eder mi, muamma.

kendisiyle ilk tanıştığım günü hiç unutmam. bir sonbahar günüydü. televizyonda dönen papatya şarkısı beni kendine doğru çekmiş, o an erkek erkeğe yapılan muhabbete ara vererek televizyonun sesini açmıştım. 
kendimce bir şeyler yazmaya çalıştığım dönemlerdi. işte o gün, eğer içimde müziğe ya da şarkı sözü yazmaya dair bir yeteneğim vardıysa kayboldu. papatya'yı dinledikten sonra, özellikle sözlerine dikkat ede ede, asla ve asla bir müzisyen olamayacağımı anlamıştım.

aynı duyguyu bir de aylak adam'ı okuyup bitirdiğimde hissetmiştim. asla ve asla gerçek bir yazar olamayacaktım. belki bir gün yazdıklarım ya da yazacaklarım bir kapağın içine hapsedilip kitabevlerine dağıtılacaktı, birileri cümlelerimi alıntılayıp yerine göre beğenilerini sunup yerine göre yerecekti. ama ben, asla ve asla yazdığım hiçbir şeyden memnun olmayacaktım.
aylak adam benim değildi çünkü. papatya'nın benim olmadığı gibi. onu ben yazmamıştım. ben kurgulamamış, ben düzenlememiştim. sırf bu yüzden asla gerçek bir yazar olamayacaktım.

aynı duygulardı işte. sonra üniversite için başka bir şehire gidip yalnızlığı iliklerimde hissetmeye başladığımda teoman "sus konuşma" diyordu. "sözler kimin umurunda!"
nereden bilebilirdim ki konuşmanın ne kadar boş olduğunu bana haykırdığını. bilmemedim. yalan yok. aklımın ucundan dahi geçmedi bu. ne kadar gürültü yaparsam o kadar çok dikkati üzerime çekip ilgi odağı olurum diye ummuştum. 
kendisi, kırıklarını aldırdığında kalbinin, ben de yeterince kırılmaya başlamıştım. bir zamanlar gizli gizli dinlediğim teoman'ın cd'leri yaşadığım yeri süslüyor, şarkıları kulaklarımdan gitmiyordu. buna karşın boşvermişliği ve vurdumduymazlığı üzüyordu beni.

teknoloji gelişip iletişim olanakları çeşitlendiğinde teoman'a dair şehir efsaneleri ve bu efsanelere dair erkek egemen argümanlar ortaya çıkıyordu. hiçbiri ama hiçbir onu ifade etmiyordu bana göre. çünkü eksikti. en az teoman'ın kendisi kadar.
bir röportajında " beni kadınlar büyüttü. bu yüzden onları bu kadar iyi bilip anlayabiliyorum" dediğinde kendimle bağdaştırıyordum kendisini. kendisini daha çok sevip daha çok benimsediğimde içim acımaya başlıyordu. 

anlıyordum aklımca. ilk ergenlik ve ilk gençlik yılları yalnızlıkla geçmiş bir adamın şöhret olduktan sonra eteklerine yapışan kadınlar, kız çocukları onu anlamıyorlardı. ve asla anlayamayacaklardı. sırf bu yüzden teoman değerli geliyordu bana. ve gerçek. içindeki boşluk dinmeyecekti. ne o diri bedenler ne de hayatında hiçbir sorun olmamasına karşın aşırı sorunluymuş gibi görünen sorumsuzlar.
teoman yok oluyordu. varoluş sancısı yeni bir teoman doğurmadığında teoman kendisine şantaj yapmaya çalışan medyaya seviştiğine dair görüntüleri isterlerse kendisinin temin edebileceğini söylediğinde artık yaşadığı ülkeden ve bu ülkenin ahlak-namus anlayışından da kopuyordu.

kliplerindeki kadınların yaş seviyesi düşüp etek boyu kısaldıkça, o eteklerin altına da jartiyer giydikçe her biri, teoman daha da dibe gidiyordu. ölmek için güzel bir gün derken her hangi bir güne, aslında o günün yaşadığımız gün olduğunu hissediyordum ben. yine de bunu dillendirecek cesaretim yoktu.
insanlar, kadını-erkeği farketmeksizin hepsi ama hepsi ilham kaynağı olmuşlardı kendisine. yazmak ve bestelemek için ilham kaynağı. hiçbiri yaşam kaynağı olamamıştı hayatına girenlerin. ya da hayatlarına girdiklerinin. yazmakla yaşamak arasındaki şeyse kocaman bir hayattı.

eriyordu bal mumu heykeller gibi. kendi içine gömülüyordu yavaş yavaş. ve canı acıyordu. en kötüsü de bu işte. her sevişten ve sevişmeden sonra içinin acıması. çünkü zamansızdı. 18-22 yaş aralığında yaşaması gereken şeyleri, 35-40 yaş aralığında yaşayan bir adamın zihni yırtılmaya başlıyordu.
ölüm soğukluğunu hissettirdikçe teoman daha da somut olup daha sert yapmaya başlıyordu müziğini. çünkü gerçekle yüzleşmesi geç olmuştu. sanki 30 küsür yıllık bir uykuya yatıp, o uyku esnasında da hayat denen bir rüya görmüştü.

kendisi hissediyordu ama bunu. hem de ta iliklerinde. ben ekran karşısında, röportajlarından, söyleşilerinden hissedebiliyorsam o yaşadığı şeyi ciğerlerine çekiyordu. üzülüyordum. özlüyordum. benden haberi dahi olmayan hemcinsimin bu şekilde yok olması, sanata ve sanatçıya asla ve asla hakettiği değeri vermeyen bir toplumda dünyaya gelip o toplumda eserler sunmak zorunda olduğu için ben onun adına kahroluyordum. 

gökyüzüyle sonsuzluğa uyanıvermek isteyen adam, renkli rüya görmek isteyen adam ölümü hissediyordu sadece. bu ise ağırdı. teoman'ın bile omuzlarında taşıyamayacağı kadar ağır. bir de gerçek. bu yüzden "yoruldum" diyordu. ve ekliyordu; "ben keyif adamıyım. hayatım boyunca keyfime engel olan her şeyi hayatımdan çıkardım. bir gün müzikten de keyif almazsam ve o müzik keyfimi bozarsa onu da hayatımdan çıkarırım."

temsil ettiği varsayılan rock etiketini gerçek manada yansıttıkça dünya görüşü batıyordu birilerine. duruşu ve düşünüşü fazla geliyordu sığ beyinlere. bu yüzden hem kendisiyle aynı jenerasyondan olup hem de aynı müzik tarzını benimseyen diğerlerinden ayrılıyordu. 
diğerleri işin sadece gösterişindeyken teoman müzik piyasasına düştüğü an -özellikle ilk albümüyle- "ben sizden değilim" diyordu. ve değildi. onlar kendi küçük dünyalarındayken teoman muhteşem cümleler yazıp sadece konuşurken değil de şarkı söylerken de gereksiz olan tek bir harfi yaptığı şeye dahil etmiyordu.

keyfi kaçmıştı bir kere ama. keyfi kaçtığı için de müziğe harcadığı zamanı boşa geçen bir zaman dilimi olarak görüyordu. gerçek oluyordu ütopyası. kimin diyordu kendisini saran ellere. cevap yoktu. apansız uyanıyordu düşlerinin en güzel yerinde. oysa annesinin hayırsızıydı o. dizleri boş mu diye sorduğu annesinin kafası hep güzel ufaklığı.
kendini herkesten ve her şeyden korumak için anne rahmine dönme isteğinin dışavurumu değildi gerçekleştirdiği. bitişin noktasıydı bu. en güzel hikaye değildi ama. hiçbir hikayesi güzel değildi zaten. onun canı acıyarak bestelediği ya da yazdığı her şey başkaları için güzeldi sadece. kendisi için acıydı hepsi. çok acı hem de. sırf bu yüzden gidişini sessizce gerçekleştiremedi. nasıl gerçekleştirsin ki, yalnızdı o hep. yalnız dünyaya gelmiş, hatta yalnızlığın içine doğmuş, o yalnızlıktan beslenmiş, yazmış-bestelemiş yine o yalnızlığa gömülmüştü. ilki kendi seçimi değildi. ikincisi ise... neyse...

http://www.youtube.com/watch?v=knqhhnev1jg

büyüdü sonunda. her halde. galiba. kesin. sanırım. belki...

KOSMOS!

Çoktandır hakkında bir şeyler yazmak istediğim bir film Kosmos. Fakat buna haddim var mı ya da yazsam, izlediğim an hissettiklerimin kaçta kaçını yazabilirim, hiçbir fikrim yok açıkçası.
Reha ERDEM'in önceki filmlerini de izlemiş birisi olarak söyleyebileceğim ilk şey; KOSMOS, değil Reha ERDEM'in, Türk sinema tarihinin mihenk taşıdır bana göre. Kendisinden önce beni büyüleyen Gegen Die Wand ve Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü de olmuştu ama bu film  başlı başına bir baş yapıt.

İlk başta Battal'dan başalayalım; kendi iç dünyasında kaybolmuş, aşk hastası bir genç adam Battal. Gerçek adının bu olmadığından adımız gibi eminiz ama. Ki bu durumu kendisi ispat ediyor, Neptün'le çay kenarında karşılaşıp konuştuklarında. Neptün'ün de gerçek isminin Neptün olmadığı ortada.
Kendilerince bir oyuna tutuşmuşlar. Daha doğrusu tutuşuyorlar. Birbirlerini ilk gördükleri andan itibaren. Lisanları kendilerine ait, vahşi hayvanlar gibi ses ve görüntüyle sevip, aşık olup, sevişip iletişime geçiyorlar.

Kosmos, geldiği yerleşim yerinde bir hayat kurtararak iyi bir izlenim bırakıyor. Ki o yer bir sürgün yeri. Sınırda, sınırın açılıp açılmaması ile ilgili her dem sorunları olan yerel halkın küçük savaşlarıyla geçiyor ilk günleri. Ama o hep arayış içerisinde. Çalışmayı reddediyor. Bu yönüyle Aylak Adam'a bir selam çakıyor mu filmin yönetmeni, muamma.   Çakmıyor olsa bile o telaşın içerisinde değil Kosmos.

İnsanlara şifa ve huzur dağıtırken "size sarılmaya gelmiştim" efendim dediği kadının yanından kovulduğunda sadece aşk istiyor. İnsanüstü güçleri var. Neptün'ü kahvehanede gördüğü an " ben bununla kendimden geçerim" diyen Kosmos, yok oluyor her yeni insanda. Yine de umudu dimdik. Ağlaya ağlaya geldiği yerleşim yerinden yine ağlaya ağlaya gideceğinden emin olmasına karşın mücadelesini veriyor.  Ve bu mücadeleyi verirken de elinden geleni ardına koymuyor.

Babalarının cenazesini oradan orya taşıyan oğulları, yerleşim yerine düşen füzevari cisim, gelenekle yenilik arasında sıkışıp kalmış ahali, asla bir yabancıyı kabul etmeyen halk, fakat o yabancı kendilerine yardım ettiğinde şükranlarını sunmaları...

Muhteşem bir film. Defalarca izlenesi. Özellikle Kosmos'la Neptün'ün ojeyle ellerine ve ayaklarına pençe yapıp uçtukları sahne var ki, filmde 82!nci dakikaya tekabül eder, işte bu sahne dünya sinema tarihinin en iyi sahnesidir.

KOsmos'un canını yqkqn tek şeyse ölüm. Ölüm karşısında çığlığı basıp da canından can gidişi. Ölümü kabul edemeyişi. Hepimiz topraktan geldik ve yine toprağa gideceğiz derken aslında kabul edemeyişinden kaynaklı bu tavır.

Filmin ses, görüntü, senaryo ve kurgusuna ise laf etmek haddime değil.

Söylenecek çok şey var aslında. Yine beynimden geçenleri geçiremedim buraya. Laf kalabalığı yapmaya değmez. Sözü Kosmos'a bırakıp meydanı terkedeyim en iyisi;

"Tanrı insanı doğru yarattı!"

http://www.youtube.com/watch?v=HNH--uTLUXg








22 Ağustos 2011 Pazartesi

Varım. Öyleyse düşüneyim.

varolan her insanın hayatında bir kereliğine kendisine söylemesi gereken cümle. 

varım. öyleyse bi düşüneyim. neden varım? varlığımın amacı ne? insan olmanın erdemine varmış mıyım acaba?
ya da, gerçekten tek başarı çeşidi istediğin hayatı yaşamak mıdır? bir düşüneyim ben. beni, diğer tüm canlılardan ayıran özelliğimi kullanayım. aklımı ve zihnimi, tutarlı ve ahenkli bir şekilde çalıştırıp sorular sorayım. cevaplar bulmak için.
cevaplar bulamasam da sorular sorayım ben. insanların beyni ve ruhu düşünmemekten kokuşmuşken, ruhları is bağlamışken, kalpleri ve yürekleri çok önceleri ölmüşken bir düşüneyim ben.

ölümü düşüneyim mesela. o sonsuz yok oluşu. cenneti. cehennemi. tanrı'yı. şeytan'ı... her şeyi düşüneyim. varlığımın bedeli ölüm olduğu için ölümden sonrasını düşüneyim.
şimdilerde, binlerce parfümle, deodorantla süslediğim, baktığım bedenim, bir gün mezarda, börtü böceğe lunapark olduğunda ne yapabileceğimi düşüneyim.
zihnimden benliğim geçsin bir anlığına. zihnimden dünyalar geçsin. zihnimden dünya geçsin. üzerinde taşıdığı tüm mutluluklarla, tüm acılarla dünya geçsin zihnimden.
her şey geçsin zihnimden. sonrasında ben de kendimden geçeyim.

düşünme yetisi ölümüm olsun benim. sorularım ve cevaplarım araf'ın tanrı'sına götürsün beni. her şeyi elimin tersiyle itip, hayata başlama vuruşunu yapanı bulayım.
varım çünkü ben. ellerim dokunuyor her şeye. yanan sobaya ve mis kokulu o yarin bedenine. gül yüzüne.
varım, öyleyse bi düşüneyim ben. gözlerim görüyor her şeyi. kulaklarım duyuyor. duyulmaması gerekenleri dahi. ve dilim, acıya dair her şeyin tadını ezbere biliyor.
ama ben, varlığıma bir neden arıyorum. bir neden bulamasam dahi varolduğumu biliyorum en azından. 

varım ben. öyleyse bi düşüneyim. sizler düşünmemeye devam edin.

Cehennemi haketmek

çok zor değil. sadece istemeniz yeterli. istedikten sonra da o uğurda yaşamalısınız. öyle, tüm büyük günahları işleyerek değil. sadece ve sadece düşünerek de yapabilirsiniz bunu.
öz kızınıza tecavüz etmenize gerek yok. ya da, dünyadaki en pislik insan olmanıza. yalanlar söylemenize gerek yok. ya da alkoliğin birisi olup da o yolda ölmenize.
affediciliği ile gurur duyan tanrı'nın beyninin allak bullak edip, sizi affetmemesi için elinizden geleni ardınıza koymama durumunu birebir idrak etmenizdir.

denedim. oluyor. zor değilmiş sevmeden sevişmek. yalan söylüyor şairler, yazarlar, şarkıcılar, yönetmenler... yalan söylemişler. uyanın insanlık!

yalan söylemiş herkes. yalan söylemiş tanrı! yalan söylüyor!

zor değilmiş sevmeden sevişmek. bir hayvan gibi. duygusuz, hissiz, dilsiz...

hiç zor değilmiş. 

yeter ki sizi sırtınızdan vuranları, sizi yarı yolda bırakanları, sizi sevemeyenleri düşleyin. çok kolay oluyor orgazm olmanız.
pişman da olmuyorsunuz sonunda. canınız da acımıyor. rahatlıyorsunuz. milyarlarca kadınla sevişmiş bir erkeği becermek gibi bir duygu hissediyorsunuz.
tüme varıyorsunuz insanlık. tüm oluyorsunuz.

eksiklikleriniz umrunuzda olmuyor. yarım olmanız, sizi rencide etmiyor.

cennetten ümidinizi kesip, cehennemi haketmek için yaşıyorsunuz!

Gökyüzüne "orospu çocukları!" diye bağırmak

muhatabı kim olursa olsun, kim üzerine alınırsa alınsın, umrumda olmadan yapmayı istediğim ve yaptığım eylem. sesim yettiğince, yüreğim ve bileğim döndüğünce bağırdığımda geri çekildi insanlık. inine çekildi insanlar. çıkarsız bir şeyler yapmayı unutmuş olan insanlığın yüzündeki maske düştü. insanlık üryan oldu. gökyüzüne diktim kafamı. sarhoş değildim. ki, alkolü bırakalı yıllar oldu. artık hayatı sek içiyorum. içime çektiğim oksijen genzimi yakıyor. alkol yoktu kanımda. beynim atom reaktörü gibi çalışıyordu. insanların hırsları ve şehvetleri karşısında çaresiz hissetmiştim kendimi. insanlara bakıp da insan olduğum için kendimden utandığımda yapmıştım. yapmasaydım bunu. kafamı gökyüzüne dikip de nefesim yettiğince "orooooospuuuuu çocuklarııııııı!..." diye bağırmasaydım, seri katil olurdum. 
ben kolayı seçtim. kaptığım gibi mahallemizdeki kasabın emektar satırını, ilk başta kasaptan başlayıp tüm insanlığı keserdim. böylesi daha iyi. böylesi daha umarsız.

çünkü; çocuklar ve yaşlı insanlar var hala dünya üzerinde. yoksa, kıyameti çok erken bir tarihe almam fazla zor değil. dünyanın temeline dinamit döşeyip de havaya uçurmam zor değil. düşünerek, düşleyerek, sorgulayıp da cevaplar bularak/bulamayarak tüm bunları başarmak hiç de zor değil.
çocuklar ve yaşlı insanlar var yeryüzünde. kıyamam onlara. canım acır. harakiri yapmak gibi bir şey olur, dünyanın üzerinde yaşlı insanlar ve küçük, masum çocuklar varken temeline dinamit döşeyip de havaya uçurmak. benim intiharım olur bu. yapmam. yapamam. anca, kafamı gökyüzüne dikip bağırırım ben.

her şehirde, her ortamda, canım her sıkıldığında. birlerinin tepkisini merak etmeden. linç olmaktan çekinmeyip. çünkü, üzerine alinan yok. orospuluğu kendine yakıştıran yok. ve orospu çocukluğunu. herkes mutlu ve mesut yuvalarinda. herkes mutlu ve mesut hayatini yaşiyor. herkes...

oysa, bir kere daha bağiriyorum:

"orooooossssspuuuuu çocukkkkklaaaariiiiii!..."

İntihar etmeden önce herkesi ve her şeyi öldürmek

bir gün intihar edecek olursam yapacağım eylem. uyuz olduğum, iki yüzlü olduğunu iyi bildiğim, bencilce davranan, evrensel çıkarları kişisel çıkarlarının ardında bırakan, tecavüzcüleri, puştları, itleri, g.ötleri, yavşakları, öz kızına cinsel tacizde bulunanları, yalancıları, hem ruhunu hem de bedenini üç kuruşa satan orospuları, türkler hakkında hiçbir bok bilmeyip de atıp tutan almanları, cezayir ve afrikayla ilgili planlar yapan fransızları, üçüncü dünya ülkeleri hakkında ahkam kesen gelişmiş olan ülkeleri, g8 adı altında dünyanın despot liderlerini, barbekü partilerinde dünyanın geleceğini tayin eden modern olduğunu sanan ülkeleri, dünyanın altını kazısan, ilk karışta karşıma çıkacak olan "made in usa" yazısının sahibi olan o ülkeyi, cezaevlerine düşmeyip de hala dışarıda gariplerin, yetimlerin ve mazlumların hakkını yiyenleri, ölmeden önce bir kez olsun ölümü ve tanrı'yı düşlemeyenleri, "hiçbir şeye inanmıyorum" adı altında kendisini pazarlayanları, dünya döndüğü için güneşin batmadığını hissedemeyip yalan yanlış duygu istismarı ile bir yerlere gelmeyi düşünenleri, her insana farklı muamelede bulunanları, devlet dairelerindeki işlerine üç kağıtçılık karıştıranları, rüşvet alan makam sahiplerini, dokunulmazlıklarının ardına saklanan milletvekillerini, köşelerinden hayatı anlatmaya çalışan köşe yazarlarını, birileri de kendileri gibi mutsuz ve ümitsiz olsun isteyen romancıları, edebiyatçıları, şarkı sözü yazarlarını, bestecileri, aşkı şişirip de önümüze sunan, yaşamaya geldiğimizde geri çekilen tüm insancıkları, anne ve babasını reddeden tüm ibneleri ve orospu döllerini, sonradan cinsiyet değiştiren götoşları, bu dünyanın temelinin kokmasına katkı sağlayan tüm canlıları, zorla çiftleşmeyen pandaları, tembelliği yüzünden nam salan koalaları, hiçbir zaman evcilleşmeyen kurtları, ateş çemberlerinin içerisinden, bir şekerlemeye sebep atlayan aslanları, binbir şebeklik yapan maymunları, karşı cinsi etkilemek için götünü yırtanları, tüm bunları bir kez olsun aklından ve zihnindsen geçirmeyip de hala ve hala bu yaşama dört elle sarılan tüm mahlukatları, duyguları ve düşünceleri de öldürmek isteyip de, hatta öldürüp de kendimi öldüreceğim zaman haklılığımı kanıtlayacağım eylem.

şimdi yapamam ama. ne zamanım yeter. ne de gücüm. tüm kokuşmuşluklarınızla yaşamaya devam edin siz!

İlk yalnızlık

insani tüm özellikler kendinde olup da insan olmayanın yalnızlığı. tüm hissiyatlar kendisinde olup da hissedemeyenin yalnızlığı. hissettiğini hissettiremeyenin yalnızlığı.
evrende hiçbir şey yokken "ben vardım" diye iddaa edenin yalnızlığı. tüm yalnızlıkları bölsen, çarpsan, toplasan yine de bu yalnızlığa denk gelemeyecek olan, her şeyi kapsadığını iddaa edenin yalnızlığı.
tüm lisanlarda, tüm dinlerde, tüm coğrafyalarda, tüm zihinlerde bir anlığına ismi anılan, silueti canlandırılmaya çalışan, varlığı ya da yokluğu somut delillerle ıspatlanamayanın yalnızlığı.

en muhteşem yalnızlık. kelimelerle, cümlelerle, beden dili ile anlatılamayacak, sadece ve sadece içeride bir yerlerde hissedilip, kendisine üzünülecek, can yakacak, iç geçirtecek, yerine göre kahrettirecek, yerine göre ise şu sınırlı zihin ile sınırsızı anlamaya çalışıp da başaramadıktan sonra aklı kaybetmeye yüz tutturacak, evrende varolan her şey kendisinden bir parça olan, şeytan'ı cehenneminde yakacağını iddaa eden , günahkar cinleri ve insanları da cehhenneminde yakacağını iddaaa eden, bu nedenle de kendi nurundan bir parçaya kıyacak olan, bilinçli olarak intihar edecek olan, intiharı en büyük günah saydığı içinde kendisiyle çelişecek olan, kendisiyle tutarsızlık yarışı yapaacak olanın yalnızlığı.

bu yalnızlık: kendi yalnızlığını başkalarınn varolmasıyla gidermek isteyip de yanlış bir hamle yaptığını anlamayan/anlayamayan tanrı'nın yalnızlığı!...

bu yalnızlık; ancak o'na yakışır.

çünkü; o'nun kadar eski ve o'nun kadar soylu. o'nun kadar yıllanmış. o'nun kadar...

İlk yalnızlık

insani tüm özellikler kendinde olup da insan olmayanın yalnızlığı. tüm hissiyatlar kendisinde olup da hissedemeyenin yalnızlığı. hissettiğini hissettiremeyenin yalnızlığı.
evrende hiçbir şey yokken "ben vardım" diye iddaa edenin yalnızlığı. tüm yalnızlıkları bölsen, çarpsan, toplasan yine de bu yalnızlığa denk gelemeyecek olan, her şeyi kapsadığını iddaa edenin yalnızlığı.
tüm lisanlarda, tüm dinlerde, tüm coğrafyalarda, tüm zihinlerde bir anlığına ismi anılan, silueti canlandırılmaya çalışan, varlığı ya da yokluğu somut delillerle ıspatlanamayanın yalnızlığı.

en muhteşem yalnızlık. kelimelerle, cümlelerle, beden dili ile anlatılamayacak, sadece ve sadece içeride bir yerlerde hissedilip, kendisine üzünülecek, can yakacak, iç geçirtecek, yerine göre kahrettirecek, yerine göre ise şu sınırlı zihin ile sınırsızı anlamaya çalışıp da başaramadıktan sonra aklı kaybetmeye yüz tutturacak, evrende varolan her şey kendisinden bir parça olan, şeytan'ı cehenneminde yakacağını iddaa eden , günahkar cinleri ve insanları da cehhenneminde yakacağını iddaaa eden, bu nedenle de kendi nurundan bir parçaya kıyacak olan, bilinçli olarak intihar edecek olan, intiharı en büyük günah saydığı içinde kendisiyle çelişecek olan, kendisiyle tutarsızlık yarışı yapaacak olanın yalnızlığı.

bu yalnızlık: kendi yalnızlığını başkalarınn varolmasıyla gidermek isteyip de yanlış bir hamle yaptığını anlamayan/anlayamayan tanrı'nın yalnızlığı!...

bu yalnızlık; ancak o'na yakışır.

çünkü; o'nun kadar eski ve o'nun kadar soylu. o'nun kadar yıllanmış. o'nun kadar...