10 Şubat 2012 Cuma

Doğmak

evrendeki iki mucizeden ilki. ikincisi ise... dur dur, sabırsızlanma hemen. ikincisini bekle biraz. nasılsa insanın ömrü ya beklemek ya da bekletmekle geçmiyor mu, ne bu acele.

bugün benim doğum günüm. gerçek doğum günüm ama. kimlikteki halinden tam bir ay önce yani. oysa bir ay erken dünyaya gelmişim ben. annem söylerdi, "seni dünyaya getirmek istemiyordum aslında ben. kürtaj için gittiğimde doktor 'geç kalmışsınız hanfendi' dedi" diye eklemişti.
oysa varolmak o kadar güzel ki. varolduğun süre içerisinde bir şekilde hep bir telaş ve curcunanın içinde olup her yeni güne yeni bir mucize ümidiyle bakmak.

gündüz, çok şık ve cicili-bicili bir kişilik giyip gece olduğunda çırılçıplak kalmak, özünle yüzleşmek öyle güzel ki. insanı gerçekten insan yapıyor. bu yüzden de hem yaşamak hem de varolmak manalı oluyor. 
oysa yaşamı elinin tersiyle iten insanlar var. intihar edenler yani. hastalıktan, doğal afetlerden, trafik kazalarından, kör kurşundan ölenler... hepsi için bu gece sabaha kadar ağlayabilirim.

hiç sevişmemiş ve hiç sevilmemiş genç bir bedenin yok olması onurumu incitiyor bu yüzden de. bir kere öpüşmeden iki metrekarelik çukura indirilmek zoruma gidiyor.
biliyorum çünkü, toprağın üstü bu denli soğuk ve ruhsuzlarla doluysa toprağın altı ne biçimdir.
ve çoğu zaman kendime itiraf edemesem de ben ölümden ciddi manada korkuyorum. bağımlılığım hayatla çünkü. benim zehirim oksijen. kendimi bildim bileli içime çekip ciğerlerimle birlikte bedenimi yaşlandırıyorum.

bugün benim doğum günüm. yine böyle bir karlı kış akşamında dünyaya gelmişim. annemler akraba ziyaretine gittiklerinde. malum, 80 yılının karı-kışı-kıyameti. bir ay boyunca yollar kapalı olduğundan nüfusa kaydedilememişim. sonrasında varolduğum ispat edilmiş. işin absürt ya da ironik tarafı ise şu, normal doğumum 10 martta olacakmış. ben normal doğumumdan 1 ay önce dünyaya gelip normal doğum tarihimde varolmuşum.

acayip. bu acayiplik içerisinde geriye dönüp baktığımda hissettiğim tek şeyse "artık oldum" diyebilmek. bu olmanın içinde "varolmak" gerçekten var mı, bir fikrim yok. ya da yok olmak. buna dair de bir düşüncem yok.
sadece olduğumu biliyorum artık. "32'ine kadar intihar etmezsen olacaksın" diyen o güzel adamın dediği buymuş meğer. bir nevi dalda büyüyen armut gibi olmuşum sanırım. bir nevi turşu olması için tuzlu suya yatırılan hıyar gibi. evet, ben de artık kendi kendime "oldum" diyorum. ya da öldüm. sadece sesli harfleri deforme ediyorum yazarken. ya da yaşarken.

ama olduramadım, biliyorum. hiçbir şeyi hem de. ömrümün şu anında bile hala ve hala çok basit inanıp, çok basit güvenip çok basit her hangi bir erkeğe "kardeşim" kadınaysa "ablacığım" diyebiliyorum.
biliyorum çünkü, en nihayetinde kardeşiz. ki bu yüzden bu denli acımasız bu denli hırçınız. yoksa niye incitelim birbirimizi. yoksa niye alaşağı etmeye çalışalım her şeyi.

bugün benim doğum günüm. 32 yıl önce, bir kaç saat sonra sapsarı bir velet dünyaya gelmiş. o an, o saatte dünyaya gelen belki de binlerce velet gibi.
el bebek-gül bebek büyütülmüşüm. konu-komşu gelip beni evden götürür, sevip geri getirirmiş. annem bunu anlattığında gülerdim. ki şimdiki halime nazaran gerçekten sarışınmışım.

bir keresinde 3-4 yaşıma ait tek fotoğrafımı abimlerde görüp istemiştim. o ise vermemişti. kaybederim diye. doğru bilmişti. kaybederdim. oysa bu gece o fotoğrafı karşıma almak isterdim.
şimdilerde bağırsak kanseri olan amcamın oğluyla bir duvarın üzerinde gözlerimi kısarak baktığım fotoğraf makinasının merceğinden baktığım dünyaya o sarı veledin gözlerinden bakmak için.

bugün benim doğum günüm. ve ben ömrümde ilk defa kendime "iyi ki doğmuşsun" diyorum. iyi ki doğmuşsun ve bu güzel şehirde yaşıyorsun. kafana göre uyuyup, kafana göre yiyip, içip sevişebiliyorsun.
ilk defa gerçekten sindirebiliyorum her şeyi. alışkanlık işte. yapacak bir şey yok. bir noktadan sonra gardı düşüyor insanın. iradesi kırılıyor. bir gün bir bakıyor ki insan, küfrettikleriyle kolkola. nefret ettikleriyle köpekler gibi sevişiyor.

bugün benim doğum günüm. bu yüzden de kutsal görüyorum doğmayı. bir katrelik spermden varolup bu denli yer kaplamayı. hadi onu geç, evrim geçirmeyi. alet-edavat kullanıp düşünebilmeyi.
yazmayı örneğin. ya da okumayı. su içmeyi. yoğurt, ıslak hamburger, künefe, beyti, waffle, mantı... yemeyi. çay içmeyi. kahve, white chocolate mocha, şarap, viski ve rakı içmeyi.

evet, rakı içebilmeyi mucizevi görüyorum. bu yüzden doğum bana kutsal geliyor. bu yüzden dert etmiyorum hiçbir şeyi. ne bu süreçte verilip de yutulan sözleri. arkadan vurmaları. asmaları, kesmeleri...
ne insan ne de insanın kötülük adı altında gerçekleştirdiği hiçbir şey iğrenç gelmiyor bana. zira doğmak başlı başına bir mucize. hiç, bir mucize boktan bir şeye dönüşür mü?

dönüşenler vardır illa. dert değil. ama doğmak yeterince mucizevi. hatta evrende varolan ilk mucize. ikincisi ise... anmayacağım adını bu gece. bilen bilir. hayatın bitiş noktasında o yazıyor zira. ama ben, doğmayı o kadar mucizevi görüyorum ki, ikinci mucize için azrail geldiğinde onu dudaklarından öpeceğim. 

bugün benim doğum günüm. bu ise şarkım olsun hadi. bana, benden küçük bir hediye. kendisini her dem özlediğim o güzel adamdan;

http://www.youtube.com/watch?v=pxfdsspfcok

7 Ocak 2012 Cumartesi

Türkiye'de internetin ilk yılları

dönemlerin/yılların en güzeliydi. internet ve bizler için gerçekten sancılıydı. ve benim bu dönemlere ait unutamadığım iki anım vardır. birincisi "bacak hikayesi." ikincisi ise "alper." yok lan, sapım ben. hemen kız sanıp da üşüşmeyin mesaj kutuma.

bacak hikayesi; internetin ilk geldiği dönemlerde bir arkadaşla gecemiz-gündüzümüz bir geçiyor. çocuk gerçekten fırlama bir tip ama. ikimiz de cemaat yurdunda kalıyoruz. cemaat yurdunda kalıyoruz da alakamız yok. ne sohbetlere gidiyoruz ne de maklube yemeye. gerçi ben bir kaç defa maklube yemek için sohbetlere gittim, o hiç gelmedi ama. artık neyi bahane edip gelmiyorduysa, bilemem.
o zaman kaldığımız yurt şehrin tam göbeğinde. taksim meydanı'ndaki the marmara otelinin düşünün işte. geleni-geçeni izliyoruz orada. canımız sıkılıyoruz ama. akşam 8'den sonra dışarı çıkmak yok. toyuz. biz de gündüzleri beraber takılıp zamanı öldürüyoruz. bu zamanı öldürme eylemlerimizin başını da okey oynamak çekiyor. çekiyor da, bize eşlik edecek iki kişi daha yok. tek başımıza çörekleniyoruz bir oyun salonuna, okey istiyoruz, millet bize tip tip bakıyor. el çabuk bitiyor, taşları dizmesi dert.

yaklaşık 3-4 ay gittik o oyun salonuna. bir gün baktık millet iyice bize kıl, yaşlı bir amca geldi yanımıza, "siktirin gidin lan" dedi. gizli polis misiniz, ibne misiniz anlamadık amına koyim."
gencecik adamlarız, topukladık hemen oradan. sonra sanal alemde şansımızı deneyelim dedik. dedik de, yine şansımız yok. bahtımızı sikeyim. nereye giriyorsak erkek çıkıyor.

bir gün kızmış gibi davranıp bir erkeklle muhabbet açtık. konu uzadı da uzadı. en sonunda karşıdaki genç bize soruyor işte, hobilerimizi, fobilerimizi falan filan.
konu sekse geldi, yanımda piç arkadaş sordu, karşıdaki elemana; "bacak sever misin?" karşıdan hemen cevap geldi; "evet." bizim piç bacağı geçirdi; "o zaman bacaklarımızı içinde hisset. biz erkeğiz. hem de iki kişiyiz. sie."

çocuğa bacağı soktuk, arsız arsız dolanıyoruz nette. öyle bir bağımlısı olmuşuz ki, ne desek olmuyor. bir gün iki kızla tanıştık. ama yemememiz lazım bacağı. kızlardan birisi, atıyorum, ismim "jale" dedi. arkadaşının adı da "alper."
biz döndük arkadaşla birbirimize bakıyoruz. buyur buradan yak. neyse işte, konuştuk da konuştuk. arkadaşım piçin önde gideni. jale'yi kaptı. bana kaldı alper. o zamanlar denizli'deyiz. 

bir cumhuriyet bayramı öncesi yolumuz düştü istanbul'a. çocuğun ailesi burada zaten. harem'de inecem. kızlar da bolu'da okuyorlar sanırım. kızlar diyoruz da alper hep aklımda. ulen alper, alper, alper...
indim harem'de. kız beni bekliyor orada. vermişiz numaraları. arkadaş gitti. o da jale'yle başka bir yerde buluşacak. bana kaldı alper. yol bilmem, iz bilmem. aradım kızı. sesi, kız sesi. ama hala korkuyorum. buluştuk bir tavuk dönercide. iki tavuk döner iki de ayran söyledik. heyecandan altıma sıçacam.

kız diyor ki "kirpiklerin çok güzel" ben diyemiyorum ki "senin saçların, saçların alper, saçların, öyle güzel ki, sonsuza dek onlara dokunmak için kavga edebilirim her erkekle. alper, anlıyon mu beni?"
kızın adının alper olması bozuyor tüm duygusallığı. otogardaki bir tavuk dönercide sokuluyoruz birbirimize. dükkan sahibinin elinde döner bıçağı, alper'in saçları yüzümde. ve benim o sorum;

"kimliğini görebilir miyim?"

bir erkeğin ne kadar mal olabileceğinin katıksız ve rakipsiz örneğiyim o an. sorumun akabinde alper'den bir anda kendini geri çekiş, kimliği çıkarış ve bana "alper" yazısını gösteriş. sonra ayaklanış, götüme tekmeyi basış ve gidiş.

yanarım. alper'e, saçlarına, yediğim martı dönere. kesinlikle martıydı. bir tavuk o kadar lezzetsiz olamaz zira. alper'in babasına. ve mallığıma. sana aşıktım alper, ama babanı sikeyim. sen kadar güzel bir kıza alper diye isim koyulur mu!

ÖLÜM

buz gibidir. dokunamazsın, koklayamazsın, öpemezsin, hatta bakamazsın bile. bu yüzden de ölen bir insan hemen defnedilir bir çok dinde ve toplumda. bu yüzden de bir an önce ölüm toprak altı edilir. ölen kişinin hemen defnedilmesinin bahanesi bellidir ama; ölünün cesedinin çürüyüp etrafa pis kokular yayıp bulaşıcı hastalıklara neden olmasının önüne geçmek. bir yönden haklı bir tutum olsa da bu ölümün soğukluğundan hiçbir şey götüremez ama.

ne zaman bir ölüm haberi alsam ya da duysam elim ayağım çekiliyor her şeyden. hele bir de az-çok sempatimin olduğu, sevdiğim birisi ise o insan öyle bir acı ve pişmanlık gelip göğüs kafesime oturuyor ki, sonsuza dek yerimde durup, gerekirse hiç nefes almayıp öylece ölmek istiyorum. son nefesim yaratıcıya küfür mahiyetinde olsun diye. hele de diğer insanların yaşarken her şeyi erteleyip bir şeyleri zamana bırakması aklıma geldiğinde aklım bedenimden uçup sonsuzlukta kayboluyor.

ölüm işte, evrendeki tek gerçek. tartışmasız herkesin kabul ettiği, sonrasında yeni bir hayatın ya da varoluşun olup olmadığının pek de önemli olmadığı ciddiye alınması gereken tek olgu!
ölümden öte hiçbir şey yok belki, belki de her şey ölümden sonra başlayacak. bu taraftaki hayat ise başka bir varoluşun sadece ısınma turları. peki ya bu taraftaki hayat başka bir varoluşun ölümden sonrasıysa ve gerçekleşecek yeni bir ölüm de başka bir varoluşun doğumuysa? aklım almıyor bunların hiçbirini. aklım almadığı için de tıkanıyorum böyle anlarda.

neyin gerçek neyin yalan olduğu birbirine giriyor. geriye kalansa mezarlıklar ve o mezarlıklardaki mezarlarda çürüyen, sadece kemikleri kalan milyarlarca insan.
ne kadar acı! şimdilerde binbir deodorant ve losyonla koruyup değer verdiğimiz bedenlerimiz bir gün çürüyüp börtü böceğe lunapark olacak.

ne kadar acı! 
bir gün öleceğiz! 

ve bizlerden geriye hiçbir şey kalmayacak belki de. ne adımızı anan olacak ne de sanımızı anımsayan. koca bir hayat tek bir göz kırpma anından ibaret olacak.

ne kadar acı! 
bir gün toprağın altına indirecekler bizi de!

bizi seven, sevdiğini iddia eden herkes biraz oyalanıp hayatlarına devam edecek. bizim birileri için yaptığımız gibi.

ne kadar acı! 
yaşarken kesişmeyen hayatlarımız ve bir türlü birbirine denk gelmeyen ruhlarımız toprağın altında yanyana, sırt sırta yatacak!

ne kadar acı, ne kadar acı ki bir gün istesek de istemesek de her şeyi bu tarafta bırakıp tahtadan ata binip omuzlara alınacağız.

ne kadar acı! 
bir gün dünyaya geldiğimiz gibi yalnız ve çırılçıplak gömüleceğiz!

kefenimiz yetmeyecek bedenimizi ısıtmaya. karın, kışın, yağmurun, çamurun altında canımız yanacak belki de. öyle bir sıkışmışlık ve sıkılmışlık yaşayacağız ki toprağın üstündeki hiç kimse bizi duymayıp çektiğimiz can yanmalarını hissedemeyecek.

ne kadar acı! 
şimdilerde bizim, şimdiye dek ölmüş tüm insanlar için takındığımız umursamaz ve boş tavırları bir gün birileri de bizim için takınacak!

ne kadar acı! 
bir gün öleceğiz! 

ne kadar acı! o kadar acı ki, ölümü gerçekten iliklerinde hissedip o karanlığı ve yalnızlığı beyninde canlandıran her insan yerinden bir milim dahi kıpırdamamalı aslında. öylece beklemeli. ölene kadar değil, ölüp, dirilip tekrardan ölüp tekrardan dirile...

neyse işte.

ölüm; o kadar acı ki, en az kanımız, en az canımızın yanması kadar.

ve o kadar soğuk ki, ağustos sıcaklarında bile hep üşütür beni. üşüttüğü için de hiçbir zaman ısınamadım ben. ısıtamadığı için de hiçbir zaman sıcak kanlı bir insan olamadım.

ölüm işte, o kadar acı ve soğuk ki...

1 Kasım 2011 Salı

Bir insanın karşılık beklemeksizin iyilik yapması

olup olmayacağını hep düşündüğümüz eylem. bazen olmuş, bazense olmamıştır. olduğunda o an gerçekten mutlu olmuş, olmadığında ise insana ve bu düzene bir düzine küfür savurmuşuzdur. biliyorum. bir başkasından değil. kendimden. bu yüzden hep ama hep kendimizi temize çekme telaşına düşmüşüzdür. ne de olsa devir kene olma devri. yapışacaksın enseye, emdikçe emeceskin kanı. ta ki seni o enseden uzun tırnaklar söküp öldürene kadar.
bunu emrediyor çünkü sistem. bunu yapmazsan eğer "yok olursun" diyor. yalan mı söylüyor peki? tabi ki hayır. zira doğal seleksiyon hayatın her köşesinde. ve bu doğal seleksiyon doğaya dair, doğallığa dair ne varsa alıp götürüyor. geriye ise hiçbir şey kalmıyor. ne insan, ne doğa ne de doğallık.

doğallık ve doğanın-tabiatın insan karşısındaki acımasızlığı demişken genç bir kızın hırçınlığı hep canımı acıtmıştır. bir gün onun büyüyüp genç bir kadın olduğunda rimelleri akarak ağlayacağını hayal ettiğimden belki. belki de bir gün onun aşk acısı çekip gerçekten üzüleceğini varsaydığımdan.
genç bir çocuğun serkeşliği de canımı yakmıştır hep. bir gün onun da büyüyüp bir şekilde yok olmaya yüz tutacağını hissettiğimden yine. 
ancak her ikisini beraber düşündüğümde mutlu olmuşumdur. gerçek bir mutluluktan bahsediyorum. şöyle tam suratımın ortasında belirenlerden. hatta delirenlerden. niye delirenlerden dediğimi anlamıyor tabii bir çoğunuz. açıklayayım; "hayatın sırrını çözmüş gibi sadece deliler güler zira."

bir deli gibi hep gülümsemesem de sürekli bir koşuşturmaca ve talaşla geçiyor günlerim. gecelerim ise dingin ve sessiz. çoktandır sadece sessizliği dinliyorum geceleri. ne bir şarkı dinliyorum ne de bir film izliyorum. 
öylece mıh gibi duruyorum gecenin ortasında. hava soğuk olduğundan dolayı ise dışarı çıkıp gezemiyorum. oysa daha bir kaç hafta önce, yoğun geçen günlerin gecelerinde dışarı çıkıp bahariye'den moda'ya yürürdüm. oradan denizi izleyip dönüşte de içecek bir şeyler alıp home ofisime gelirdim.
fakat şimdi biraz daha durum zor. günlük alışverişimi yapmaya bile eriniyorum. bazı sabahlar kaşarlı menemen siparişi verdiğim büfedeki abiden rica ediyorum; "ustam, rica etsem çırağına söylesen, menemeni getirirken bi zahmet 2 paket kısa malbora layt alsın. ben menemenle birlikte hepsinin parasını veririm."

sağolsun usta çırağa söylüyor, sağolsun genç çocuk da getiriyor. hatta geçen gün "sigara fiyatları bir milyon düştü" dedim. "bu yüzden sana bir milyon eksik verecem." "yok abi" dedi. "valla düşmedi. ben dokuz milyona aldım." ben hemen gülümseyip, "anlamam" dedim. "gazetelerde düştü diye yazıyor." "sorun değil abi" dedi, çaresiz bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirerek.

kendisinden bu sabah da 2 paket sigara rica ettim yine. o ise her zamanki tombulluğuyla gelip menemenimi sundu. tam sigaraların ve menemenin ücretini verirken ekledim; "bu sefer bir milyon daha düşmüş sigara fiyatları." "yaaa" dedi kendisi. öyle bir "yaaaa"ydı ki bu, çocukluğuma götürdü beni.
ekmek almak için bakkala gönderildiğim o yıllara. ekmek parasını düşürüp de eve elim boş geldiğim, annemin kızgın kızgın baktığı, babamınsa sadece gülümseyip saçlarımı okşadığı yıllara.

"adın ne genç" dedim domates yanaklarına bakarak. "bulut" dedi. güldüm. "noldu ya" dedi. "bu benim kedimin adı lan" dedim. bu sefer kendisi de güldü. hemen içeriden kedimi getirip gösterdim. ve aralarına geçip yarı şaka yarı ciddi bir dilek diledim. hiçbir şeyin sorun olmayacağı bir dünyaydı dilediğim. 

domates yanaklı tombul bulutu çalıştığı menemenciye gönderirken bir milyon bahşiş verdim. kendisi bahşişi diğer cebine koyarken gülümseye gülümseye çıktı gitti apartmandan. bense askerdeyken müdavimi olduğum kaşarlı menemeni bir güzel hacıladım.

hayatın kahvaltı kısmını atlattıktan sonra genelde çıkmaza girer günüm. müşterim yoksa, o güne dair bir randevu almamamışsa her hangi bir insan, ben bir yatalak gibi yatakta dururum. fosur fosur sigara içip uyuklarım. hafta sonları hariç ama. hafta sonları banyomu yapıp dişlerimi fırçaladıktan sonra hemen salona geçer, salona geçmeden önce de interaktif bir spor sitesinden o güne dair canlı maç yayınlarının kanallarını ve saatlerini zihnime kazır, tüm hafta sonunu maç izlemekle geçiririm.
hatta bazen ipin ucunu o kadar çok kaçırırım ki, bir maç bittiğinde diğer maçın başka bir kanalda ya da aynı kanalda başlamasına 1 saat-45 dakika varsa, hemen playstation'ı açıp pes oynarım. dinmez yine de içimdeki spora ait sevda. telaş. ve hayranlık.

ama günüm geç biter çoğu zaman. güneş doğduğunda kafamı yastığa koyarım. aslında bunun nedeni çok basit; ilk görünen neden, kendime ait bir işimin olması. yani uyuma ve uyanma saatlerimi kendim ayarlamam. diğer neden ise, yani benim görüp diğer insanların görmediği neden ise erkenden uyanıp da o koca günü bitirememe telaşı. ve o koca günde binbir berbat haberle üzülmemek.
en son erken uyandığımda van depremi olmuştu mesela. sol frame'de erzurum başlığı vardı, tıkladım, bir arkadaş "az önce deprem olan şehir, iyi salladı. eğer deprem üstü başka bir ilse çok büyük yıkım olmuştur" minvalinde bir entry girmişti. o an üzüldüm. içim kıyıldı. ama buna anlam veremedim.

ta ki bu vahim olayın boyutu ortaya çıkıp, azra bebeği görene kadar. azra bebeği gördüğüm ilk anı hayatım boyunca unutamam sanırım. önceden de bu tarz çok acı haber görmeme karşı o anı asla unutacağımı sanmıyorum. hatta 17 ağustos 1999 depreminin anıları hala zihnimde dipdiriyken. ben 17 ağustos 1999 depreminde denizli'deydim. ve o zamanlar genç aklım yüzünden depremin vehametini anlamamıştım. bir de uzaktım. sadece gölcük'e değil. ölüme.
ama şimdi içindeydim her şeyin. yaşamın. ölümün. depremin.. ve istanbul'un. işin daha kötü tarafıysa tüm bunlar gerçekleşirken ben "olmaz" diyordum. "olmamalı. 10 yıl önce on binlerce vatandaşını bir doğal afete kurban veren başka insanlar, sırf inancı ve tanrı'yı bahane edip de bunu "7.4 yetmedi mi?" pankartları ile sorgulamamalı."

oluyordu. ve birilerinin bedeni göçük altında can çekişirken birilerinin vicdanı da modern şehirlerde can veriyordu. 99 depremine istinaden "7.4 yetmedi mi" pankartı taşıyanları linç etmeye çalışanlar, sırf şimdiki deprem doğuda ve kürtlerin yoğun yaşadığı bir ilde gerçekleştiği için "ilahi adalet" salyaları eşliğinde, bu afeti, içten içe kutluyordu.

azra bebek işte. ve onu gördüğüm ilk an; kucağımda bilgisayar, ekranda haberler ve enkazın arasından çıkarılan bir melek. o meleğin tam çıkarılma anında "allaaah allaaah" diye sevinen bir ses.
epeydir sökülmemişti ciğerim bu denli hızlı ve derinden. en son ağlamamı ise geçen kış, bahariye'de, babamla telefonda konuşurken yaşamıştım. işte azra bebeğin görüntüleri ekrandayken ciğerimde bir bıçak. ve o bıçağı tutan bedensiz bir el. çevir allah çevir. acıt allah acıt.

sonrasının çaresizliği ve bekleyişi. sadece sosyal paylaşım sitelerinden bir şeyler paylaşıp bir şekilde olayı hep canlı tutma, dikkatleri toplamaya çalışma acizliği.
ve burada, yani sözlükte kadıköy belediyesi başlığına yazılmış şu minvalde bir entry, "kadıköy belediyesi, van depremine yardım için şu an evlerinizden yardımlarınızı alıyor. arayarak adresinizi verip yardımlarınızı ulaştırabilirsiniz. şimdi yapacağınız yardımlar, sabah 10-11 gibi van'a doğru gönderilecek. öncelikli olarak ihtiyaç duyulan şeyler; gıda ve giyecek."

hemen belediyeyi arayıp adres verdim. sonra "n'apıyorum ben" dedim. "belediye bir bağrış kadar uzağımda. daha uzak mesafelerden çağıranlar olursa onlara gitsinler." sonra alabildiğim ne varsa büyük çöp poşetlerine koyup aşağı indirdim.
home ofisimin ait olduğu sokağın bahariye'ye çıkan köşesinde bir taksi bekler hep geceleri. tam bahariye'deki yapı kredi bankası'nın önündedir. gecenin bir yarısı siyah çöp poşetleriyle beni gören adam şaşırdı tabii. şaşırmasının en büyük nedeni ise çöp poşetlerinin yanında, kucağıma almış olduğum bir damacana su.

yokluk acıdır. en az ölüm kadar. benim tek derdim laptop'ımın touch pad'inin bozulmuş olmasıyken o an enkaz altında bir gram suya hasret yüreklerin olduğunu bilmek canımı yakıyordu. ve gerçek yokluk benim çektiğim değil, van'da yaşayanların ciğerlerine çektiğiydi.

taksici abiyle hemen kadıköy belediyesi'ne gittik. sağolsunlar gayet sistematik şekilde karşıladılar bizi. yardımcı olup götürdüğümüz yardımları aldıktan sonra adımızı-soyadımızı ve telefon numaralarımzıı kaydettiler.
kadıköy belediyesi'nin önünde o ara bir genç gördüm ben gibi. o da başka bir taksiden inmişti. ve kucağındaki büyük çöp poşetlerini aceleyle verip poşetlerin içindeki yardımların bir an önce van'a ulaşmasını istiyordu. 
anlıyordum onu. o da beni anlıyordu. yardımları verip dışarı çıktığımızda bir saliseliğine bakıştık sadece. öyle bir bakış ki bu, birbirine kör kütük aşık iki sevgilinin vuslatından daha değerliydi o an. ve acı bir tebessümle birbirimize teşekkür ettik hiç konuşmadan.

ertesi gün gönderildi hepsi van'a. ve diğer günler ana haber bültenlerinde umuda dair, mucizelere dair haberler çıktı. küçücük bebeğini tükürüğüyle besleyen anne, onlarca saat sonra enkaz altından çıkarıldığında idrarıyla dudaklarını ıslayıp hayatta kalan o güzel genç. saliselik farklarla hayatta kalanlar. deprem anına dair kamera kayıtları. toz, duman, taş, toprak...

ve yunus. ah be yunus, adını andığım şu an eğer gözlerim dolup boğazım tıkanıyorsa, ekmeğin üzerine yemin ederim ki senin yerine ben ölmek isterdim.
sen gözlerini o enkaz altından şu koca dünyaya kocaman açmışken, o anın şaşkınlığı, korkusu ve heyecanıyla ne olup bittiğine anlam veremezken, şerefim ve onurum üzerine söylüyorum; senin yerine ben ölseydim be! keşke sen yaşasaydın.

ve bir başka mucize. yüreğimin kıpır kıpır olduğu, van depremine dair kocaman bir tebessümü yaşatan umut adı verilen papağan. ah be gülüm, ölüm herkes için. hayvan, insan, bitki... farketmiyor. ve o güzel papağanın hayata tutunuşu. mucizevi bir şekilde hayatta kalıp kaldığı yerden de şebekliğe devam edecek olması.

sonra ölen öğretmenler. yüz karası eğitim ve öğretim sisteminden sanki hiç çekmemiş gibi canlarını da o uğurda veren güzel insanlar. şahsım adına özür diliyorum hepsinden. affedin beni. lütfen.

ve sonrası. erzak dağıtımındaki kopukluklar, talan, hengame... pkk denen orospu çocuğu örgütün, hala ve hala o bölgedeki karakolları ateş ederek taciz edişi.
saçma sapan yandaş kurumlar. cahil belediye başkanlarının demeçleri. hükümetin yenilgiyi ve başarısızlığı kabul edilişi. inat edip de dış yardımları almamak. sonrasında birleşmiş milletlerin küfür gibi yardımı; "200 çadır, 20 soba." orospu çocukları!

bitmedi ama. bitmiyor acı. insanın karşılık beklemeden iyilik yapabileceğine dair umutlar bitmiş bu topraklarda. krediler tükenmiş. güvensizlik, bencillik ve en kötüsü nefret en üst seviyede.
faşistlik ve zorbalık yeni moda. oysa yunus... oysa yunus'un omzundaki o cansız el... ah be yunus. ah! köz olarak kalacaksın hep içimde. ve ben halime her şükretmediğimde sen enkazın altından bana bakacaksın.

tüm bunlarla geçti koca haftam. hep bir telaşla. iç yanması ve stresle. hatta hayatım boyunca ilk defa rüyamda annemin öldüğünü gördüm bir kaç gün önce. bilinçaltıma nasıl işlemişse tüm bu ölümler ve yok oluşlar, bir çatışma anında ben siper alırken yanımdakilerden birisi "annen öldü" diyor. küt diye. hiç sonrasını düşünmeden. hemen o acıyla uykudan uyanıp annemi arayışım. iyi olduğunu duyup babamla da konuştuktan sonra güne başlayışım.

tüm günü telaş ve koşuşturmacayla bitirip, az-çok para kazanıp sıcak bir çay içmek istediğimde sallama çayın kalmadığını öğrenip sokağa çıkışım. gece 11 buçuk. dudaklarım kupkuru. ve ben ölümüne çay içmek istiyorum o an. girdiğim her tekel bayiinden gelen o cevap, "çay satmıyoruz."
ta ki bir ara sokakta gördüğüm o küçücük yer. ve orada bana bakıp kendi içtiği çaylardan üç-beş tane verebileceğini söyleyen o güzel insan. tam ben teşekkür edip bir kaç bozukluğu yazar kasanın yanına koyduğumda o güzel insanın sorusu, "çayı buldun da, evde şekerin var mı genç? yoksa vereyim."

yine boğazımda bir yumru. ağlamamak için zor tuttuyorum kendimi. karşımdaki adamın boynuna sarılıp da hüngür hüngür ağalayabilirim orada. pms döneminde ağlanan saçma şeyler başlığında en başa oynar yaşadığım ruh kırılması. ancak o an yaşadığım şey o denli güzel ve özel ki. insana ve iyiliğe inacım(ız) yerle bir olmuşken hem de. 

bu güzel insana teşekkür edip oradan ayrılmam sonra. ayrılırken telefon numaramı verip iş yerimi tarif etmem. ve kendisini bir gün çay-kahve içmeye, eğer yanlış anlamazsa hatta yemek yemeye davet etmem. kendisinin teşekkür edip gülümsemesi.

tam home ofisime varmak üzereyken beni bir kaç gün önce kadıköy belediyesi'ne götüren taksici abiyi görmem. ve abinin üşüyüşü. bir anda farkediyorum üşüdüğünü. 
öyle dolmuş ki içim, "abi" diyorum heyecanlı bir şekilde. "bak ben şu led tabelası yanan yerdeyim. sen tüm gece burdasın. eğer canın sıcak bir çay-kahve çekerse allahını seversen çekinme, telefonum şu; 05xx xxx xx xx, sadece çaldır. ben hemen iki çay-kahve yapıp gelirim. karşılıklı içeriz."
onun gülümseyip teşekkür etmesi. ve anlam verememesi bu halime. oysa o an birazdan içeceğim bir bardak sıcak çayın ne denli zor bir süreçle benim elime geçtiğinin az önce yaşattığı gel-git. ve benim, ölene kadar zihnimden çıkmayacak, çok küçükken annemden duyup anneme verdiğim o ahit; "oğlum, yalnız yiyen, yalnız ölür. hiçbir zaman asla ve asla yediğini-içtiğini birileriyle paylaşmaktan çekinme. çok çok çok büyük yokluk, acı ve felaket çeksen bile. söz mü?"

"söz."