28 Ekim 2011 Cuma

Bir kenti yaşamak

kişinin deli kanının ve deli çağının bir izdüşümüdür bazen. bazen de kişinin tüm yazılarının toplamının başka bir elden geçmesiyle ortaya çıkan geçmişinin hatta geleceğinin en sevilen dudaklara ve dile sahip beden tarafından harflerle yapılmış toplama işlemidir. bilemedin çıkarma:

"kanı deli çağlarımdı. hatta üniversiteyi kazandığımı öğrendiğim ilk gece hayaller ve özgürlük melodileri tüm gece uyutmamıştı. oysa yeni bir hayata başlama arefesindeyken ben, yanıma alacağım bir formam ve iki sıkı sarılış dışında hiçbir şeyim yoktu valize atacak. 

yolculuğa çıktığım ilk gün babam her zaman olduğu gibi uzak bir mesafeden salladı elini.

yeni bir şehre düştüğümde ise doğrusunu söylemek gerekirse kampüs hiç de sarmamıştı. yaptığım tek şey ilk hafta boyunca camdan park yerindeki arabaları saymaktı. ve sabahın beşinde çıkılan serseri sabah yürüyüşleri.. soğuk ve yalnız.

yurtta bir akşam çoraplarımı kendim yıkamak zorunda kaldığımda anlamıştım hayatın başladığını. ve ardından bir telefon; "sana... kalmadı."

bir şehre hazırlanmak; bir uçak bileti almak, sonrasında elinde bir kara kutuyla kalıp yere çakılmak gibiydi. ve sonra enkaz gibi bir şehre alışmaya çalışmak.

okul dışında karnımı doyurmak ve sığınmak gibi temel ihtiyaçlarım vardı artık. aşık olmak hatta hayattan intikam almak gibi.

yazdım bu zamanlarımda, mevsim kışken hem de. kitaplar sattım, hayatlar okudum. kötü insan olmayı koydum kafama, düşlediğim cennetten kovuldum.

üzerime geçirdiğim simsiyah bir hayat vardı. sakallarım kısa, saçlarım uzun, ayaklarımda botlarım, üzerimde siyah deri ceketim. 

karşımdaki bir dükkan camında kendimi gördüm bir gece yarısı. bir anda o dükkana doğru son sürat koşup da kendi varlığıma toslamak istedim. kendi görüntüsüne düşman bir siyam balığıydım o günlerde. yeni bir dünya savaşı çıkarabilecek kadar öfkeliydim tanrıya. hayır hayır! denenmiş onca intihar stilinden sonra kendimi öldüremeyecek kadar yorgundum. 

”sana geleceğim” diyordum tanrı’ya, uykuya teslim edilmiş cümlelerle. "sana geleceğim, tıka basa hayal kırıklığıyla. bir gecenin yarısında değil, en sonunda."

sabah olunca babamın bir günahı olabileceğim düşüncesiyle sancılı kalkardım yatağımdan (babama daha giriş cümlesinde çattığıma bakmayın. severim onu. hiç dayak yemedim mesela ondan. ama hiç beni öptüğünü de hatırlamam. keşke dövseydi. eli yüzüme değmiş olurdu) 

istemeden koşulacak tonlarca iş, sevilmeden gidilecek dükkanlar, telaşlar, günü başından bitmiş yaşamlar ülserimi azdırırdı gün ışıyınca. ki daha bir kaç saat olmuştur gözünü geceye yumalı. uykusuz varılmış sabahlarda hayat bir fazlalıkmış gibi çıkardı midemden ağzıma.

aşık olmamayı öğrendiğim ilk gün sağ koluma çirkin diye yazdırtmıştım amatör bir dövmeciye. ve tanımadığım hayatların bedenlerinde geçici-kalıcı lekeler bırakmaya başladığımda işimi sevmeye başlamıştım. 
buna karşın okul yükünü üzerimden atmalıydım. zorlama sonunda tam dokuz yılda tarih bölümünü bitirdiğim gece zil zurna sarhoş olup kafamı gökyüzüne dikip bağırmıştım; “tarih benim, yaşlanıyorum” diye.

evime geri dönemedim. tam 7 yıl. valizime koyduğum formayı da yaktım, bir şafak vakti. hiçbir şeyin fanatiği ya da tarafında değildim artık. çırılçıplaktım. 

kucağına bıraktığım tüm körpe hayallerimi kendi lağımlarına atan yasak bir aşkın annesiydi zaman. geçip gitti. ne geçmişimden hatırlayıp da mutlu olabileceğim bir anı kaldı zihnimde ne de geleceğe annenim sevdiği gözlerimle bakıp huzurlu olacağım zaman dilimi.
şimdi mi, şimdi diye bir şey yoktu. olmayacaktı da. yetişemiyordum zira şimdiye. ensesinden yakaladığım gibi altıma basamıyordum. vahşi bir atın yanına yaklaşır gibi yanına yaklaşıp sakinleşmesini bekleyemiyordum. eğersiz bir attı zaman.

buna karşın zaman bendim ve akıp gidiyordum. arada bir tıkansam da. aslında arada bir değil hep tıkansam da zaman bendim. tersten okunuşum hiçbir şey çağrıştırmıyordu ama. 

ayetlerim vardı peygamberliğimin ilk yıllarında. kimse inanmayınca çiğneyip yuttum hepsini. mucize bekledi benden herkes ben de tanrıma baktım. o geç kaldı ya da görmedi. ben mucizesi olmayan bir peygamber gibi çakılıp kaldım bu şehre. sonra üstadın dediği gibi dedim ki;

"bir kenti yaşamak
ona boyun eğmektir-
sözleşmesiz, anlaşmasız-,
ne derse tek tek yapacaksın,
düşünmeden, direnmeden.

yabancıysan
ve gezgin değilsen
"bir kent yeter" diyeceksin,
"tek bir ölüm";
boğazına oturmuş olan
bir bardak su isteyen.

boyun eğeceksin yolcu!
bir köle gibi tıpkı,
anlamak için belki,
nedir mutluluğu bir tutsağın?"

Kişinin güneş doğmadan önce uyuyamaması

delilik, asosyallik, hastalık, yalnızlık... o, şu, bu. adı her neyse artık. gerçi adı ne olursa olsun içindeki anlam ve mana değişmeyecek. istesek de değiştiremeyiz. üzgünüm. üzgün de değilim aslında, sadece kayıtsızım.

aslında bu kişinin nasıl yaşayıp nasıl algıladığıyla ilgili. sadece kendini değil, herkesi ve her şeyi. çünkü kişinin uyuma saati ile sistemin çarkları arasında doğrudan bir bağ vardır.
ne kadar erken uyuyorsanız o kadar çok mahkumusunuzdur bu düzenin. ve ne kadar erken uyuyorsanız, o kadar erken uyanıp, erkekleriniz tıraş olup, kadınlarınız da makyaj yaptıktan sonra işe gidecektir. çünkü sistem bunu emreder. sağlıklı ve güçlü iş gücü! bingo!

bu durumun olabilirliğini ya da olmazlığını düşündüm ben hayatım boyunca. hayatım boyunca dediysem de o kadar uzun bir hayat değil. ben diyeyim bir arşın, sen de iki karış.
bu durumu düşünürken de kendimden yola çıktım çoğu zaman. tabii klavuzum yok, tek başıma oradan oraya savruluyorum. oradan oraya savrulurken de hep birilerinden destek ve fikir bekliyorum.
diyorum ki kendi kendime; "birisi çıkıp gelse ya şu karanlıklardan. gelse, elimden tutsa, bir mucizeyi bana yaşatıp beni inandırsa. sadece kendine değil, her şeye. hatta herkese."

bir şeylere ve birilerine inanmam gerektiğini kendime telkin ettiğim zamanlarda gerçekleşiyordu işte bu. güneş doğana kadar inancımı bekletip kafamı yastığa koyduğum an her şeyi yok saydığımda. yok saymakla.
oysa ruhum buzdolabında unutulmuş, son kullanma tarihinin üzerinde 30 küsür yıl geçmiş bir gıda maddesiydi. ben diyeyim yoğurt, sen de armut.
farketmiyor. farketmedi de aslında hiç. ben farketmediğini farkettiğimde ise geçti. oysa sabaha dek tavana gözlerimi dikip beklerdim. sahi ne beklerdim o gecelerde ben?
geriye dönüp baktığımda silik bir portre görüyorum sadece. hangi ressamın elinden çıktığı asla belli olmayan, hatta bir ressamın elinden çıkmışa asla benzemeyen bir portre.

o portreyi delik deşik edecek, ortadan yırtıp özgürlüğünü elde edecek bir ruhu bir bedene hapsetme acziyetiydi zihnimden geçenler. sabahın köründe simit satan çocukların naraları sokaklarda yankılandığında ben son sigaramı ağzına kadar izmarit dolu küllükte söndürüp uykuya geçebilirdim.
geçebilirdim de öyle kolay olmuyordu uyumak. öncesinde yaşanan gün yoramamış oluyordu beni. memurluk yapmadığım için hem zihnim hem de bedenim dipdiriydi.

ne sabahları erkenden uyanıp tıraş olduktan sonra kravatı boynuma takıp gidebileceğim bir işim vardı, ne de dirseklerimle birlikte ruhumu ve bedenimi çürüttüğüm bir ofisim.
öylece beklerdim işte ben. sanırdım ki gece uyumayanlara gündüz mükafat verilecek. ve gece uyumayanlar gizli bir örgütün üyeleri gibi bir gün eninde-sonunda karşılaşıp tanıyacaklar birbirlerini. hatta birbirlerinin bileklerinden destek alıp geceden çekip çıkaracaklar. yine birbirlerini.

öyle olmuyordu. güneş doğmaya yaklaştıkça yeni gelen günün ışıltısı, gece verilen savaşı manasız kılıyordu. yine güneş doğacaktı ve etrafta binlerce ses, binlerce görüntü algıları yerle bir edecekti.
oysa gecenin sonunda ikamet edenler öleceklerdi. yavaş yavaş ama. damardan zerkedilen zehrin tüm bedeni dolaşması gibi. hatta bir iç kanama gibi.
dışarıdan bakıldığında pürüzsüz bir beden, içeriden bakıldığında ise iç yakan bir zihin. hatta yerine göre mide. ya da kalp.

yetmeyecekti. yetmiyordu. bir kaç saat sonra uyanıp da gidilecek okullar ve işler olduğu sürece de asla yetmeyecek. güneşin doğmasını bekleyip gecenin en sessiz ve en dingin anında, hatta gündüzün ilk saliselerinde kafalarını yastığa koyup uyuyanlar asla huzurlu olamayacaklar(dı).
zira onların varlığı başlı başına bir trajedi, başlı başına bir dramdı.

peki ya erken uyuyup erken uyananlar? hatta erken uyuyup erken uyananları geç, geç uyuyup erken uyananlar? hatta ve hatta hiç uyumayıp da erken uyananlar?
sevmediği işlerde çalışanlar örneğin, sevmediği okullarda okuyanlar, nefret ettikleriyle sevişip sızanlar, bu sistemin çarkları arasında yem olmaktan başka hiçbir işe yaramayanlar?
tüketilme ve tükürülme, hatta kusulma zamanı kendilerine geldiğinde tek öğürüşle dışarı atılacak olanlar?

işte bunlara ben her şeyden daha çok üzülüyordum. kendimden bile. zira benim sonum geceydi. ben geceye doğmuştum. ben gece doğmuştum. bu gezegendeki başlangıcımın bir 10 şubat gecesine denk gelmesi gibi. peki ya erken uyuyup erken uyananların başlangıcı günün hangi saatiydi? ya da bitişi?

14 Ekim 2011 Cuma

Bir erkeği hayatının merkezine koymak

hemen hemen tüm kadınların yaptığı eylem. yok yok, yalan değil, yapıyorlar bunu. sizin de hemen götünüz kalkmasın sidikliler. ama bilin bakalım hangi erkeği koyuyorlar. yaklaş şöyle yanıma. çek sandalyeni, otur. masadaki sigaradan al sen kendine. ben sigaranı yakıp çay söyleyeyim. çaylar geldiğinde anlatayım.

-oğlum bize iki çaaaaay!
+tamam abi.

hah işte, kadınlara dair az-çok bir şeyler bilen piçim diye düşünürüm çoğu zaman. iyi midir bu durum yoksa kötü mü, bilemem. çünkü işin içinden çıkılmıyor bazen. düşünsene, bir aralar hiç hoşuma gitmediği halde birlikte olduğum bir sevgilim vardı. bir gün öylesine ona "hadi gel porno izleyelim" demiştim. bunun nedeni de açıkçası oral seksi az bir şey öğrenmesiydi.
şimdi diyebilirsiniz, "lan iblis sen öğretsene" diye. iyi de amına koyim, gidip mutfaktan patlıcanı alıp ağzıma mı sokayım. şehvet kadının ya içindedir ya da yine içinde. ben bu yaştan sonra bir kadına oral seksi öğreteceğim diye patlıcanı ağzıma sokacaksam, cinsel ilişkiyi öğretmek için de salatalığı götüme sokayım.

beni kırmadı bizim geven baş. başladık izlemeye. ancak filmde oynayan hanım ablamız felaket. erkekse tipsiz kontenjanından. bizimkisi bir anda köpürüp, "kapa ya şunu" dedi. "noldu" dedim. "nolcak" dedi. "kız çok güzel."
"peki" dedim. cidden kız çok güzeldi. daha da bu mevzu açılmadı. oracıkta filmi biz çektik. şaka şaka. çekmedik. geceye bıraktık. mevsim kıştı ve götümüz donuyordu. evsizler ısınmak için şarap içer, biz de porno izliyorduk matmazelle. onu da kursağımızda bıraktı iblis.

sonra her haftanın pazartesi günü inci sözlük'te haftanın en beğenilen entry'lerine bakıyorduk. orada piçin biri google chrome'un bir bug'ını bulmuş. çeviri kısmına bir şey yazıyorsun, hd porno videolar geliyor.
bizimkinin yanında dedim ki "dur hele bakam şuna bi. cidden olacak mı." denemez olaydım. ilk videoda dalyan gibi bir herif. ben diyeyim herifteki 22 santim, sen de 20, bir de vücut yapmış ki itin oğlu, ben gözümü alamadım kendisinden. 

bir bok yiyip tıklamış oldum videoya. oynatıyor mu diye. oynattı. ben mutfağa geçip küllük getirdiğimde baktım ki bizim düşes izlemeye devam ediyor. takıntılı ve obsesif bir mal değilimdir.
öylece bakıyorum ona. tavırlarına. mimiklerine. ne hissettiğini anlamaya çalşışıyorum. hiçbir şey demedim. baktım ki gıkı çıkmıyor. bir kaç dakika sonra bu bozulduğumu sandı. hani kendisi bir kaç ay önce pornodaki kız güzeldi diye kapattırmıştı ya, sandı ki aynı boku ben de yerim. 

"noldu" dedi. "hiç" dedim. ve ekledim; "insan garip bir varlık aslında. ve sanırım inandığını varsaydığı hiçbir şeye inanmıyor. insan, inançsızlıktan korktuğu için prensipler, kriterler icat edip onlarla öldürüyor kendisini."
"kes sesini de gel içeri geçelim" dedi. ben gülmeye başladım. hem beni ciddi ciddi bozmuş hem de aslında onaylamıştı. yine de aklıma takılmıştı işte. 

sonra hiç merak etmediğim halde bir şekilde kendisinden bahsetmesini istedim. gerçekten istedim bunu. normalde ilgimi çekmiyor hiçbir kadının geçmişi. hele ki o geçmişleri gelip de benim geleceğimi etkileyecekse alayının geçmişini sikeyim.
bu başladı bir çocuk için yaptığı fedakarlıklardan bahsetmeye. bu bitti bir diğeri. o bitti, bir başkası. "iyi de" dedim. "bu hep böyle midir." "nasıl yani" dedi bu. 
"bu" dedim "işte. hep böyle midir. bir stili ya da formülü mü vardır." "bilmiyorum" dedi. ve doğru söylüyordu. gerçekten bilmiyordu. ondan öncekilerin bilmediği gibi.
ondan sonrakiler de bilemeyecekti ama. ne de olsa bir şekilde bir şeyleri bir şeylerle bağdaştırmaya çalışıyordu. ama olmayacaktı.

sonra bir kaç gün önceki bir müşterim keza. o da aynı bu şekilde bir tavrın ve düşüncenin içine girmişti. ben kendisine dövme yaparken yanındaki eşinin elinden tutup bana sormuştu; "kadınlar sence neden acı çekmeyi göze ala ala güzel gözükmek için hem canından hem de parasından fedakarlık ediyor."
"cevap basit" dedim. "travma ve acı sonucu elde etmediğiniz hiçbir şey size değerli gelmiyor." sonra adama dönüp "affınıza sığınarak hocam" deyip devam ettim.
"en basit örnekle seks. kadınların hemen hemen hepsi seks için aşkı şart koşar. çünkü aşksız seks kadının zihninde boşa geçmiş bir zaman dilimi ve değersiz bir eylem olarak gelir. zira öyle ambale edilmiş zihin ve beden. korkutulmuş belki. belki de zaten korkak doğmuş.
oysa manasız. eylem aynı. sonuç aynı. eee, ne anladım bu işten. 'no pain no gain' diye ingilizce bir atasözü vardır" dedim tekrar. "çok severim bu atasözünü. ancak konu kişinin mutluluğu ve bedeninin, zihninin gerçekten doğru çalışmasıysa hepsi kof. uydurulan kutsallıklar, olgular... bana faydası dokunmayan kilisenin papazı... hedonizm... bu yüzden uydurulan bir şeylerin hepsi masal. ve inanın artık benim uykumu getirmek bir yana, uykumu kaçırıyorlar. ha bu arada, neye üzülüyorum biliyor musunuz? bu kafayı yaşayan bir kadın asla bulamayacağım. bulsam da bir şeylerimiz uymayacak. ben ise öyle debelenip duracağım."

sonra dövmemi bitirip gönderdim müşterilerimi. hayatıma giren tüm kadınları düşündüm. sevdiğimi sandıklarımdan tut, taptığımı varsaydıklarıma varana kadar. hatta kendilerinden paçamı kurtarmak için telefon numaramı ve mail adresimi değiştirdiklerimi...
hepsini düşündüm. hepsinin tek bir ortak özelliği vardı. hepsi vakit zamanında bir şekilde bir erkeği hayatının merkezine koymuş, erkek de onların hayatının amına koymuştu.

hatta bir ara çok güzel bir kadınla flört ediyordum. gerçekten çok güzeldi. gözlerinin altı göçük olmasına rağmen siyahların içinde peri gibiydi. bir gün çok romantik bir anda "lütfen beni üzme" dedi. artık nasıl içimde birikmiş, nasıl bıkmışsam her şeyden. "istesem de üzemem zaten" dedim. bu bozuldu ve sordu. "o nasıl oluyor." cevap verdim, " o kadar üzülmüşsün ki vakti zamanında, ben istesem de üzemem zaten. sen de istesen beni üzemezsin açıkçası. kağıttan yapılmadık ki. hani şu ilkokuldaki el becerisi dersinde yaptığımız, makasla kesip saldığında elele tutuşan insan siluetleri gibi. etten kemikteniz biz be. ve maalesef ki bir noktadan sonra her şeyi kaybediyoruz. ve ben, kaybettiğim her şeyi, ve ben unuttuğum her şeyi yeniden anımsamak için seksi tercih ediyorum. şehveti. bu ikisinin içinde az bir şey şefkat görürsem orada kalıp, orada çürüyeyim diye."

sustu kendisi. suskunluğu fenadır bir kadının. gerçi benim suskunluğum hepsinden fenadır. gavur gibi susarım sustuğumda. hele ki sustuğum kişiden tamamen ümidi kesip onu yok saymışsam, karşımdaki ölümlerden ölüm beğenir. 
ancak iş bir şeyleri yaşamak ve bir şeylerden keyif almak olduğunda elimden geleni ardıma koymam. amına koyarım. her şeyin. en kral ön sevişmeden ilişkiye geçmek istediğimde bir şekilde buna olur vermeyen bir kadını bile anlarım o an. gerçekten anlarım.
saplantım olmaz. saplantı yapılacak kadar değerli değil hiçbir beden. salarım gider. kalkıp uğurlamam bile kendilerini.

sırf bu yüzden vedalaşmadan o kadar çok şeyi bitirdim ki. o kadar çok kadını saldım ki... onlar merdivenlerden inip sonsuza dek benden ayrılırlarken ben hemen yeni bir insan için içimdeki ümidi bileyip önüme baktım.

nasılsa birisini hayatının merkezine koymak için elinden geleni ardına koymadığını varsayıyor herkes. oysa yalan. kimsenin kimseyi hayatının merkezine koyduğu yok.
herkes kendi çıkarının derdinde. parasının, pulunun, güzelliğinin, yakışıklılığının... o kadar çok aptallaşmışız ki, boyumuzun uzunluğu ya da kilomuzla güzel olduğumuzu varsayıp kendimizi öyle sunuyoruz.

yok öyle bir şey. bir erkek olarak, bir kadından "benimle çiftleşir misin?" diye teklif almış bir adamım ben. cevabım netti, "hayır." neden mi? çünkü o kişi hoşuma gitmiyor ve ilgimi çekmiyordu.
keza beni merak ettiğini varsayıp bana ulaşmak için aylarca yazılarımı okuyup bana jartiyerli fotolarını gönderen kadınlar olmuştu. hani jartiyeri çok sevdiğimi söylüyorum ya yazılarımda.

yine, yok öyle yağma. güzel olmayan hiçbir kadınla sevişmem ben. sevişmeyi geç, konuşmam. onlarsız döner dünya benim için. ve ben onları değil hayatımın merkezine koymak, seks yapmak için yatağıma koymam.

gerçek bu. gerçeğim bu. bir kadının bir erkeği hayatının merkezine koyması da ancak bu bağlamda anlam kazanabilir. diğer türlü kendiniz çalıp kendiniz oynarsınız.
ne o öve öve bitiremediğiniz bedenleriniz en diri ve genç çağında dillenip ısıırlır ne de ilgisizlikten köpek gibi geberdiğiniz gecelerde gerçekten muhteşem sevişebileceğiniz birisi size ilgi duyduğu için sizinle iletişime geçmek ister. 

sizler, gerçeği avuçlarınıza alıp kendisini kokladıktan sonra dudaklarından öpüp yatağınıza sokmadığınız sürece onu, yalanlarla yaşamaya devam edeceksiniz. ve bu yoz ego oyununun sonunda ölmek değil, gebereceksiniz.

çayınızı-sigaranızı içtiyseniz, şimdi siktirip gidebilirsiniz.

Kedi

ben, bu muhteşem canlılardan birisine aşığım. spor salonuna gittiğim her gün sanatkarlar sokağı'ndaki ressam ablalardan birisinin dükkanının önünde takılıyor. kocaman tüyleri olan bir dişi tekir.
o kadar güzel ki, ne zaman o sokaktan geçsem kendisini görmek için özel çaba sarfedip kendisini sevmemiş o sokaktan geçmek istemiyorum. dükkanın sahibi abla da artık alıştı bu güzelliği sevmeme, dün spor yapmak için yine sokaktan geçtiğimde "seninki içerde" dedi. ahaha, sanki sevgilimle randevuma geç kalmışım, abla da buluşacağımız mekanın sahibi, her ikimizi de tanıdığı için hemen yardımcı oluyor bana.

"nerede abla" dedim. "aha bak şurada" dedi. içeri geçip kuyruğunu sıvazladığımda öyle bir göz ucuyla baktı ki zilli, yemin ederim, sanki kur yapıyor. tam ben elimi-ayağımı çekip gitmek istediğimde miyavlayıp bana bakıyor. "siz erkekler, hepiniz aynısınız" der gibi. bense mecburen geri dönüp biraz daha seviyorum kendisini. başını okşayıp, kuyruğunu sıvazlayıp gıdısını kaşıyorum.

evet, ben bir kedi olsaydım, bu halimle bu denli hayran olduğum bu güzel canlıya, kedi olsaydım işte, cinsiyetim farketmeksizin bu güzel "kadın"a aşık olup hayatımı uğrunda harcardım. sadece mart aylarında değil. her ay. her hafta. her gün. her an. onun o kocaman ve yumuşak tüylerini tenimde hissedip mest ederdim kendimi.

Güzel kadın

bir de sesi güzelse bunun, tanrı'nın varlığının yegane kanıtıdır kendisi. kim veya kimler bu kadar kusursuzunu ve muhteşemini yaratabilir-icat edebilir! kabul etmiyorum ben başka hiçbir gerekçeyi.
tanrı'nın varlığının kanıtı güzel bir kadındır. ötesi boş. kof. tanrı'ymış-cehennemmiş, hepsi nietzsche ve dante denen lavukların sırf düzgün bir seks hayatları olmadığı için kendi beyinlerinde yarattığı hayali yer-kişi.

hepsi güzel bir kadında lan işte. cennet de, cehennem de. tanrı da, şeytan da. siz kendisini sevdiğinizde, siz kendisiyle seviştiğinizde her yol cennete çıkıyor. o sizi sevmediğinde, o sizinle sevişmediğinde ise yaşadığınız her şey başlı başına cehennem oluyor. çektiğinizse kabir azabı.

güzel bir kadın sadece, bir şeyi her şey yapıp her şeyi de tek bir şeyde birleştirebilir. bu her şeye ya da tek bir şeye ben "seks" diyeyim, sen ise "tanrı" diye haykır. farketmiyor. neticede sen benim laciverdimsin. ben ise senin. ama güzel kadın... ama güzel kadın... ama güzel kadın, kelimelerim yetmez ona, dokunuşlarım, bakışlarım, öpüşlerim..
hiçbir şey ya da hiçbir şeyim yetmez onu tasvir etmeye. o kadar müthiş kusursuzluğu bozamam, insani hırs ve ihtiyaçlarımla. çoğu zaman geri çekilip, bir nefeslik mesafeden ona bakmak ve onu izlemek isterim sadece. bir de koklamak. onu. bir nefeslik mesafeden ama.

Sevişirken kendisi olabilen kadın

canına yandığımın kadındır. ayrıca şöyle en kral fransız fahişelerinden daha güzel bir performans sergileyip hem erkeğe gerçek hazzı tattırıp hem de kendisi bu eylemden muhteşem keyif alabilen kadın.
türkan şoray kanunları olmaz onun. hani türkan şoray ablamız filmlerde öpüşmemiş ya yıllarca. o manada diyorum. başka kriterleri olmaz. sadece kendisi olmaya çalışır. kendisi olup şehvet sayesinde muhteşem zaman geçirmek için.

böyle bir kadını bulan erkek asla ve asla bırakmamalı o kadını. hele de teni pürüzsüz ve kendisi gerçekten güzelse asla ve asla gitmemeli hayatından. onu yanında ve hayatında tutmak için elinden geleni de ardına koymamalı.
ben mesela, muhteşem teni ve dudakları olan bir kadının karşısına geçip "istersen pabucunu fırlat, geri getiririm" derim. diyebilirim bunu. madem şehvet de en az aşk kadar büyüleyici, madem şehvet de en az aşk kadar muhteşem, ve aşk da köpeklikse böyle bir kadının köpeği olmak bir erkeğin yaşayabileceği en muhteşem duygudur.

yeter ki sevişirken paramparça etsin tenimi. ısırsın, dişlesin, sıksın, tırnaklarını geçirsin. yeter ki sevişirken kaldırıp atsın en uzağa. şimdiye dek duyduğu ve kendisine tembihlenen her şeyi.
bana sadece saçlarını ve dudaklarını versin. verdikten sonra da neler yapabildiğimi görsün. 

sırf bu yüzden arınsın her şeyden. sadece bir çift topuklu ayakkabıyla koku bırakmaya benzemez sevişmek. sadece cinsellik içeren bir konuda fikir belirtmekle olmaz bu iş.
gerçeği lazım her şeyin. en gerçeği hem de. parçalamak, kırmak ya da okşayıp sevmek için. işte o gerçeği elde edildiğinde, o her şeyden daha değerli ve büyüleyici olur. oluyor.

onun güzelliği ve özelliği her şeyden üstün. bir bedende kendini yeniden bulmak ve her sevişmeden sonra yeniden kaybetmek ise arayışların en onurlusu.

Kız arkadaşının ayakkabısını bağlayan erkek

olması gerekeni olması gerektiği gibi yapan şövalyedir bu genç arkadaşımız. en basit örnekle, o an için özel bir davete gidiyor olabilirler ya da kız arkadaşının belinde, ayağında bir hastalık vardır, hanım kızımız eğilemiyordur, kendisi de yardımcı oluyordur kendisine.

o değil de bu tarz bir eylemde bile hala enaniyet, kibir, strateji arayan mankafalar var. inanılır gibi değil. hangi çağda yaşıyor kalpleriniz be. cevap verin de bilelim.
sırf bu eyleme benzer bir eylemi yıllar önce yaşamıştım ben. eylem aynı değildi, hissettirdiği duygu aynıydı. bir gün babam, "oğlum sırtımı kaşır mısın bi zahmet" demişti. ben de elimi atletinden içeri sokup kaşımıştım. 
sonra ben sırtını kaşırken kendisi, "atletin üzerinden kaşısaydın" dedi. "neden" dedim. "ne bileyim" dedi. "belki öyle kaşımak istemezsin, iğrenirsin" dedi.

hiç unutmam o an babamla gözgöze gelişimizi. ve verdiğim cevabı; "senden iğreneceksem, senin sırtına elimin değmesinden, tırnaklarımla seni kaşımaktan iğreneceksem öleyim şurada. neye yaşıyorum ki."

gülmüştü kendisi. sonra ben de gülmüştüm. onun gözleri güldüğünde ise son cümlemi söylemiştim; "sen benim babamsın."

bu mevzu da aynı. yaşatabileceği ruh hissiyatı bağlamında aynı kapıya çıkıyor. fedakarlık, bir insanı her şeyiyle kabullenmek, şefkat ve sevgi dolu. asla seksi değil ama. seksi olan bu eylemin zıttı. o bağcıkları çözdükten sonra ayak bileklerini tutup, ayak parmaklarından başlayıp, öpüp, koklayıp, emip, hafifçe dişleyip, o an gözgöze gelip, hafifçe gülümseyip... öhömmm.. neyse...

Zarif kadın

evrendeki en eşsiz tablo, en muhteşem şarkı, en leziz betimlemelerle dolu kutsal bir kitaptır bu kadın. incecik ayak bilekleri olur öncelikle. hafif dik ve küçük bir burnu. gülümsediğinde kaybolan gözleri, ve gözlerinin her daim sönmeyen ışığı, küçücük elleri, yine küçücük ayakları, uzun bacakları, bakımlı saçları, bembeyaz bir teni, bakımlı tırnakları, incecik beli ve sırtı... dümdüz. pürüzsüz...

zarif kadın içki kadehini eline aldığında karşısındaki erkek o görüntüdüen büyülenmiyorsa o da o erkeğin aptallığı olsun. zarif kadın sigarasından nefesler çekip dumanını boşluğa gönderdiğinde karşısındaki erkek o an mest olmuyorsa o da o erkeğin budalalığı olsun.

sonra dudakları... hafif dolgun ama asla sırıtmayan, yüzünün en uyumlu parçasıymış gibi duran dudakları... kendisiyle dans ederken size bir nefeslik mesafede duran dudakları. dans ederken siz kendisinin ayaklarına basmamak için çaba verdikçe hafifçe açılıp hep bir şeyler diyecekmiş gibi duran dudakları. hep öpecekmiş gibi duran dudakları. hep size ruhundan ruh sunacakmış gibi olan dudakları..

kadının kutsallığına dair yegane kanıt bu kadındır işte. zarif kadındır. muhteşem bir malikaneyi eşsiz yapan tül perdelerin şıklığı gibidir, üzerine giydiği her şeyin kendisini şık göstermesi.
muhteşem bir şelalenin o büyüleyen, büyüledikçe de kendisine doğru çeken bilinmezliğidir suskunluğu. şöyle sokulduğunuzda kendisine, belinden kavrayıp kendinize çektiğinizde, göğüslerinin yumuşaklığını göğsünüzde, kalp atışlarını ise kalbinizde hissettiğinizde vazgeçilmez olandır.

saatlerce dinleyebilirsiniz kendisini. gözlerine bakıp gözlerinizi hiç kırpmadan. hayatınız boyunca resmedebilirsiniz kendisini. ister resimle. isterseniz yazıyla. farketmez.. siz betimledikçe o bitmez. size ise o gülümsedikçe, öptükçe, sevdikçe ne bedeniniz ne de ruhunuz yetmez..

Zarafet

bu özellik bir kadında olduğunda o kadın, estetik yönden evrenin en muhteşem canlısı oluyor. o kadar muhteşem oluyor ki ona bakarken, ona dokunurken, onunla konuşup onu dinlerken oluşan görüntü tarifi imkansız bir bedene ve ruha bürünüyor. siz ise öylece hayran hayran bakıyorsunuz.
dinginlik ve huzur veriyor en önemlisi. durmanızı ve soluklanmanızı gerektiriyor. tüm kavgalarınıza ve erdemsiz savaşlarınıza son vermenizi sağlıyor. siz de her şeye ara verip soluklanıyorsunuz.

hani rüyanızda çok susadığınızı görüp de bir anda uyanıp hemen yatağınızın başucunda bir bardak soğuk su bulmak gibi bir şey bu. yarı uykulu yarı miskin halde o suyu içip de geri uyumak için yastığa kafayı koyup iki salisede uykuya geçmek gibi.

eşsiz kılıyor her şeyi. güzel ve büyüleyici bir de. bu özellik ancak bir kadında olduğunda ama. ancak bir kadının ellerinden tut gözlerinde, dudaklarında, hafif dik ve küçük burnunda, incecik belinde, uzun boynunda, pürüzsüz sırtında, hafif dolgun göğüslerinde ve dudaklarında olduğunda eşsiz oluyor.

güzellikten ya da seksilikten çok çok çok ötede bir yerde ikamet ediyor bu özellik. her ikisinden daha cezbedici ve göz alıcı. her ikisinden daha şık ve asil.
size ise sadece gülümseyip dokunmak kalıyor. bir de koklamak. bir bağımlı gibi burun deliklerinizden birisini boynuna koyup oradan kokusunu ciğerlerinize çekmeniz.