26 Mayıs 2011 Perşembe

Dünyaya hiç kapanmayan gözlerle bakmayı öğrenmek

değersiz bir tecrübe. ve böyle bir şey var gerçekten. sanırım. her halde. galiba. kesin.

bugünlerde bir orospu çocuğundan deli gibi spam mail geliyor. yaklaşan seçimlerden ötürü, her hangi bir siyasi partinin propagandasını yapan mailler. yok, bilmezsen hangi parti şu zamanda bilmezsen ne yapmıştan tut da o partinin bilmezsen ebesnin amına varana kadar.
bu mailleri atan kişiyi yakalayıp gebertene kadar dövmek istiyorum. yüzünü yerlerde sürtüp değneklerle dirseklerini krımak.
aleyhinde mail gönderdiği siyasi partinin taraftarı olduğum için değil, hayat denen şu muhteşemliği siyaset gibi bir orospuluk yüzünden kendine ve başkalarına zehir ettiği için.

ben mail kutumda bir mail gördüğümde hemen mailimi açıp bakarken o kişinin mailiyle karşılaşıyorum ve bu benim canımı sıkıyor. yalnız olan her hangi bir insanın telefonuna sadece bankalardan ya da gsm şirketlerinden gelen ya da bir zamanlar alışveriş yapılırken büyük alışveriş merkezlerinde numaranın verilmiş olduğu her hangi bir mağazadan gelen mesajla heyecanlanıp heyecanı yerle bir olan insanlar gibi heyecanlanıp sonrasında hayal kırıklığı yaşıyorum.
çünkü azım. çünkü azız. ruhsuzluk ve umutsuzluk seyreltmiş ümidimizi. ancak ve ancak hala birbirimize hak vermekten ve onaylamaktan bahsediyoruz. amına koyarım onaylanmanın. onaylanmayı isteyen kim.

keşke inandığım ve düşündüğüm her şeyde gerçekten yalnız olsaydım. o zaman o kadar müthiş yaşardım ki bu yalnızlığı. insanlıktan başlayıp peygamberliğini ilan eden kişiler gibi olurdum.
bana hak veren veya beni onaylayanlar ise söyledikleri her şeyde samimi olup ölümüne yaşarlardı. evet, ölümüne yaşamak. tüm mevzu bu aslında. ya da ölüneceğini bildiği için yaşamak.

ben mesela, bir gün öleceğimi hissettiğim günden beri tadına daha çok varıyorum her şeyin. ölümü gerçekten kabul edip ruhumda gezmesine izin verdiğim günden beri dişlerimi geçiriyorum her bir şeye.
hayatın yumuşak etlerine saplayıp dişlerimi, tırnaklarımı geçiriyorum. işte o an kanıksıyorum her şeyi. ve kabul ediyorum. sadece güzeli veya iyiyi değil, kötüyü ve çirkini de. bu ise huzur olarak ad buluyor bende. kayıtsızlık olarak can alıyor.

geçen gün yazılarımı çok beğendiğini hatta bana "hayran" olduğunu söyleyen bir genç kadın geldi stüdyoma. gelmeden önce mail atıp bir dövme yaptırmak istediğini söyledi. ben de kendisine yardımcı olabileceğimi belirttim.
geldi işte. o ara ben başka bir sözlükçü arkadaşa dövme yapıyordum. sözlükçü arkadaşın dövmesini bitirip kendisiyle ilgilendim. yaptırmak istediği dövmeden bahsedip fikrimi sordu. ben de o an doğaçlama bir şeyler çizip neyi nasıl yapabileceğimize dair fikrimi belirttim.
o ara başka bir dövme daha düşündüğünü söyleyip "şimdi yapabilir misin?" dedi. ben de "evet" dedim.

dövmesini bitirdiğimizde başka bir kız arkadaşı geldi. benim de başka bir randevum olduğu için kendileri gitmek için ayaklandı. bu kadın ben dövme yapmadan önce "sana bu yazıları ne yazdırıyor?" diye sormuştu. ben ise gülümsemiştim sadece. ve eklemiştim; "bilmiyorum."
gerçekten bilmiyordum çünkü. öyle kolay değildi 30 yılı tek bir kelimeye ya da cümleye sıkıştırmak.
tam bunlar ayaklandığında vedalaştık. ve kendisi gayet sıradan bir şekilde vedalaşıp ayrılacakken "dur "dedim. "sorunun cevabını vereyim."

durdu. omuz başlarından tutup "bana bak lütfen" dedim. gözlerime baktı. "hani az önce sormuştun ya" dedim. "sana bu yazıları ne yazdırıyor diye, cevabını buldum o sorunun: gerçeklik."
"nasıl yani?" dediğinde hala gülümsüyordu. ben de gülüşünü yarıda kesmesini istemediğim için devam ettim," yazılarımı beğendiğini söylüyorsun, hatta işi hayranlık boyutuna vardırdığından bahsediyorsun. yaşadığım ve para kazandığım yere kadar geliyorsun, ben seninle ilgilenip yaptığım işten bir iz bıtakıyorum bedenine. sohbet ediyoruz, sonra sen giderken öylesine soğuk ve emanet bir vedayla gidiyorsun.
oysa ben olsaydım senin yerinde, öyle bir sarılırdım ki karşımdaki kişiye. öyle bir gerçekliğini hissetmek isteyip tadına varırdım ki. hani sormuştun ya ilk başlarda, sana bu yazıları ne yazdırıyor diye, cevap bu. cevabım bu. sadece gerçeklik. ellerimi sırtına doladığım bir insanı ne kadar kavrayabiliyorsam işte o insan benim için o kadar gerçek. ne yazdıkları umrumda ne de düşündükleri. sadece sırtımdaki ellerinin beynime gönderdiği sinyaller kadar gerçek o. başka da bir şey değil."

gülümseyerek gittiler. geceme döndüm sonra. dünyaya hiç kapanamyan ve artık kapanacağını sanmadığım gözlerle baktığım geceye. tek başıma kalmamak için hayatımın boyunca birilerine asgari ücret verir gibi yanımda tutma anlarıma.
ve her seferinde en başa dönüşüme. hiçbir düşünceyi ve insanı hiçbir şekilde artık gerçek olarak göremeyişime. benim herkese ve her şeye bir nefes uzakta olmama karşın herkesin ve her şeyin benden milyarlarca düşünsel yılı uzaklıkta oluşuna.

ne zaman böyle oldu, ne zaman böyle oldum, bir fikrim. belki de dünyaya geldiğim günden beri buyum. bunu da bilmiyorum. olmamak için çabaladıkça sendromlardan sendrom beğenip bağımlısı olduğum bir şey bu.
zira neden olmasın. sigaranın kokusundan rahatsız olan bir velettim bir zamanlar. oysa şimdi ekmeğimin arasına koyup yiyebilirim. farketmez.
hatta ilk alkol aldığımda hayatım boyunca içmem demiştim. oysa şimdi her gece içiyorum. sadece uyuşmak için. hoşuma gidiyor bir kaç kadeh şaraptan sonra vahşi bir hayvan gibi soluyarak uyumak.

oysa uyuşmamak için canımı verebilirim. hatta uyumamak için. sırf hayatın her anını hissedebilmek için sabah bir kıtada akşamsa başka bir kıtada olmayı göze alabilirim. sırf bir gün gözlerim sonsuza dek herkese ve her şeye kapanacağı için. sırf bir gün öleceğim için. evet, her şey bu kavramda bitiyor: "ölüm."

öyle gerçek ki. işte kendisinin gerçekliğini kabul ettiğim günden beri daha da tekim. ve az. koptu gitti içimden bir şeyler. ne yeri doluyor ne de dolacak. neyi koyarsam koyayım, kimi yerleştirirsem yerleştireyim o delikten uçup gidecek.
bu ise canımı yakıyor. hayatımın en güzel yıllarında, bir günde bir işçinin kazandığı asgari ücreti kazanıp param sayesinde laleliden fahişe getirerek mutlu olmak istemediğimden. geçrekliğine asla inanmadığım ve inanmayacağım bir kadınla aynı yatakta yatıp da onunla sabaha uyanmak istemediğimden.

gözlerim artık kapanmıyor çünkü. soyut toplu iğneler yerleştirdim aralarına. soyut kürdanlar. ben kapatmak istedikçe canım yanıyor. olmuyor. daha da dayanılmaz oluyor her şey. yırtıldı çünkü göz kapaklarım. insanların performansları karşısında. iyiye ve güzele dair performansları karşısında değil. kötüye ve çirkine dair.
uyutmak ise imaknsız. nasıl uyutabilirim ki, bir kereliğine alaşağı etmişim, zihnimin yatağını-yorganını. ateşe vermişim hayatımı. karşısına geçip yanışını izliyorum. istesem de olmuyor. en fazla oyalanıyorum. en fazla biraz vakit öldürüp kaldığım yerden devam ediyorum.

benim kontrolümde olmuyor hiçbir şey. hiç olmadı ve hiç olmayacak. olsaydı ama durdurabilirdim dünyayı. çizgi film karakteri küçük bir çocuk gibi dünyanın üzerine binip yularından tutabilirdim. ve onu istediğim şekilde dizginleyip mahmuzlayabilirdim.
ama yok, ne dünya yuvarlak bir at ne de ben çizgi film karakteri küçük bir çocuğum. ortada bir gerçeklik var. en az ölüm kadar gerçek olan bir gerçeklik.
çünkü insan yaşadıkça ve yaşlandıkça kirlenip kaybediyor beyazlığını. pisliğimiz ve kötülüğümüz giydiklerimizle aynı renk olduğunda her birimizin çabası ilk doğduğumuz andaki masumiyetimize ulaşabilmek oluyor.
gözler dünyaya hiç kapanmayacak konuma geldiğinde ise sadece ölüm bekleniyor. şekli ve şemali farketmeksizin. bazen bir kadın olabiliyor ölüm. bazen bir erkek. bazen bir iş. bazen bir sevişme, bazense kavga.

kişi ise tek başına kendini ortada buluyor. içinde olduğunu varsaydığı olgunun ya da duygunun ortasında. sonra bir bakıyor ki bulunduğu yer sadece boşluk. hatta bomboşluk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder