9 Ocak 2010 Cumartesi

erkek çocuk

daha dün gördüm birisini. yemin töreni öncesi bizim bölükteki 35'lik gökhan abimizin oğlunu. ismi efe.. malum, isimden anlaşılacağı üzere egeli. doğum yeri izmir. fakat kütüğü asla değişmeyecek; erzurum..

dün gördüm efe'yi. simsiyah gözleri de geleceği gibi simsiyah geldi bana. üzerimizdeki kamuflajlarla ona nasıl göründüğümüzü merak ettim. gökhan abi efe'yi öpüp koklarken ben 2 metre öteden izledim. yaklaşık bir aydır ilk defa sivil insan gören onlarca asker yığıldı efe'nin başına. efe de ağladı. o ara babası, "arkasına geçmeyin. huzursuz oluyor" dedi.

herkes ön tarafa geçti. efe de öylece baktı millete. elini öptü bir kaç kişi. diğer bir kaçı hemen uyardı; "bir aydır banyo yapmıyorsun lan. öpme çocuğu. mikrop kaptıracaksın.."
güldüler bu duruma. ben gülemedim. inanın gülemedim. içler acısı bir durumdu bu. içerimizin pisliği bedenimize taşınmıştı.
dün gördük efe'yi. babası, çektiği sıkıntılardan ötürü efe'yi türkiye cumhuriyeti vatandaşı yapmayacağından bahsetti. sırf zorunlu askerlik yapmaması için. ben de "istersen dünya vatandaşlığından çıkar" dedim. "boşu boşuna acı çekmesin.."

millet yine güldü. gıkımı çıkarmadım ben. efe de çıkarmadı. bir ara göz göze geldik efe'yle. sırf boyu bir metrenin altında diye efe'ye bel bağlayan onlarca, hatta milyonlarca insanın varolduğu bu yaratılışta, sırf bir buçuk yaşında diye efe'ye özenen onlarca askerin içerisinde göz göze geldik. ve gözlerimle anlattım efe'ye. sol elimdeki sigarayı yiyerek;

"bir an önce büyü ve gel efe. ben de siktir olup gideyim buradan.. bir an önce. başarabilirsen iki saat sonra. hatta benim yerime sen yemin et. benim yerime sen bağır. bir an önce efe. büyü ve gel. bir an önce. bu bir emirdir!.."

rastlantı

üzerine basit bir manayı yapıştıramadığım, daha doğrusu basit bir tanımı yakıştıramadığım olgu.. tanrısallık boyutu ise umrumda değil. yine de iki insanın evrende karşılaşması o kadar ütopik geliyor ki bana. ve o insanların bir şekilde birbirilerinden etkileşimi, paylaşım içerisine girmeleri..
fazlasıyla mucizevi ve ütopik. hep ben algılarımı sonuna kadar açık tutma aptallığına büründüğümden mi yoksa başkalarının algılarını ne kadar açtığını bilemediğimden mi bilmem ama bana fazlasıyla sofistike gelir bu olgu. bu yüzden de basit bir şekilde "tesadüftü oldu." veya, "rastlantıydı geçip gitti" diyemiyorum hiçbir şeye.

zira bir çok güzelliğe basit şekilde rastlanmayacağını bilecek kadar ben de süzdüm hayatı. yeri geldi yaşadım. yeri geldi uzaktan izledim. ben de nefesimi bıraktım. ben de nefesimi tuttum..
bir şekilde bu olguya ulvi anlamlar yükledim. bir şekilde kendisini aşan tanımlar.. bu yüzden sığ bir şekilde ele alıp da yere bırakamadım..

öylece tuttum avuçlarımda. askeri birliklerde ceza alan bir askerin elindeki g-3 silahını saatlerce göğüs hizasında dik tutması gibi. ağırlığı 5 kilogram olan silahın dakikalar hatta saatler sonra tonlar çekmesi gibi.
ben de öylece tuttum. 30 yıldır. şimdi ağırlığı dayanılamayacak kadar fazla. bileklerimdeki güç bitmek üzere. bu eylemde başarısız olmamam için ya bu düşünsel ceza bitmeli. ya da benim hayat adındaki zorunlu görevim..

birisini gerçekten sevmek

kalmasını sağlamaktır..

çünkü kalmak güçtür. hele ki arada kötü sözler söylenmiş, kötü tavırlar sergilenmişse.. zor olan kalmaktır. bir sevginin her şeyin üzerini örtebileceğini, her türlü kötülüğü yok edebileceğini ıspat etme cesaretidir..
gel ki insanların bir çoğu sevgiyi, sevip de kavuşamamak olarak algıladığı için bu durumun gerçekliğini ancak ve ancak sevip de kavuşanlara anlatabilir bir insan.. yoksa diğer türlü kendi inandırıcılığını kaybeder. gerisi? olmaz..

ben birisine tapacağım ve o gidecek. gitmemesi için elimden geleni yaparım. gerekirse susarım gerekirse haykırırım. ama ne yapar ne eder onu yanımda tutarım. benimle aynı yatakta uyuyup da milyarlarca düşünsel uzaklıklarda olsa bile..
nefesini hissederim nefesimde. tenini tenimde. bazıları anlamaz bunu. bir sevgiye bağımlılığın, sevgiliye bağımlılığın manasını bilmeyenler anlayamazlar tabi ki bunu..
onlar kendi açılarından düşünürler. çırılçıplak uyumanın tadını bilmeyen bir kadın veya erkek nasıl bilsin ki beraber olmanın hazzını. keyfini. mucizeviliğini. nereden bilebilir ki?

kolay olanı seçer o. bırak. ve gitsin!

bırakılsa bile sen bırakmıyorsun. ve inan bana o da gitmiyor..

her iki taraf da biribiriyle karşılaşmadan önce yaşadığı siktiriboktan hayatına kaldığı yerden devam ediyor..

ha bu arada, gerçekten sevmek nedir? sevmek, sevmektir. gerçekliği ya da yalanlığı kalbinde hissettiğinle ölçülür.

kendini yaşlı hissetmek

yaşanmışlıkla ilgilidir. ya da yaşanmamışlıkla.. bilmiyorum. bilmek de istemiyorum açıkçası.. çünkü "bildiğiniz her şeyi nizamiye kapısının dışında bırakın" dedi rütbeliler. yaklaşık bir ay önce. ben de bıraktım. yalan söylüyorum. bırakmak bile istemedim. ne okduğum her hangi bir kitaptaki sevdiğim bir cümle çıktı zihnimden ne de çok sevdiğim bir filmdeki çok sevdiğmi bir sahne. hiçbirisi çıkmadı içimden. belki bir kaç gece rüyamda bile askerdim. ama ötesi boş. ötesi hikaye. ve benim karnım tok hikayelere. belki masal olsaydı, uykusuzluk çektiğim gecelerde birisi okusun isterdim. o da belki...

bazıları hayata yaşlı gelir. kişinin ruhunun ve kavramları algışlayışının ağırlığının yaşlılık olarak algılanmasından bahsetmiyorum. o kadar sofistike olacağına inanmıyorum insanın..
bazıları diyorum işte. bazıları yaşlı gelir dünyaya. güney doğu anadolu bölgesinde kadın olarak doğar kızlar mesela. ve göğüslerinden önce kaderleri çıkar. kalçalarından önce de geleceklerinin belirginleştiği gibi.

milliyetçiliğin bir din olduğu bu topraklarda da her erkek çocuk asker doğar. penisinden önce ruhu erekte olur. ve kavgalarla büyür. büyütülür. bıyıklarından önce de bir çoğunun sırtı terler. selpak satarlar. kırmızı ışıkta bekleyen arabaların camlarını silerler. bir çoğu ya ezilir. ya da sakat kalır.

bazıları hayata yaşlı gelir. bazılarının ise asla ve asla yaşlanmadığı gibi.

işte o büyümeyenleri istiyorum ben. asla yaşlanmayacakları!! sürünürken askerde. 9 ay annelerinin rahminde taşıyıp, askere gelmelerine yakında babalarının içinde saklanan zengin piçlerini.
9 ay annelerinin rahminde taşıyıp hayatları boyunca da babalarının sırtında yaşayan kadın müsveddelerini. işte onları istiyorum ben. yüzlerine yakışan yaşlılık emaralerini kasaturamla atmak için!..

çarşı izni

erkek egemen toplumun erkekliğini unutturmak için ant içtikleri askerlere biçtikleri kefen. ağızlarına çalınan bir parmak bal..

imkanları kısıtlı veya az gelişmiş bir yerleşim birimindeyseniz bu çarşı izni pek de bir şey ifade etmez. devlet dairesi mantığıyla işleyen, sabah 8 aşkşam 5 mantığıyla çalışılan askeriyede çarşı izni pek de ehemmiyetsizdir. en fazla dışarı çıkan asker güzel bir yemek yer. görüşebileceği insanlarla rahatça görüşürüz. sevişebilirse sevişir..

hafta sonları sabahın köründe ana caddelerde dolaşan ne idüğü belirsiz tipler görürseniz bilin ki onların hepsi delidir. onların hepsi aylardır üzerlerine geçirilmiş üniformaları kişilikleri sanan ucubelerdir.
hafta sonları küfrede küfrede konuşarak yanınızdan geçen, sabahın 9 unda pizza yiyen aptallar görürseniz bilin ki onlar askerdir. ve sizin daha yeni başlayacağınız hayata aylardır sizden ve herkesten 3'er, 4'er saat erken başlamışlardır..

bu erken başlayış, hayatı tümüyle sırtlanmak zor geliyordur ruhlarına. zor geldiği için de kendilerini asıyorlar. askerlikten yırtmak için kollarını kırıyorlar g-3'lerle. ranzadan aşağı bırakıyorlar bedenlerini. o askerler işte. onlar, artık kayışını koparmış pantolondan sarkan birer penistirler. çarşı izni ise onların açık fermuarı. ama artık içeri sokulmaz o penis. sokulsa da tahriş edilir.. hepsi bu.

uykusuzluk

günlerdir çekiyorum. hatta aylardır.. tüm iliklerimde hissediyorum.. ayrıştırıyor. ayırıyor. gerçeği yalandan. yalanı gerçekten. geceyi gündüzden. gündüzü geceden.. bedenimi ruhumdan. ruhumu ise bedenimden..

aylardır yaşıyorum. özellikle son bir aydır iliklerimde hissediyorum. damarlarımda dolaşıyor. kan değil. uykusuzluk.. son bir aydır gözlerimin kan çanağı olmasına, beynimin uğuldamasına neden oluyor..

daha dün öğleden sonra, yemin töreni için yanımdaki askerin belinden tutup, sol elimle bayrak ve masadaki g-3'ü kavrarken o masanın başında uyumamak için yırtındım durdum. daha dün yemin töereninden sonra tören alanında kıvrılıp kendimden geçmemek için o kadar çok çabaladım ki ter boşaldı bedenimden..

uykusuzluk..

karman çorman ediyor her şeyi. ayrıştırdığı yalan.. gerçek olansa geceyle gündüzü birbirine geçirdiği. siyahla beyazı.. sıcakla soğuğu.. ruhla bedeni. yalanla gerçeği...
tek bir mevsimi, tek bir rengi, tek bir zaman dilimini yaşıyorum. günlerdir. hatta aylardır. bu kadar kısıtlı bir cümbüş ise yoruyor zihnimi. boş zaman meşgalesi olarak göremediğim için uykuyu, bu uykusuzluk hali koparıyor beni..

sanki paramparça zihnim. beynim. organlarım. ben ise yer çekimsiz bir dünyada, parçalarımı toparlamaya çalışıyorum. kendimce. devlet büyüklerimden, komutanlarımdan habersiz!.. bir de annemden!

5 Ocak 2010 Salı

gece nöbeti

delirmek için en güzel zaman dilimi.. ne üçten beşe olanı ne de 1'den beşe olan şıkkı. hiçbirisi dindiremiyor içimdeki acıyı..
ben geceyi tutuyorum o saatte. gece ise beni.. hayatımın bu noktaya gelmesinde ön ayak olan insanları koruyorum tehlikelerden. kutsal görev adı altında..

elimde g-3 silahım. dişlerimi sıkarak söylüyorum. sessizce; "kutsallığın zorunluluğu mu olur? ya da zorunluluğun kutsallığı?"

duyan yok. sadece ve sadece fısıltılar duyuyorum. arkamdan konuşuyor gece. aklımı kaçırıyorum salise salise. kendimi yitiriyorum gram gram..
ellerim üşüyor. dizlerim. kulaklarım.. gram gram yok oluyorum her nöbette. canım acıyor. annemi arıyorum bir saliseliğine. bu halimi görmesi gerektiğini. bu halimi görüp de benim yerime taş doğurması gerektiğini kabul etmesini.

"belki de taşımdır" diyorum. yine sessizce. o kadar kalabalık ki beynim. her düşünce biribirine çarpıyor. babam geliyor aklıma. 24 ay bu saçmalığı yaşayan babam. ve onun bana sevgisizliği...
"bu yüzdendir" diyorum. "askerdeyken delirdiğinden olsa gerek öz oğlunu ciddiye almayışı. ya da alamayışı.."

zaman asılı duruyor sonsuzlukta. benden binlerce kilometre ötede birilerinin seviştiğini varsayıyorum. birilerinin öpüştüğünü. dudaklarım çatlıyor ayazdan. göğsümdeki g-3'üm bedenime yapışıyor. arada bir tetiğe kayıyor elim. emniyeti açıyorum. yere dik koyup, namluya çenemi yerleştiriyorum..
benim için dizayn edilmiş. kendimi öldürmem için.. "böyle bin saat geçecek" diyorum. "kendime ölümlerden ölüm beğenmem için bin saat.. salise salise hissedebileceğim. saniye saniye damarlarımda dolaşacak bin saat.."

sivildeyken bile tahammül edemezdim gecelere. zira geceler beni yorardı. ya burda. evimden binlerce kilometre ötede. yapayalnızken. hiçbir şeye ve hiç kimseye ait değilken. ne yaparım ben? nasıl bitiririm bu zamanı? nasıl kendime gelirim? nasıl aklımı geri kazanırım?

cevap veren olmuyor. daha saatler var bu gece ki azabın bitmesine. "belki de öldüm" diyorum tekrar. bu da sessizce. "öldüm ve kabirdeyim. azabımı çekiyorum.."

duyan yok. işiten ise anla. anlamak mı? kimin umrunda? üzerime büyük geliyor kamuflaj. hayatın ruhuma büyük geldiği gibi.
yok oluyorum her nöbette. aklımı yiyorum. iç organlarımı. bu yüzden de nöbet bittiğinde sadece uyuyorum. günlerdir açım. dilimden tek bir kelime düşmüyor çamurdan oluşan zemine. tek bir bakışımı yakalayamıyor her hangi bir asker ya da komutan..

canım acıyor. sevmediğim bir mekanizmanın parçasıyım. canım yanıyor. "gerçek acı bu" diyorum. bunu da sessizce söylüyorum. "gerçek acı bu. ayaklarımdan başlayıp saç tellerimde son buluyor. gerçek acı bu. tüm iç organlarımı dolaşıyor. tüm iç organlarımı yakıyor.."

geceyi bekliyorum. gece de benim kendimi öldürmemi. olmuyor. benden önce denenmiş tüm intihar stilleri aptalca geliyor. ellerim tutmuyor. g-3'üme yapışmış eldivenlerim. karşıdan düşman gelse, ayaklarımı sökemem çamurdan. ancak ve ancak olduğum yere uzanırıım. kendimi korumak için değil. uyumak için.

o kadar yorgunum ki zira. bir salisede geçebiliyorum uykuya. bir salisede geçebiliyorum kendimden. yağ gibi akıyorum hayattan..
o kadar yorgunum ki adımı unuttum. arada bir göğsümün sağına bakıyorum. acil durmlarda komutanların soyadımızı anımsaması için yazılmış soy ismime. "kurt" yazıyor. "evet" diyorum. "içten içe beni kemiren diğer benin soyadı olsa gerek.."

geceyi tutuyorum bir kulübede. göz hizamda kum torbaları var. arada bir yumrukluyorum. içimden sayıyorum delirmemek için. ya da delirdiğim..
manası yok artık hiçbir şeyin. önemsiz kutsallıklar. "bitsin" diyorum sadece. 2 günde bir gittiğim tuvaletin arka kapısında yazıyor;

"bitmez."

dışarı çıktığımda ekliyorum;

"evet. bitmez. bitse de amına koyayım. bitmese de. herkesin ve her şeyin."

geceyi tutuyorum. bir kulübede. kendimi öldürmemek için. birileri buna, nöbet diyor..

hayat ve kadın

tek bedende yaşayamayan iki ruh gibi. ya da çift ruhlu bir beden.. farketmiyor. farketmediği için de "hayat" ve "kadın" kelimeleri bir orospu için törpülenip, bir kerhane için "hayat" ve "ev" gibi iki sıcak kelimenin uygun görüldüğü gibi topluma açık konuşma sekanslarında kullanılıyor..

toplum ne yapıyor peki? nerede başlıyor ve nerede bitiyor? ahlak ve erdemin nerede başlayıp nerede bittiği gibi..

nerede?

kendi mutsuzluğundan gökdelenler inşa eden kadınlar tanıdım ben. her şey güzel giderken kendi iç hesaplaşmalarında kendilerini idam eden kadınlar. kendi idam fermanlarının altına bileklerinin kanıyla imzalarını atan..
bir intihara bile geç kalan kadınlar tanıdım ben. bir sevişe, bir öpüşe, bir dokunuşa bin bir sebepten ötürü geç kalanlar..
kendi haklılıklarını ıspat için çok sevdikleri adamlara ömür boyu mahrumiyet cezasını reva gören kadınlar tanıdım ben...

hayat hakkında saatlerce konuşup, "hadi gel yaşayalım "dediğimde inine çekilen kadınlar. rimelli gözleriyle her şeyi süzenler..
kırmızı ojeli tırnaklarını her şeyin sırtına geçirenler. benim sırtım hariç. her şeyin yüzünü parçalayanlar.. benim yüzüm de dahil. varoluşlarını bir erkeğin kalbinde tamamlamaktan çekinenler...

hayatı tenlerinde ve kalplerinde öğrenmek istediğim kadınlar tanıdım ben.. istedikleri şeyi elde edemediklerinde üzgün, ettiklerinde ise pişman olan kadınlar..
hep hayata ve insanlara öfkeyle bakan, cinselliğini menopoz dönemlerinden sonra keşfeden kadınlar.. ruhun kristof kolombları... bedenin galileoları..

kadınlar tanıdım. ta ergenliğimin ilk yıllarından.. annem gibi. cinsellikle erkeğini cezalandıran, sevgisiyle ödüllendiren kadınlar.. ruhun ve bedenin pavlovları!!!

kadınlar tanıdım ben.. asla ve asla bedenlerinden içeri giremediğim. ruhlarında sorti yapamadığım kadınlar. omuz başlarından öptüğüm. nefeslerini yuttuğum kadınlar. hayal kırıklıklarından gökdelenler inşa edebilecek kadınlar..
asla affetmeyen, asla duygularını ortaya koymayan kadınlar..

hayatın ön bahçesinde gördüm hepsini. bir çoğunun elinde sigarası vardı. yakacak bir şey bulamadıklarından içtikleri. kendilerini yakmamak için yaktıkları.. ben gibi..

kadınlar tanıdım ben.. şiirler yazdım onlar için. hikayeler.. hiçbirisi inandırıcı gelmedi hiçbirine. bir şeyi istedikleri an her şeyi yapabilecekken kıllarını kıpırdatmayan kadınlar..

kadınlar tanıdım ben. fakat daha hiçbiriyle el sıkışamadım. adlarını öğrenip de samimiyetsiz göt oğlanları gibi "memnun oldum" diyemediğim kadınlar..

umarım, siz benden memnunsunuzdur. umarım..

hayat kadınıyla yatmayan erkek

sohbet eden erkek de olabilir.. bazen insan seks denen kavramı sadece ve sadece içindeki acıları bastırmak için tercih eder. kendi yalnızlığını başka bir yalnızlıkla bilemek için. keskinleştirmek için.. iki yalnızlıktam teklik icat etmek için...

bazen bir erkek, "hayat" ve "kadın" kelimelerinin tek bedende vücut bulmuş halini becerip de kendini onure edeceğini düşündüğü için hayat kadınının yanına gider. cinsel ilişkiye girecek olsa da, ne kadar tecrübeli olursa olsun, erken boşalır.. zira o an istediği bu değildir. o an istediği cinsellik değildir. o an istediği sadece ve sadece bir kadınla hayat hakkında konuşmaktır. bir hayat kadınıyla hayat hakkında konuşmak...

sokulur o kadının yanına. üzerinden yüzlerce hatta binlerce erkeğin geçmiş olabileceği kadının yanına.
ilk cinsel ilişki deneyimini yaşayanından tut da en aşağı 3 çocuğu olan kel ve göbekli adamların tıslaya tıslaya orgazm oldukları o bedenin ve ruhun sahibinin yanbına sokulur..
konuşur. kendinden çıkar yola. başka bir yere gidemez. arada bir "adın ne?" diye sorar. karşıdaki kadın, hayat kadını ya da kadının hayatı cevap verir; "ne önemi var?"

önemsizliğini kavrar isimlerin. ve mekanların. zira o odaya girmezden önce kapının üstündeki tabelada yazan yazıyı okumuştur;

"hayat evi..."

hayatın böyle bir evde öğrenilmeyeceğini bilir. ta yıllar önce her hangi bir şehirdeki genelev için "çok güzel" diyen dostuna söylediğini anımsar;

"bir genelev ne kadar güzel olabilir ki?"

mekanları güzel yapan şeyin dekarosyon olmadığını işte o kadının göğsüne kafasını koyduğunda anlar. insanları güzel gösteren şeyin ise bedenleri olmadığını..
içeri girerken vermiş olduğu vizitenin üç katını daha komodinin üzerine koyduğunda "sadece kafamı okşa" der. "lütfen..."

okşar o kadın da. içi acıya acıya. anlam veremeye veremeye. bir erkeğin neden bu kadar acı dolu olduğunu anlayamaz. neden bu kadar ızdırap çektiğini. çile çeken keşişlere benzetir karşısındaki genç adamı. tek farkla;

"bu adamın artık bir tanrı'sı yoktur!!!"

hayat kadınıyla yatmaz işte o erkek. ya da yatar. fakat, bu yatışta orgazm olan tek şey ruhudur. bu yatış öncesinde erekte olan tek şeyin onuru olduğu gibi..

yabancı birisiyle öpüşmek

bazen ihtiyaç duyar buna insan. en çok da bir çift samimi göze, bir çift güzel dokunan ele, içten bir tene ve bir çift dudağa hasretken..
öylece çeker hayatını o insanın hayatının yanına. park edemez bir türlü. bazen çaresizlikten bazense o iç acımalarını dindirmek istediğinden adını bile sormaz.. öğrenmeyi de istemez..
hele ki bu eylem öncesinde alkol almışsa, kanında alkolün o muhteşemliği tur atıyorsa iyice cesaretlenir. hiç çekinmeden uzatır yüzünü, gözlerini yumar. ve yeniden doğmak için, hayatına can ikmali yapmak için öper. acıtmadan. acele etmeden. dinlenmek için. ruhunu dinlendirmek için...

hayallerden vazgeçmek zorunda bırakılmak

evet, bazen oluyor bu.. en çok da soğuk kışlalarda vazgeçtim hayallerimden. geçmişime ait, hayatımın o dönemine ait hiçbir şey umrumda olmadı.. ne annem, ne babam... her ikisi de bir kalp ağrısından ibaretti..
soğuk gecelerde üşürken, sıcak bir yatağın arzusuyla döndüm. sağdan sola. soldan sağa. yönleri şaşırdım, eğitim subayı herkese düz giderken..
en çok da, gökyüzünün neden bu kadar küçük olduğuna anlam veremedim. neden bu kadar cılız..

sürekli yağmur yağdı. günlerce. ve ben, hayallerimden arındım o yağmurla. korktum. korkularım, gerçeğim oldu. onlara tutundum. sırtlandım sonra. hayatı. dizlerim titredi. belim büküldü. otuz yaşımda, kamburum çıktı. bu yüzden koştum. nefesim kesildi. kırmızı ışıklara takılmadım. ilkbaharda dönecektim. ilkbahar, ecelim oldu..

en çok da yalnızken vazgeçtim. kendi bedenim ve ruhum üzerinde bir deney gerçekleştirirken. kendime tahammülümün sınırını zorlarken. kendimi öldürsem dahi, ardımdan üzülecek birisinin olmayacağını kabul etmişken. sokuldum kendime.. avuç içlerimi yüzüme sürttüm.. yüz kişilik bir ordunun parçasıydım. ya da paçası.. farketmedi.

en çok ben bağırdım, içerimdeki çığlıkları bastırmak için. hayallerimi ise, telefon kulübesinin başında sıra beklerken sigaramla yaktım.. sigaraya yeniden başladım. intiharımı hızlandırmak için. sol elim hep dolu oldu.
hayallerimi düşündüm. ömrümü. o kadar çok düşündüm ki düşünecek bir şey kalmayınca saymaya başladım. her şeyi.. alfabetik sırayla bildiğim tüm kelimeleri. tüm isimleri. .
o kadar çok üzüldüm ki bir sabah kan kustum...
acemi askerler, tıraş olurken yüzümü kestim sandılar.. acemi sevgilim dişimin kanadığını sandı...

ağlamadım ama hiç.. hayallerimden vazgeçerken.. zira ben geçiyordum hayallerimden. birileri de yardımcı oluyordu tabii..
dünyayı gezme hayalimden vazgeçmiştim 10 yılda. yaşamak hayalimden ise otuz.. benimkisi bir süreçti. hızla akan bir süreç. oysa kışlalarda geçmiyordu zaman. gelmiyordu da.. asılı kalıyordu gökyüzünde. ayakları yere basan, kendini asan bir çocuktu zaman. sadece çırpınıyordu. çırpındıkça canı acıyordu. altına işiyordu...

hayallerimden vazgeçiyordum. yatağımdan 1500 kilometre ötede. hayatımdan ise milyarlarca.. ölüyordum. kaçma hayalleri kuruyordum. firarı düşlüyordum. nizamiye kapısından izinsiz çıkmak vatana ihanetti. ben aklımı gönderiyordum komutanlardan habersiz. "git" diyordum. "kendimi öldürmezsem bir sabah ben de gelirim. bir ilkbahar sabahı.."

gidiyordu aklım. ben gidiyordum. beynim uğulduyordu. kafam ağrıyordu. gün ise doğmuyordu. doğsa da ısıtmıyordu. gökyüzü bile arazi olmayı öğrenmişti.
acı çekmiyordum. sevmediğim ve işleyişini iğrenç bulduğum bir sistemişn dişlisiydim. dişlerimi sıkıyordum marşlar okurken. dişlerimi sıkıyordum küfrederken. komutanlar bağırıyordu. ben ölüyordum. kendimi ise, hayallerimden oluşan bir mezara gömüyordum..

"asla baba olmayacağım" diyordum, 22 yaşındaki yeni ergen bir subay, elindeki yetkiden dolayı yüz gencin onurunu incitirken. "olsam da çocuğumu çıplak elle boğacağım.."
cahiliye devrim başlamıştı. kendime putlar yapıp, acıktığımda yiyordum. hep açtım çünkü. parkamın ceplerine koyuyordum yemeklerden arta kalanları. ceplerimde bir açlıktan arta kalanlar oluyordu. gözlerimde ise bir aşktan arta kalanlar. midemde ise bir hayattan!

bir artıktım. bir sıfır. evet, bir sıfırdım. öyle demişti o güzel kız. benimle ilgili bir konu hakkında konuşurken. daha doğrusu ikimizi ilgilendiren bir konu hakkında fikrini beliritirken. "sen bu konuda sıfırsın" demişti.
ne güzeldi. ne müthişti. oysa bu sıfıra günde sekiz saat nöbet yazıyordu karakol komutanı. hem hudutta. hem de karakolun gözetleme kulesinde..

zamanı sayarken vazgeçiyordum hayallerimden. vazgeçmek zorunda bırakılıyordum. kendimle bu kadar başbaşa kalmam tehlikeliydi. bu yüzden de rehberlik danışma merkezinden gelen psikolog komutana. "her gece kendimi öldürüyorum" dedim. "koruyun beni. kendimden. diğer insanlar kendimle aramda hudut olsun."
yalan söylemediğimi anladı. dinledi beni. sohbetimizin sonunda "bana yardım et" dedi.

güldüm. içimin acısını bastırmak için. bir gece yarısı başım dönüp de duvara tosladığımda herkes inandı hayallerimden vazgeçtiğime. herkes anladı düşüncelerimin gerçekliğini..
bir gece yarısı, üç-beş nöbetinde hayallerimin hepsini diktim karşıma. parolayı sormadım. tüm insanlığı ise seyirci olarak seçtim. emniyetini açtım g-3'ün. ve tetik düşürdüm;

"bammmm!!!!"

orgazmdan daha zevkli bir an

107 asker dikilmiş bir kışlanın arka bahçesine. herkesin yüüznden düşen bin parça. herkesin fişi çekilmiş sanki. birisi, başka birisine anlatıyor; "dün gece eşimle konuştum, kızım baba diyormuş. ve ben onun ilk baba deyişini duyamadım.."
bir başkası, başka bir köşede, başka birisine anlatıyor; "ben buraya geldiğimde eşim boşanma dilekçesini vermiş..."

susup kalıyor herkes. konuşmak manasız çünkü. kimse bilincinde olmasa da herkes delirmemek için konuşuyor.. her daim bir uğultu var.. üzerimizde altı beden büyük gelen kamuflajlar..
bir diğeri arıyor babasını. "baba" diyor. "lütfen kurtar beni buradan!!!"

başkent uzakta. hem de o kadar uzakta ki ancak ve ancak gazino adındaki boktan kantinde olan siyasi haritada dahi yerini bulamıyoruz. ve başkentteki meclisten yıllar önce çıkmış bir kararla hepimiz buradayız..
uygun adımda yürüyemeyen bacakları sakat, van'lı şuayip'i yeni teğmen olmuş 22 yaşındaki çocuk, nizamiye kapısına gönderiyor. "git, bak" diyor. "sen nizamiye kapısında mısın?"
ağır aksak koşuyor şuayip. çünkü daha dün gece her şeyi tebliğ ve tebellüğ etmiş. bunların içerisinde emre itaatsizlik etmeyeceğini de belirtmiş..

koca koca adamlar erkekliğini unutmuş.. koğuştaki gecelerde her hangi birisi soruyor kalabalığa; "beyler, geldiğimizden beri hiç orgazm olan oldu mu?"
"yok amına koyim" diyor içerimizdeki en genç olan 21 yaşındaki kaan. gülemiyoruz bu kez. libidolar eksilerde.. cinsellik ise sadece ulu orta edilen küfürlerde. ya da dilleri sıkıp da edilenlerde.. farketmiyor..

sivil hayatta asla ve asla yeşil renk bir elbise giyemyeceğine dair şart ediyor herkes.. yağmur yağıyor bu esnada. hem de ne yağmur. günlerce. gecelerce. yağmur yağıyor. ellerimiz kesiliyor. yağmur yağıyor. dişlerimiz sızlıyor. yağmur yağıyor. kulaklarımız jiletleniyor.. ve hiçbir zaman kantinci olacak o usta asker kantinde olmuyor.
tek bir bardak çaya hasret 100 kişi. 100 adam..

kışlanın içerisindeki kediler ve yabani güvercinler bile varlığımızdan habersiz. kediler kucağımızdan geçiyor çöp bidonlarına. kuşlar ise ayaklarımızın dibinden kaçmıyor.. zoruma gidiyor hayvanların bu kayıtsızlığı. zira ne kedilere ciğer verdim. ne de kuşlara avuçlarımla yem..

erkek çağının, erkek hegamonyasının ortasında, orgazmdan daha zevkli tek bir an yaşanıyor. gökyüzünün hala ve hala bize ait olduğunu ıspatlarcasına.. gökkuşağı çıkıyor..

kızının "baba" deyişini duyamayan istanbullu furkan bu kez duyuyor,kızının baba deyişini. eşinin boşanma dilekçesi vermiş olduğu izmirli gökhan abinin bu işlemi geri çekiliyor. babasına "baba beni kurtar" diyen antalyalı kutay, bu kez sadece susuyor. kepini sol eline alıp, gökyüzüne bakıyor..

ve gökkuşağı, bir orgazmdan daha zevkli geliyor. herkese.. 100 ere!..

4 Ocak 2010 Pazartesi

inanilacak tek bir deger yargisinin olmaması

modern çağın vebası. tarihin her döneminde böyle mi olmuştur? toplumlar teknolojide gelişirken ahlak yönünden çöküntüye mi uğramıştır?
insanlık; görünürde en üst seviyedeyken görünmeyen o kutsallıklar konusunda en altlarda mı sürünür hep? toplumlar ne zaman silkinip de uyanır peki? ne zaman kendi göz kapaklarını jiletlerle kesip de kendine gelir toplumlar?
insanlık ne zaman üzerindeki tecavüzcü zihniyetin penisini kesip de ağzına yerleştirir? sonsuzluk gibi bir olguda ne zaman kendi ömrünün son bulacağını iliklerinde hisseder her birey?

hani tahtaravelliydi tarih? ne zaman yukarı çıkacak şimdi en dipte olanlar? yukarı çıkıp da o yüksektekileri aşağı atacak? tasfiye edecek zulümün torunlarını?

tanrı'nın kendi kendini vareden bir bakteri olabileceği ihtimalini kim düşünür? kim bu düşünce sistemine göre hayatını şekillendirip de daha orjinal inanç silsilesi oluşturur? bu oluşturulan inanç silsilesi içerisinde uğruna kavga edebileceği, savaşabileceği, ölebileceği bir inanç yaratır?
böyle yaparak da kendi varlığını elle tutulup, gözle görülen, dokunulup da hissedilebilen somut delillere bağlar? kim yapar bunu? ya da yapabilir?

okuduğu kitapları, izlediği filmleri ciddiye alıp da o boylamda yaşar? ya da yaşamayı göze alabilir?

sokaklar leş gibi. yaratılış leş gibi. dini, dili, ırkı ne olursa olsun her hangi bir coğrafyada öldürülen bir çocuk için üzülmekten aciz insanlarla dolu evren.
hatta ve hatta o acıya üzülmediği için kendisiyle gurur duyan insan(!)lar var?
ben nasıl bir uykudaymışım ki hala ve hala uyanamadım bu berbat kabustan. insanların iyi olabileceğine dair, insanların iyi olup da bir evrensel acı bulup o acıya yedi milyarın aynı anda ağlayabileceğini ummuşum. o acıyı yeryüzünden yok etmek için yedi milyar insanın aynı safta yan yana, omuz omuza mücadele edebileceğine inanmışım.

ben nasıl bir ucubeymişim ki sıkmışım yumruğumu, kendi yüzüme indirmişim. insanlığın nezdinde kendimi çarmıha çekmişim, ömer'in öfkesini, isa'nın şifasını, musa'nın sihrini, ibrahim'in teslimiyetini, muhammed'in hoşgörüsünü ruhuma katık edip de o uğurda yol almaya çalışmışım.
bir arpa boyu yol katedememişim ama. hep aynı yerde koşmuşum ben. hayat; bir koşu bandıymış. insanmlar ise asla ve asla iyi olmayacak organizmalar.

tecavüzler devam edecek sanırım. sonsuza dek. ihanetler, riyalar, yalanlar... barbekü partilerinde üçüncü dünya ülkelerine kefen dikecek birileri. ve çocuklar ölecek hep.
misket bombalarını oyuncak sanıp da evlerine götüren çocuklar paramparça olup duvarlara yapışacaklar.
bizler ise sadece izleyeceğiz. ben ise sadece izleyeceğim. midem bulanacak. varlığım yük olacak ruhuma. insanlığımın kefareti delirmek olacak. görünmez zincirler ruhumu sıktığında siyasi doktrinler, ideolojiler pranga olup yapışacak ayaklarıma.
tek bir değer yargısı arayacağım. sonsuz olmak için. varoluşumun gerçek olduğuna inanmak için. hayat; varolduğumuz sürece düzeltemeyeceğimiz bir hatadan ibaretken ben yine de çocuklar için yaşayacağım. sadece çocuklara inanarak. misketleri evlerine götürüp de oynasınlar diye. ama o misketler patlayıp da o meleklerin bedenlerini duvarlara yapıştıramayacak.

ruhum ve bedenim varolduğu sürece, gerçek adalet olgusunu yetkili merciler gerçekleştiremedikçe ben asla ve asla inanmayacağım hiçbir şeye. en çok da insanların iyi olabileceğine!

3 Ocak 2010 Pazar

ilkbahar

dönüşlerimdi.. varışlarım.. şimdi, içerimde hayal kırıklıklarımdan oluşan ağır bir bavulla hayat denen otogardayım.. nereye gideceğimi bilmiyorum.. öylesine izliyorum gelip gidenleri. ya da gidip gelenleri. farketmiyor.. öylesine bekliyorum işte. çekiliyorum aşağıya. hayat dene balçık tarafından. paniklersem daha da çok batacağımı bildiğim için, kabul ediyorum ölümümü. ve öldürülüşümü..

ilkbahar bana mıntıka temizliğini hatırlatıyor sadece. sonbaharın hatırlattığı gibi. ve ben öylesine temizlemeye çalışıyorum içerime düşen yaprakları. çam kozalaklarını. bir aşktan arta kalan sigara yanıklarını.. bira şişelerini. boş rakı kadehlerini.. ben temizlemeye çalışıyorum şimdilerde..
kanımdan oksijeni söküp atmaya çalışıyorum. zihnimden ise ölümü..

ölmüyor. ve olmuyor.. gramer hatası yapıyorum bolca. yazım yanlışı.. geri dönüp de düzeltmeye mecalim yok.. hayatımın üzerine bir çizik atıyorum..

ilkbaharı düşlüyorum şimdilerde. hayatımı evrelere böldüm zira.. ilkbahar kaldı bana. bir de 30 yıllık gerisi.. içerimde uğultu var. içerimde rüzgar.. yapraklarımı savruluyor. sağdan sola. soldan sağa..
pusulam kayıp. kıblesi çalınan bir müslamanım.. secde edeceğim yeryüzüm yok..

yüzüm yok artık.. hem de hiçbir şeye karşı. aynalarda boşluğum. kaldırımlarda hiçlik.. nefesimi tutuyorum alabildiğine.. israf etme lüksüm yok.. sol elimi tutuyorum sağ elimle..

olmuyor..

dönüş biletlerim kayıp. ceplerim delik. cepkenlerim. ruhum gibi... akıp gidiyor hayat.. su gibi. meğerse her şey sıvıymış. kavramlar, duygular, olgular..
yeryüzünün çekim gücü yok belki de.. gökyüzünün itim gücü var... bilmiyorum.. sadece bir bilinmezliğim.. sadece bir anlamazlık..

mezar taşım sol pazumda işli.. hayatım ise bir yaprak'a ilişik...

uyuyamamak

eskiden, sadece geceleri uyuyamazdım. gün ağarana yakın uyurdum bebekler gibi. mışıl mışıl. hatta rüya bile görürdüm.

şimdi, uyuyamıyorum. beni kendimden geçirebilecek kadar güzel şeyler yaşayamadığımdan mıdır bilmem, ya da uyuyup da huzuru tadamayacağımdan.
bilmiyorum.
uyuyamıyorum sadece. en fazla bir kaç saat. o da deliksiz değil. bölük pörçük bir uyku. o da öylesine bir göz dinlenmesi. gerisi yok. gerisi olması gerekiyor mu, onu da bilmiyorum.

aslında hiçbir şey bilmiyorum. bilemedim de. uyku da bunların başında geliyor. sürekli bir uykusuzluk ve mutsuzluk hali hakimken ruhuma, uyku, ruhuma giydiğim çok şık bir damatlıktı eskiden.
ama artık yok. yaktım o damatlığı. düşünmekten ve irdelemekten zihnimi çatlattığım gecelerde. beni kendimden geçirecek kadar mükemmel bir hayatı tek başıma yaşayamadığım için. yaktım o damatlığı. küllerini de kavanoza koydum. bir gün ne yaparım, bilmiyorum.

çünkü, bir kaç saat sonra birer birer devrilecek insanlar. bir meyhane çıkışı bıçak çekecek kulağı kesiğin biri meyhanedeki gençlere. solist olarak çıkan, gerçek adını asla bilemediği o kadınla gitmek isteyecek dünyanın dibine. ne o kadın onunla gidecek. ne de meyhaneden dışarı çıkacak.
bizim aşık, bir kamyon dayak yiyip de sızıp kalacak bir köşede.
birazdan bir üvey baba, üvey kızına cinsel tacizde bulunmak için parmaklarının ucunda yürüye yürüye odasına yaklaşacak genç kızın. ve yaklaşacak. kapıyı hafifçe açıp içeri girecek. o genç kızın tenini avuçlayıp, taciz edecek. ve nihayetinde zamanı olursa tecavüz edecek. o orospu çocuğu da geçip uyuyacak birazdan. ama o kız uyuyamayacak.
birazdan, evsiz birisi de çöplerden bulduğu kartonları yağmurlu sokağın en rüzgarsız yerine serip uyuyacak. rüyasında tanrı'yı görecek. konuşacak onunla. "sen" diyecek tanrı'ya. "piçsin!"
kızacak tanrı. kükreyecek. bizimkisi gülümseyerek ekleyecek; "benim en azından yavşak da olsa kimlikte ismi yazan bir babam var. peki ya senin?"

birazdan yaşanacak bunlar. biliyorum ben. çünkü uyuyamıyorum. çünkü uyuyamadığım için görüyorum her birini. bir gün her birinin gerçek olup olmadığını anlamak için bir bidon benzin döküp de sol elimdeki zippoyu çakacağım.
dünyayı yakacağım bir gün. gerçek olup olmadığını öğrenmek için. o güne kadar uyuyun siz. gerekirse ben her birinize ninni söylerim. sonu mutlu masallar anlatırım. uyuyun siz. deliksiz.
bir gün hepinizi uykunuzda yakacağım. gerçek olup olmadığınızı anlamak için.

2 Ocak 2010 Cumartesi

içine soksana beni

içine soksana beni,
orada kalayım.
öyle durayım,
yazılar yazayım.
seni yazayım,
sana yazayım.
fısıldayayım içinden;
ya da içimden...