19 Mayıs 2011 Perşembe

Birine binlerce yalan söyleyip gerçeği unutturmak

müthiş bir yetenek ve özveri isteyen eylem.

zamanında bir adam tanımıştım. gerçek bir yalancı. söylediği her yalanı en ince ayrıntısına kadar düşünen, nakış nakış işleyen bir deli. karşısındaki kişiye binlerce yalan söyleyip gerçeği unutturan bir manyak.
baba sevgisi ile arasında kocaman bir anne egosu olan şizofren adayı. kocaman cüssesine karşın hiçbir konuşmasında küfür dahi kullanmayan, sabah uyandığı an hemen başucunda duran, o aralar okuduğu kitabı eline alıp kaldığı yerden okumaya başlayan, sabah uyanır uyanmaz sevişmek yerine yanında sevişecek bir kadın bedeni olmadığı için romanlarla sevişen bir ucube.

onu ilk gördüğüm anı hatırlıyorum şu an. kocaman şişe dibi gözlükleri ve iri cüssesiyle bir pasajda ikinci el kitap satıp yolunu bulmaya çalışıyordu. yanına gidip öylesine bir kaç kitap sormuştum. o ise öylesine cevaplar verip geçiştirmişti beni.
iki de bir sağ gözünün seğirmesi kendisine garip bir çekicilik ve gizem katıyordu. yalan yok, o sonbahar günü onu pasajda gördüğüm an kesinlikle bu insanla tanışmalı ve arkadaş olmalıyım demiştim.

bu arkadaşlık konusunda kadınlar gibi değildir erkekler. aynı cinsiyete sahip kişilerin birbirileri ile gerçekleşltirdikleri, birbirileri ile kurdukları ikili ilişkiler batı toplumu ile doğu toplumu gibidir. 
kadınlar batı medeniyeti ise erkekler doğudur. kolay kolay ilk etapta sıcak davranmaz kadınlar birbirine. erkekler ise soğuk davranmaz.
buna karşın kadınların dostluğu uzun yıllar sürebilir. çok büyük bir sorun olmadığı sürece. ya da aralarına geniş omuzlu, uzun boylu bir erkek girmediği sürece. hiç bilemedin, ev arkadaşlığı gibi sikim-sokum bir mevzu aralarına girip de bulaşığı kimin yıkayacağı mevzusu karakolda bitmediği sürece.
erkekler daha farklı ama. çok çabuk kaynaşan iki erkek bir playstation maçı sonrası sonsuza dek görüşmeyebilirler.
hayatındaki en samimi bulduğu ve dostu saydığı iki adamdan birisini bir kış gecesi kredi yurtlar kurumunun bilardo oynanan boktan bilardo salonundaki tartışmadan dolayı kazanmış bir adam olarak söylüyorum bunları.

konu dostluk ve arkadaşlıksa erkekler daha çabuk kaynaşan fakat daha kısa vadeli dostlukların olduğu, kadınlar ise daha geç kaynaşan fakat daha uzun ömürlü olan dostlukların, arkadaşlıkların mimarıdırlar.
bir erkek örneğin, bir kadın için en yakınındaki erkeği bile boşlayıp götüne şutu basabilir. ben mesela, çok güzel bir kadın için babamı bile kesebilirim.
peki ya bir kadın? aşık olduğu adamı bile en yakın kız arkadaşı için yarı yolda bırakıp sırtından bıçaklayabilir. doğuştan gelen bir şey bu sanırım. bu teorinin ya da genellemenin dışında olanlar yok mu, illa ki vardır. onları ise bu mevzunun dışında tutuyorum.

o adamı gördüğüm gün kolay olmayacağını biliyordum kendisi ile bir dostluk ve arkadaşlık kurmanın. ben okula giderken o kampüsün girişinde kitap satıyordu. ikinci el diye korsan kitap satıp yolunu buluyordu.
hiç unutmam, eğitim fakültesinin önüne açılan salı pazarında kitap isimlerini yüksek sesle bağırıp da kadınların ilgisini çekme anını. işte o an yüzümde kocaman bir gülümseme ile yanına gidip kitap satmaya başlamıştım.
hiçbir karşılık beklemeksizin. hiçbir şey istemeden.

o aralar amatör olarak bir şiir kitabı çıkarmıştık 4 arkadaş. üç erkek, bir kadın. ben kendisine kitabımızdan bir kaç yüz adet götürdüğümde öyle bir mutlu olmuştu ki, şimdi ne desem yetmeyecek.
kendisine kendi kitabımdan 200 adet verip bir tane yüzyıllık yalnızlık bir adetde nieztche ağladığında almıştım.
gülmüştü. neden demişti. neden 200 kitaba sadece 2 kitap? ben de gülüp karşılık vermiştim. yüzüm bile yok aslında bu 200 kitabı verip de bu iki kitabın korsanlarından birer adet almaya.

o günden sonra yakınlaşmaya başladık. aramızdaki dostluk ve arkadaşlık ilişkisi biraz daha sağlam ve yavaş ilerliyor, gelişiyordu. huzursuz değildim bu durumdan. yalan yok.
ben ki her şeyi şimdi isteyen bir piçim. her şeyi şu an isteyen bir yavşak. ancak o zaman istememiştim bunu. isteyememiştim daha doğrusu. onunla dost olamama ya da arkadaş olamamanın tedirginliğimden olsa gerek.

ben bir kitabevi açtığımda o da bir sokak öteme kitabevi açmıştı. aradan geçen bir kaç yıl içerisinde ise onun bir oğlu olmuş, benimse binlerce hayalim piç olmuştu.
kitabevine ilk gittiğim gün yüzündeki heyecan ve kelimelerindeki acemilik beni de şaşırtmıştı. 
kitap raflarını silerken o, ben üniversite öğrencileri için tiyatro oyunu yazıp oynamamız gerektiğine dair el ilanını onun kitabevinin girişine yapıştırmıştım. geri dönüp, yanıma gelip yazıyı okumuş, neden olmasın demişti.

yaklaşık 3-4 ay sürdü bu tiyatro oyunu mevzusu. gelen-giden her öğrenciyi biz seçip, o zamanlar benim kitabevimin olduğu sanat merkezindeki büyük salonda provalar yapıyorduk.
bir prova öncesi içeri yeni düşen bir gence, "lütfen sahneye çıkar mısın?" deyip, çocuğu sahneye çıkardıktan sonra "şimdi bize eşcinsel bir adamı canlandırır mısın?" diye eklemesi, çocuğun o an ağlamasına neden olmuştu.
çocuğu aşağı indirip çocukla yanımda konuştuğunda ise çocuğun bir cezaevinde gardiyan olduğunu öğrenip cinsel kimlik yönünden de eşcinsel olduğunu öğrenmemiz şaşırmamıza neden olmamıştı.

birilerine garip ve sıradışı gelen bu kişi ve yaşadığı hayat pek de şaşırtmamıştı bizi. biz zaten birbirimize baktığımızda artık yeterince şaşırıyorduk. yalan yok, ben onun zekasına ve bilgisine şaşırıyordum. o ise benim o zamnalarki bilgi açlığıma ve cesaretime.
beraber filmler izliyorduk, kitaplar okuyup heyecanlı heyecanlı birbirimize çok sevdiğimiz cümleleri söylüyorduk.
bir gün sıkıldık. gerçek bir can sıkıntısı ama. çözümsüz, tedavisiz. ben yazmaya başladım işte o gün. o ise yalan söylemeye. ilk romanımı bitirip kendisine götürdüğümde o şaşırmamış tam tersi geç bile kaldın demişti yazmak konusunda.

ilk roman çalışmamı bir gecede okuduğunda ben yeni bir şeyler yazmak için tıkandığımı söylediğimde o bir konu teklifinde bulunmuş ben ise bir buçuk ayda "cennetten kovulan"ı yazmıştım.
bir antalya yolculuğu öncesi okumuştu nickimle aynı ada sahip bu gereksiz roman taslağını. ve beni arayıp şimdi de şunu yaz deyip bir konu daha sunmuştu.
benimle dalga geçtiğini sanmıştım ilk başlarda. fakat yazdıkça, onun yalan dünyası ile benim hayal dünyam birleştikçe anlıyordum onu. ortak noktamızın en tepesini hedonizm oluşturuyordu. ve bilginin her şeyden ve herkesten değerli olduğu. kendimizden, yalanlarımızdan, hayallerimizden hatta gerçekten bile.

ayrılmıyorduk kolay kolay. o aralar bir kadınla tanıştmıştı kendisi. o kadına kendisini yıllarca yurtdışında yaşamış birisi, çok ünlü bir yazar olarak tanıtmıştı.
rahatsız oluyordum yalanlarından. fakat o benim yalanlarla süslü romanlarımı okurken mutlu oluyordu.
kendi kendime sorular sormaya başlıyordum; "o yalanı gerçeğe çevirip, gerçeği unutturarak mutlu oluyor, ben ise gerçeği yalana çevirip mutsuz. nedir bunun hikmeti? yanlış yapan kim?"

bir gün o kadar çok yalan söyledi ki o kadına. antalya'daki çok büyük bir oteller zincirinin haklla ilişkiler müdiresi olan o kadına bir gün o kadar çok yalan söyledi ki, üçümüz işte, antalya'da lüks bir restorantta akşam yemeği yerken kadın milyarlar değerindeki mönüye kusup "lütfen şimdiye dek söylediğin her şey yalan olsun" dedi. "yoksa ben bu kadar gerçele yaşayamam."
"maalesef ama hepsi yalan" dedi. "fakat benim yalanım değil. aha şu yanımdaki orospu çocuğunun yalanı."

yutkundum, kaldım. o yanımdayken bir yalanı bile başka bir yalanla açıklayan gerçek bir ilüzyonist olarak geldi bana.

çaresizce "evet" dedim. "her şey benim başımın altından çıktı." 

kadın inandı. çünkü inanmaktan başka çaresi yoktu. aradan yaklaşık bir yıl geçmezden önce mutluydular. ve umutlu. arasıra antalya'ya gider, misafirleri olurdum. o kadar çok yalanın içerisinde gerçek bir mutluluğu yaşıyorlardı. durmadı bizimkisi yerinde ama. bir sabah "ben mit'te çalışıyorum" deyip gitti. oysa askere almışlardı kendisini. koca bir adam olmasına karşın, 12 yıllık üniversite macerası başladığı birinci sınıfta sektiği için kulağından tutup götürdüler askere.
bitirdi geldi askerliği 15 ayda. ben askerdeyken de arada bir çarşı izinlerimde maili gelirdi bana. 
"bu mesajlar kendini öldürmemen için" yazıyordu. başka hiçbir cümle yok. başka hiçbir kelime yok. sadece kendimi öldürmemem için atılmış, "kendini öldürmemen için bu mesaj" denilen bir mesaj.

gülümsüyordum. mutlu oluyordum. hiç konuşmasak ya da görüşmesek bile biliyordum, bir yerlerde hala en kallavi yalanları söyleyip masal tadında yaşıyordu hayatı. 
antalya'da bir sabah kahvaltısında bıraktığı kadın mı? yıllar sonra yanıma geldiğinde hepsinin gerçek olması için o kadar çok dua ettiğini söyledi ki bana. epey bir süre sustuktan sonra sormama neden oldu;
"gerçekten ister misin peki bunu?"
"neyi?"
"o kadar yalandan sonra gerçeği? o kadar yalanın içerisindeki gerçek mutluluğu, boktan gerçeklerin içerisindeki mutsuzluğa tercih eder misin bunu?"

cevap vermedi. ve çantasını koluna takıp, sessizce ağlayarak gitti. ben ise bir sigara yakıp ardından baktım. gözden kaybolana kadar. yalanlardan inşaa edilen bir mutluluğun mu yoksa gerçeklerden inşaa edilmiş bir mutsuzluğun mu daha değerli olduğunu düşünerek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder