27 Haziran 2010 Pazar

okulu uzatmak

vakti zamanında benim de gerçekleştirdiğim hadise..

şimdiki nesil bilmez, kredili sistem diye bir mevzu vardı bundan 13-14 yıl önce.. bir lise öğrencisi tüm öğrenim süresi boyunca alacağı derslerin toplam kredisini verdiği an mezun olabiliyordu.. işte ben de bu kredili sistemin son kazazedelerinden olduğum için biraz çetrefilli başladı bu dönem..
4 yılda bitirmem gereken lisenin 2 buçuğuncu yılında bir gün takım taklavat gittim okula, dediler ki müdür muavini seni çağırıyor.. ben dedim ki bu pezeveng kesin yine ya saçıma kızacak ya da sakalıma.. sakal dediysem üç-beş sik kılı bir yerlerden bulaşmış suratıma.. tam olmuşum cük kafalı japon askeri..

neyse işte, vardım hazretlerin odasına.. adam da bir bıyık var, sanırsın ki puşt, stalin.. oysa ne alaka, adam bildiğin faşistin önde gideni.. kapısını çaldım, içeriden bir ses; "göööoooeeelll!!"
ben dedim bu it kesin maç izliyor, gol oldu o sevinci yaşıyor.. bekledim bir kaç dakika.. içeriden ses gelmeyince tekrar çaldım kapıyı.. yine aynı ses.. bu kez bir kaç harfi yutmuş şekilde ama; "geeeolll.."
vardım huzuruna.. gözlerini gözlerinden kaçırıyorum.. bana bir kağıt uzattı hiçbir şey söylemeden.. ben de hiçbir şey söylemeden alıp odasından çıkıyordum ki "bitti" dedi.. "efendim" hocam" dediğimdeyse, "okul lan" dedi.. "bitti işte.. siktir olup gidebilirsiniz.."

lan sevineyim mi, üzüleyim mi, bilmiyorum.. ben kendimi şartlamışım 4 yıla.. o zamanlar güzel top oynuyorum.. hatta bir aralar hani şu okan koç vardı ya, onunla aynı takımın alt yapısında oynuyoruz.. o sağ açık, ben orta sahada oyun kurucuyum.. solak olmama karşın iki ayağımı da raket gibi kullanabiliyorum.. büyük bir hayalim yok futbola dair.. sadece ders aralarında maç yaptığımız yan sınıfı yenelim, bu benim için yeterli.. itlerin diline düşmek olmaz..

elimde kağıt eve geliyorum.. o zamanlar annemle soğuk savaş yaşıyoruz.. kadın neyin tribindeyse artık, psikopat bir kafa yaşıyor.. ayağımı sağa uzatıyorum uzatma... sola uzatıyorum, çek.. ne yapsam batıyor matmazele.. bir şey de diyemiyorum.. her seferinde sütünü helal etmemekle tehdit ediyor.. hatta bir keresinde bir şarküterinin önünden geçerken tuttum kolundan, "gel" dedim.. "sana emzirdiğin tüm sütleri satın alacam.." önce kızdı, sonra gülüp çekti beni şarkütericinin önünden.. eve yollandık..
işte elimde kağıt, düştüm içeri.. ev bildiğin deterjan kokuyor.. halılar toplanmış her zaman ki gibi.. bale yapar gibi yürüyorum evde.. götümü koyabileceğim bir yer bulduğumda uzattım kağıdı.. baktı kendince.. kesin bir halt yemişsindir dedi.. gel de anlat kredili sistem muhabbetini.. neyse ki o da anlatmamı istemedi.. ne bok yersen ye deyip temizliğine devam etti..

ben bekliyorum kendimce.. o yıl üniversite sınavına girecek akranlarım.. sınıf arkadaşlarım.. bense annemden gizli idmanlara gidiyorum.. o ara milli sporcu olan abim trafik kazası geçirip komada kalmış altı ay.. mış'lı ekle anlattığıma bakmayın.. motor kazası geçirip komada kaldı 6 ay.. daha yeni çocuğu olmuştu hatta.. çocuğuna mama almaya giderken hem de... türk filmi gibi ama gerçek bu.. sarhoş bir orospu çocuğu çarpıp kaçmıştı kendisine.. sol bacağına onlarca dikiş atılıp platin takmış doktorlar..
neyse işte, aile spordan ve sporcudan muzdarip.. abimin kadrolu çalıştığı, sporcusu olduğu kulüp tek taraflı işten çıkarıyor abimi.. çok cüzi bir tazminat karşılığında.. ben ise "sporcu olacam" diye tutturuyorum.. ama dinlemiyor kimse.. ben olsam ben de dinlemem tabii..

işte o yıl zor bela gidiyorum idmanlara.. idmanlara giderken de okuduğum okullara dair ne bildiğime bakıyorum.. hiç.. koca bir hiç hem de.. şöyle eşek kadar olanından.. bir kaç akranım sınava girdiğinde ben elime öss sınav başvuru kağıdını bile almamışım.. ev içerisinde annamele ne kadar az göz göze gelirsek o kadar iyi.. ki gelmiyoruz da kolay kolay.. o zamanlar bir de aşığım.. yaşadığımın yerin en güzel kızına.. onun için şiirler yazıyorum.. gel ki sadece onun için değil, tüm erkek arkadaşlarımın sevgililerine yazdığı şiirleri mektupları ben yazıyorum.. herkes benim hissettiklerimi yaşıyor gözümün önünde.. bir gartip oluyorum, çok güzel bir kız, çok sevdiğim arkadaşımın boynuna sarılıp da "bu ne güzel bir şiir" veya "yazı" dediğinde..

işte bizim gencolar giriyor sınava.. bir kaçı hukuk kazanıyor, ne ara çalışıp da o kadar bilgiyi topladılarsa beyinlerine.. beyinlerini siktiklerim.. ben girmiyorum mezun olduğum ilk yıl..
ertesi yıla kadar sadece topa vuruyorum.. sol ayağımla, sağ ayağımla, kafamla, dizimle, burnumla, sikimle, taşağımla... her idman sonrası geberiyorum neredeyse.. beni terkedip de mahallenin en sikik adamına giden o kızın hınıcını meşin yuvarlaktan alıyorum kendimce.. tabii bunu annem gibi takım çalıştırıcımız bilmiyor.. sırtımı sıvazlıyor maçlardan sonra.. benimle daha çok ilgileniyor..

bir maç sonrası eve geliyorum.. yaz yeni bitmek üzere.. o kadar yorgunum ki, kılımı kıpırdatacak halim yok.. annem yakalıyor beni salonda.. babamla göz göze geliyoruz.. artık yüzüm sakala bulaşmış.. sesim kartlaşmış.. sanırım büyümüşüm.. "oğlum" diyor bana.. "bu yıl üniversite sınavına gir.. yoksa zebil olacaksın"" tamam diyorum anneme.. takımımı bırakıyorum.. ve takım arkadaşlarımı.. sporun ve sporcunun ailemize ne verdiği ortada.. eve kadar gelen antrenörümüzü annem kovuyor.. bildiğin kovuyor lan.. elinde süpürge, adamı kapı dışarı ediyor bizim spora verecek bir oğlumuz daha yok diye.. adamcağız mevzuya ayık olmadığından şaşırıp kalıyor..

o yıl deli gibi ders çalışıyorum.. dersane çıkışı arkadaşlarım bilardoya ya da sinemaya giderken ben hemen eve gelip test çözüyorum.. kitaplar okuyorum.. derslerimi tekrarlıyorum..

sonra geliyor sınav sabahı.. öss'den ortalamanın çok üzerinde bir puan alan öğrenci olarak giriyorum.. ve daha ilk soruda kazandım diyorum kendime.. eminim.. çünkü sorular o kadar basit geliyor ki.. şaşırıyorum gerçek bir sınavda mıyım diye.. sınıfta en erken ben soruları çözüp de dışarı çıktığımda benimle sınava gelen abim, şaşırıyor.. n'oldu lan diyor.. yapamadın mı? yaptım diyorum.. hem de yarım saat önce.. erken çıkmayayım, tekrar soruları kontrol edeyim diye uyardı beni görevli.. ben de oturup dinlendim biraz..
sınav sonuçları açıklandığında annem pür dikkat soruların yanıtlarını not alırken kendince, ben uyuyorum.. aradan geçen süre boyunca sadece ve sadece uyuyorum.. ve sınav sonucu açıklandığında donup kalıyorum bir internet kafede... şu an yaşadığım şehirin, tek üniversitesini kazanmış olmama sevinemiyorum bile.. annemi aradığımda anlıyor sesimdeki kırgınlığı..

geliyorum bu şehire.. gelmemle yıkılmam bir oluyor.. beynimdeki üniversite kampüsü ile benim hayal ettiğim kampüs arasında binlerce pencerelik fark var..
faşist bir sistemin faşist bir kurumuymuşçasına dikilen sınıfların, amfilerin penceresi bile yok neredeyse..
nefesim kesiliyor onlarca yıldır tembihlenen ve ezberletilen her şeyin tekrardan başlaması.. zoruma gidiyor okula gitmek.. ama ben gitmiyorum.. daha ilk yıl 7 dersi altta bırakıp, yedisini de üzerime çekerek uyuyorum tekrar..

kitaplar okuyorum deli gibi.. filmler izliyorum.. yazıyorum, çiziyorum.. okula gitmek dışında her şeyi deniyorum ama.. iş yeri açıyorum 18 yaşımda, daha 3 ay önce gelmiş olduğum bu şehirde.. hem de kitabevi.. hem de sıfır sermayeyle.. ben bile anlayamıyorum tüm bunların nasıl olduğunu..
okul bitmiyor ama.. beni cep telefonumdan dekan yardımcısı olan, doçent ünvanlı, en sevdiğim hoca arıyor bir pazar sabahı.. oğlum diyor, gelsene finale.. tamam hocam diyorum, taksideyim.. oysa yalan, daha yataktayım.. 10 dakika sonra tekrar arıyor, o şahane insan.. hocam diyorum, şimdi çıkıyorum evden..
oğlum diyor, eve değil, okula geleceksin.. kahkahalarla gülüyoruz sabahın köründe..

hemen apar topar okula gittiğimde beni kapı eşiğinde karşılıyor.. ve bir kurşun kalem uzatıp ekliyor, "kesin kalemin de yoktur kesin.." evet diyorum arsızca.. hiç olmadı 7 yıldır..
4 yıllık üniversitenin yedinci yılında hala ikinci sınıfın dersini alıyorum.. lan diyorum kendi kendime.. ne ara geçti bu kadar yıl.. uyuyup kaldım mı amına koyim ben..
asistan kendimle konuşmamdan rahatsız olup sus diyor.. sınavın bittiyse kağıdını ver ve çık.. bitti deyip uzatıyorum kağıdı.. şaşırıyor sanırım.. yarım saatte yazabileceğim her şeyi yazmışım..

sonra tekrar kopuyorum okuldan.. bir kaç kez atılma pozisyonuna geldiğimde, bölüm başkanımız odasına davet ediyor beni.. bir kadına kadınlığını vermek istediğinizde onunla evlenin, kişilik kazandırmak istediğinizde ise çocuk yapın diyen kadın profesörümüz..
bacaklarımda kapri var.. bu haşama ne lan diyor.. o kapri diyorum.. ve onun dersinden tek ders sınavına kalıyorum.. ve o tek ders sınavında, sorulan sorulara cevap vermek hariç her şeyi yazıyorum.. 2 yıl boyunca.. her şeyi hem de.. belki de bu yazının aynısını..

bilmiyorum..

26 Haziran 2010 Cumartesi

genç ölmek

mrendiğim insanlar.. toplumun büyük bir çoğunluğunun saygı duyduğu yaşlı insanlar bir şekilde itici geliyor bana.. bu iticilik ilk ve kaba anlamıyla algılandığında biraz sırıtan bir durum yaratsa da öyle değil..
bir toplu taşıma aracında kendilerine yer vermemek için kendime haklı nedenler çıkardığım yaşlı insanlar konusundaki muzdariplikten çok öte bu.. varoluş denen bu hengameden ise bir beden geride..
sadece benim sonuna kadar algılayıp sonuna kadar iliklerimde hissettiğim durum..

cazip geliyor işte bana.. ölüm karşısında kişinin ölüm stili önemli değilken gençken ölen hiçbir insanın ölüm stili de beni bağlamıyor.. ister şehit olsun, ister trafik kazasında can versin, isterse boktan bir hastalıktan hayata yumsun gözlerini..
hiçbiri ama hiçbiri önemli değil.. intihar edenler hariç.. onları elimle ayıklayıp göğsüme bastırıyorum ben..

toplumun ayıplayıp da dinlerin günahkar saydığı o insanları ben içime sokmak istiyorum çıplak ellerimle.. hayatı huysuz bir fahişe gibi artlarında bırakıp da azraille dans edip, dudaklarına gömüldükleri için..
ruhumdaki onulmaz ve önlenemez ölüm histerikliği karşısında bu kadar cesur ve onurlu oldukları için.. hiçbir şeyin tercih edilemeyen ve seçilemeyen bir olgu olduğu şu yaratılışta en azından ölüm stillerini kendileri seçip, ölüm tarihlerine karar verdikleri için..

hepsinin günahı boynuma.. şeref madalyası olarak taşımazsam namerdim.. onlar olmadığı sürece şu yaratılışta, onların yerine çekilecek ağız kokularını çekip, yaşanabilecek tüm rezillikleri sırtlanmazsam namerdim..
sıkışıp kalmışken ölümle yaşam arasında, sıkışıp kalmışken geçmişle gelecek arasında, her birinin yaşayamadığı, diğer insanlar nazarında yaşamaktan yorulup, yaşamaktan korktukları varsayılan bu insanların ardından edilecek tüm küfürleri, hakaretleri ben kabul ediyorum..

hatta kendimi düşünsel çukurlara belden aşağı gömüp, recm edilmeyi bekliyorum.. yeter ki bu insanlara laf edilmesin.. ahları alınıp, bedenleri de ruhları gibi çürümeden bu dünyadan bir şekilde göçtükleri için onursuzca davranılmasın.. ruhlarına gösterilmeyen saygı ve şefkat gencecik bedenlerine gösterilsin diye..

karşınızdayım.. tam burnunuzun ucunda.. kulağınız dibinde.. gözünüzün bebeğinde.. size, sizden daha yakınım.. tanrı gibi.. belki de şah damarınızda..

uyanmak

hem ruhsal, hem düşünsel, hem de bedenseldir..

bir sabah gözlerimi açtığımda afrika'da uyanmayacağım ne malum.. uyanmak istemez miyim peki? sonuna kadar isterim.. gerçek acıyı ve öfkeyi hissedip, ellerimle dokunmak için.. belki de öpmek.. bilmiyorum açıkçası.. kördüğüm oldum ben.. birbirine dolaşıp da ölümcül bir hastalık olan bağırsaklara döndü zihnim, kalbim, içim..
kördüğümüm.. hiçbir tıbbi işlem iyileştiremez beni.. hastalıklı bir düşüncenin zihne düştüğü ilk an çaktığı kıvılcım gibi açıldı gözlerim.. hiç kapanmacasına hem de.. bu yüzden gergin göz altlarım.. ve hep uykulu bir bedene sahibim..

oysa böyle değildi hiçbir şey.. kendi hayatıma dair basit planlarım ve hayallerim vardı.. dikte ettirilen hayaller!! öğretmen olmak mesela.. sonrasında evlenip çoluk-çocuğa karışmak.. o çocukla/çocuklarla birlikte büyümek.. büyürken de bir şekilde huzurlu ölmek..
olmadı.. bir çocuğun bir ergenden daha aşağılık olduğunu kendi çocukluğumda öğrendim.. savunmasız hayvanlara zarar verip de mutlu olduğum yıllarda.. tek kanadını koparıp da yere bıraktığım sineklerde gördüm o zevki.. kıçına kamış sokup da şişirildikten sonra suya bırakılan kurbağaların çaresizliğinde hissettim o histerikliği..

hepsi ama hepsi nedensizdi belki.. öyle görülüp, öyle algılanıyordu.. ama öyle değildi.. çocuk aklım ve çocuk zihnimle karar veremediğim bir durumdu bu.. ki bu bir arayıştı aslında..
net olarak tanımı buydu.. neyin arayışı olduğuna dair kesin bir bilgim olmasa da, sıradanlığa, tek düzeliğe ve alışılmış olanın duraganlığına çocuk aklım ve çocuk kalbimle atılmış bir tokattı bu..
kimsenin canı yanmıyordu ama.. canı yanan bendim.. yavru köpeklerin daha iyi kavga etmesi için çuvala kafalarını geçirip de kulaklarını kestiğim gün annemden yediğim tokatın sol yanağımda bıraktığı izdi..

hepsi ama hepsi bir arayışın neticesiydi.. çünkü kalburun üstünde büyümüyordum ben.. altında da değil.. o kalburun içinden geçiyordum ben.. hem ekonomik kriterler olarak hem de sosyal norm ve kuralların algılanış ve yorumlanışı olarak..
bu yüzden de kurallarımı kendim belirleme telaşındaydım, kuralları bin yıl önce belirlenmiş toprakların ve insanların yaşadığı bir coğrafyada...
ters tepiyordu bu algılayışım.. ve anlaşılamaz olduğu için rahatsız ediyordu birilerini..

ilkokul, ortaokul ya da lise arkadaşlarım kendi basit telaş ve çıkarlarının peşindeyken ben insan denen canlının bu kadar basit ve sığ olamayacağına dair bir araştırmaya girişiyordum..
her yeni insan deneğimdi belki.. kendileri bunun farkında olamasalar da.. fakat ben, her seferinde yanılıyordum.. her seferinde ama.. insanın özünde de sözünde de tutarsız olabileceğini eylemleri tasdikliyordu..
yıkılıyordum sonra.. temeline dinamit döşenen eski binalar gibi.. olduğum yere çöküyordum.. zeminle birleşip hiçleşiyordum..

ve uyanıyordum azar azar.. bir anda değil.. azar azar.. algılarım açılıyordu kendiliğinden.. okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, dinlediğim şarkılar, ezberlediğim şiirler beni uyandırıyordu.. göz kapaklarım ile kişiliğim arasına yığılıyordu hepsi.. ben istesem de artık kapayamıyordum o göz kapaklarını..

gözlerim cırılmak üzereydi.. ruhum ise yırtılmak..

acı çekiyordum her seferinde... canım yanıyordu..

coğrafi haritalarda varolmayan hayali ülkelerin hayalet sürücüsüydüm ben.. bineğim ruhumdu.. bineğim bedenim..

üzülüyordum işte.. hatta bir sabah acile kaldırılıyordu genç bedenim.. antibiyotikle birlikte 70 cc'lik rakıyı karıştırıp içtiğimden.. serum bağlanıyordu koluma.. midem yıkanıyordu..
gözlerimi açtığımda küçük göğüslü hemşire gülümsüyordu.. yarı aralı gözlerimle görebiliyordum geleceğini.. bir oğlu olacaktı 3 yıl sonra.. bir de kızı.. kız çocuğunu çatırdayan evliliğini kurtarmak için yapacaktı..
görüyordum bunları.. kalp gözüm açıldığından değil.. tanrı'ya çok yakın olup her dem ona sürtündüğümden değil.. sadece uyandığımdan.. sadece ve sadece artık uyuyamadığımdan.. insanlar işlerine giderken kafamı yastığa gömüp, kendimi alkol denizine tepe taklak bıraktığımdan..

açılıyordu gözlerim.. açılıyordu zihnim.. bedenimdeki ve ruhumdaki bu gerilmeeler canımı yakıyordu.. ellerimden ve ayaklarımdan birer ata bağlanmıştım ben.. aynı anda kırbaç kamçı yiyordu her biri.. onlar dört farklı yöne gitmek için şahlanırken ben hiç yırtılmamacasına geriliyordum..
yaydan fırlayıp da sonsuzlukta uçan bir oktum.. çok uzak bir yerlerden fırlatılmış bir taş gibiydim..

belki de taştım.. milyarlarca yılda rüzgarın ve diğer doğa olaylarının toprağı çevirdiği bir nesneye ben daha 24 yılda dönüşmüştüm.. yine de içim acıyordu.. taşların canı yanar mı lan diyordum bol nikotinli gecelerde.. cevap veren olmuyordu.. toplumla aramda üzerinden atlanılmayacak uçurumlar açılıyordu.. ailemden kopuyordum örneğin.. sevdiğimi sandıklarımdan.. nefret ettiğimi düşündüklerimden...
tüm insanlığa, tüm olgulara ve kavramlara karşı hissettiğim tek şey muhteşem bir kayıtsızlık oluyordu.. binlerce morfinli iğne yemiş vahşi bir hayvan gibi soluyordum.. zehir kokuyordum.. düz yazıyla şiir yazıyordum üniversite okurken oturduğum sıraya.. kapı dışarı ediliyordum siyaset ve etnik köken tartışmalarının boktanlığı üzerine sunduğum sunumun herkesi ve her şeyi aşağıladığını varsayan bir profesör tarafından..

uzuyordu okulum.. hatta o kadar çok uzuyordu ki kopma noktasına geliyordu.. uyanmam devam ediyordu ama.. hem bedensel olanı.. hem de ruhsal..
rüya görüyordum ayakta.. toplumsal değerler ve yargılar üzerine.. binlerce yıl önce yazılmış ütopyalardan tek farkı insan denen canlının ışık hızından daha hızlı adileşebileceğine dairdi gördüklerim..

sonra kapanıyordum.. kendi içime.. bir tehlike anında kabuğuna çekilen kaplumbağalar gibi.. bir tehlike sezdiği an zeminle aynı renge bürünen bukelamunlar gibi..

olmuyordu ama.. hiçbir şey olmuyordu artık.. ne ruhuma giymeye çalıştığım ünvanlar ne duygu ve düşünceler.. hep bir şeyler eksikti bu uyanışta.. içimde kocaman bir boşluk vardı.. ve ben oraya ne koysam dolmuyordu.. dolup da taşmıyordu..

geriye tek bir seçenek kalıyordu; ölüm..

kimi ama? ya da neyi?

kendimi mi, ya da bir başkasını, başkalarını mı? küçükken çok denemiştim.. daha on yedi yaşımda kurbanlık koyunumuzu ben kesmiştim.. dayadığım gibi boğazına büyük bıçağı sol elimle ters kavis çizip kafasını gövdesinden kopma pozisyonuna getirmiştim.. dinmemişti öfkem.. bir kaç saat sonra tencerenin dibine oturup da ishal olana kadar kavurma yemiştim..

geriye kendim kalıyordu.. elde avuçta ben oluyordum her işlemden sonra.. ellerim, avuçlarım soyulduğunda ise askere alınmış oluyordum.. alınmazdan önce de bir aralık sabahı uyanıyordum geniş yatağımda..
"ömrüm" diyordum.. "ne zaman başladı ve ne zaman bittii?"
cevap veren olmuyordu, hiçbir soruma cevap verilmediği gibi.. ben de susuyordum.. askeri eğitim adı altındaki tüm saçmalıklara 5 ay 5 gün dayanıp da geri geliyordum yaşadığım şehire.. ve yaşadığımı varsaydığım hayata.. hiçbir şey değişmiyordu.. hiçbir şey uyanmıyordu..

insanlık bir uykuya yatmıştı.. uyanmanın ve rüyanın olmadığı bir uykuya..

uykulu gözlerle gidiliyordu işlere.. uykulu gözlerle gidiliyordu okullara... sevişler ve sevişmeler bile uykuya yenik düşüyordu.. ayıklığım ve aylaklığım banknotlara takılıyordu.. ve ben düşüyordum uykunun görünmez kollarına.. binlerce fitlik yüksek düşünsel mesafelerden.. ve bir anda uyanıyordum rüyasında öldüğünü gören her bir canlının acziyetiyle...

güzel yazmak

kriteri ve ölçüsü nedir bilinmeyen eylem.. ki bana göre kriteri sadece ve sadece şudur; anlatılan şey ne kadar kötü ve berbat olursa olsun kullanılan dilin akışkanlığındadır güzel yazmak..
bir nevi düz yazıyla şiir yazma edepsizliğidir.. ki yazmak, başlı başına ayıp bir eylemdir.. ki yazmak başlı başına bir baş kaldırı olduğundan kabul edilemez. ki ilk emri "oku" değil midir son din diye tebliğ edilen islamiyetin? evet, öyledir.. demek ki yazmak okumaktan sonra gelir.. okumak ise..

çektiği acıları ve varoluş sancılarını içi yana yana anlatan bir romancıya ya da şaire, asla ve asla "çok güzel yazmışsın" demeyin.. yoksa kusar kafanızdan aşağı.. zira yazdığı hiçbir şey güzel değildir.. sadece ve sadece yazım tarzı güzeldir..
ki yaşam, başlı başına bir tarz ve stil meselesidir..

aylak adam gibi muhteşem bir eser ortaya koyan üstada sorarlar; "neden bu kadar az roman yazdınız?" diye.. o da cevap verir; "ben hayatı roman gibi yaşadım.."

güzel yazmak bazen de güzel yaşamamaktan kaynaklıdır.. fakat güzel algılayış ve güzel yorumlayış bu güzel yazma eylemindeki doğurganlığın tek nedenidir.. bu güzel algılayış ve güzel yorumlayış ise çok çirkin bir iz bırakır güzel yazanın ruhunda.. hiç kimse kabul etmez bu çirkinliği.. edemez.. sevmez.. okşamaz.. öpmez.. zira itici gelir insanlara.. onları ilgilendiren tek şey etikettir.. ve her güzel ambalajlanmış nesnenin içinde olduğu gibi, her güzel yazılan yazının içinde de kesinlikle çürük düşünceler vardır.. bu çürük koku ise algısı sonuna kadar açık olanları rahatsız eder.. gerisi sadece güzel bir yazı okur..

sabahlamak

sabahı karşılama merasimidir..

çocukluğumda da uyumadığım geceler olurdu.. daha doğrusu uyuyamadığım geceler.. o gecelerde sadece ve sadece yatakta gözlerimi yarı aralı tutup düşünürdüm.. hem de neyi düşündüğümü bilmeksizin.. daha o zamanlar mastürbasyonu keşfetmemişken.. öylece debelenip dururdum yatağımda..
ilk ergenlik ve gençlik yıllarımda ise neden hiçbir şeyin umduğum gibi gitmediğine üzülüp de yatakta devam ederdim bu uyuklama haline.. erkenden yatan bir anne ve baba, onun dışında yine erkenden yatan bir abi.. ve o abiyle aynı odayı paylaşmak.. soğuk kış gecelerinde odaya düşen abinin üzerine sinmiş olan sigara kokusu.. işte bu kokuyu unutamam ben.. ki bu abimi çok sevmemin nedeni budur işte; nikotin kokması..
onun odaya girmesiyle rahatlardım.. yalnız kalmaktan ya da karanlıktan korktuğum için değil.. ne bileyim, zihnimden geçen ya da geçme ihtimali olan saçma-sapan düşüncelere son verdiği için olabilir..

gözlerimi yumup da daha o yatağına uzanmadan uyurdum.. ve sabah uyandığımda kendimi ya onun koynunda bulurdum.. ya da onu kendi yatağımda..
sıkıca kendisine sarılıp da iri vücudundan destek alırdım.. gel ki hiçbir kavgamda çağırmadım onu.. ya da hiçbir ergenlik olayıma dahil etmedim.. yine de dayanağımdı o benim.. ta ki bir gece yarısı eve içkili geldiğinde, "sen rakı içmişsin" deyip de onu rencide ettiğim ana kadar.. cümlem bitmeden sol yanağımda hissettiğim sağ elinin beş kardeşi.. ve yatağıma geçip de ondan gelen nikotin kokusunu bir daha alamayışım..

daha sonraları üniversite için şimdi yaşadığım bu şehire gelişim.. benimle birlikte okuyan ev arkadaşlarımın huzurlu bir şekilde uykuya geçmesi, benimse uyumamak için her türlü yolu denemem..
sabahlara kadar tarot falı açmam.. kitaplar okumam.. filmler izlemem... ki o zamanlar internet bu kadar yaygın değildi. aldığım günlük gazetelerin hepsini her satırına kadar gözden geçirmem.. bununla da yetinmeyip, bir ansiklopedi serisini baştan sona okumam.. sonrasında ise tüm bu okunanları kendime zırh edinişim.. uykuyu bedenimden kovuşum..

ve askerlik.. oradaki sabahlamalarım.. nöbet tuttuğum gecelerde beynimi ve şakaklarımı zonklatan acı, çaresizlik.. soğuk kış gecelerinde iliklerime kadar hissedip, küfrettiğim yağmurun her bir damlası.. güneş doğarken postallarımla uyuma acelem.. karnıma batan palaskam.. boğazımı sıkan üst kamuflajım..
sabahı etmek için çektiğim nöbet adı altındaki dört saatlik çile.. bazı geceler ise sekiz.. bu kadarının bir insan için çok fazla olduğunu anlamayan ve asla anlamayacak olan askeri yönerge yazarlarının benden bin kilometre ötede oluşu..

askerlik bittiğinde ise geldiğim aynı şehir.. üniversiteyi okuyup, hem öğrencilik yıllarımda hem de okul bittikten sonra yaptığım iş.. sabahın 11'inde başlayıp ertesi günün sabah 5'ine kadar devam ihtimali çok fazla olan meşguliyetim.. ve onun sabahı erteleyişi.. bir çentik atışı zaman denen kavramın en hassas bölgesine.. yani şafağına..
yeryüzü aydınlanmaya yüz tutmuşken benim bayılıp gitmem.. ne bir rüya ne de kabus.. sadece ve sadece geniş yatağıma sağ tarafım üzerine uzanışım.. sol elimle de sol böbreğimi ısıtışım.. sonrasında ise sabahı etmem.. gece denen cinsiyetsiz canavarın her gece beni ettiği gibi..