30 Ekim 2010 Cumartesi

İstanbul

rüya görmüyorum bu şehirde uyurken.. zira uyanık halim düş gibi.. çünkü, burası bir rüya.. daha bugün, üniversiteyi beraber başka bir şehirde okuduğumuz dostumu kadıköy iskelesinden alırken şöyle durdum baktım karşımdaki manzaraya.. o an, arkadaşımla konuşuyordum telefonda.. bir anda konudan sapıp, "kardeşim" dedim, "şu an ki görüntüyü görmelisin.. bir kartpostalın içinden geliyorsun bana doğru.."

evet, bir kartpostal bu şehir.. her ne kadar içerisinde her türlü kötü insanın yaşadığı var sayılsa da.. bir haftadır gecem gündüzüme, gündüzüm de geceme karışsa da.. umrumda değil..
daha dün gece konakladığım otelin arka sokağında iki yaşlı amca anason sayesinde itiraf ediyorlardı birbirlerine gerçek duygularını.. ben ise odamın penceresinden hafifçe sarkıp, sabahın 4 buçuğunda sigaramı içerken dinliyordum;

"la mehmet, seni sevmiyorum orospu.. hiç de sevmedim,, sen var ya hep içki masasında götlük yapan bir orospu çocuğusun" diyordu kır saçlı abi.. mehmet de hemen karşılık veriyordu ona;

"madem bu kadar nefret ediyorsun, ne diye benimle içiyon hala it!!"

susuyordu kır saçlı amca.. o anda hemen otelimin altındaki bardan bir konsmatrisin kahkahaları karışıyordu sabah ezanına.. ve bu kahkahalardan bir kaç adım ötede iki evsiz çocuk, çöplere tekme atarak değerli bir şey arıyorlardı.. ben ise odamdan izliyordum bu güzel manzarayı..
her biri göz hizamdan kaybolduğunda histerik bir şekilde keyif alıyordum.. insan denen canlıya mutluluktan ziyade hüznün ve melankolinin yakıştığını ezbere bildiğim için huzurla doluyordu kalbim.. sabahında stüdyomun sözleşmesini imzalayabileceğim hacı amcayla cumaya bile gidebilirdim.. dert değildi. alnımı secdeye koyup küfredebilirdim tanrı'ya.. o beni anlardı..

işte bu şehirde bunlar geçiyordu içimden.. gece 12'yi geçtiğinde derisini ve kabuğunu değiştiren bir canlıya dönüşüyordu burası.. mahalleleri geçtim, kaldırımları arasında binlerce farklık uçurumların olduğu bir karnaval yerine dönüyordu sokakları.. dabruka çalan çingene çocuklarının karşılarından gelen kadınları paylaşıp onlardan para koparma heyecanını hissediyordum attığım her adımda..
sırtımdaki tişörtüm, dudaklarım ve avuç içlerim nemden yapış yapış olsa da farketmiyordu.. bahariye'de bir banka oturup geleni-geçeni izliyordum..

ne para kazanmak umrumda oluyordu ne de iş yapmak.. ben yaşadığımı hissetmek için buraya getirilmiştim.. ayaklarım ve iradem yardımıyla.. istanbul da hiçbir ferdine göstermediği en ince ayrıntılarını gözüme sokuyordu.. ve ben uyuyordum.. rüya görmeden.. çünkü bir haftadan beri uyanıkken gördüğüm şey otuz yıllık ömrüme bedel bir düştü..

kedilerin ve kuşların şehrinde, daha bu öğlen, beşiktaş'a vapurla geçerken, ısırdığı smidin yarısını martıya atan güzel bir kızın yanağındaki gamzeye gömülmeyi arzulatıyordu bu şehir..
ortaköy'de kumpircilerin arasından geçip, iskelede oturmak uyuşturuyordu kemiklerimi.. oturduğum bankta yanıma sokulan kediden önce karşımda içen orta yaş bir erkekle gözgöze geliyorduk.. sonra kayıyordu bakışları.. sağımızdaki öpüşen çifte.. ve onların iki adım ötesinde bir aileye.. onların 3 adım ötesindeki denizden yeni çıkmış iki şortlu çocuğa.. onların beş adım berisinde...

bitmiyor bu şehrin güzelliği.. asla da bitmeyecek.. birbirine dokunmaktan korkan.. bakmaktan, öpmekten, koklamaktan korkanların hepsinin bahanesi hazır çünkü;

"herkes çok kötü.."

bilmediğiniz bir şey var ama;

"bu şehir çok güzel.. ister sırtında 20 milyon asalak taşısın.. ister taşımasın.. bin tane dünya savaşı çıksa da hep güzel kalacak.. bir yağmur temizleyebiliyor çünkü tüm pisliklerini.."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder