3 Aralık 2009 Perşembe

sen daha iyilerine layıksın

bu cümleyi ilk duyduğum zaman kendimle gurur duymuştum. orta okuldayken sınıfın en güzel gülümseyen kızına aşık olmuştum. kendisine şiirler yazardım. bu aşk 3 yıl sürdü. şiirlerin hiçbirini ona veremedim.
bir kere de mektup yazdım. piç hasan buldu o mektubu. ve tüm sınıfın ortasında kahkahlar ata ata okudu. o mektupta kullandığım bir cümle vardı ki gerçekten gerçekti. ne miydi o cümle? işte şuydu;

"sen benim yaşayamadığım çocukluğumsun."

evet. buydu. gerçekti. ben, 15 yaşımın vermiş olabileceği tüm gerekli ve gereksiz hayat kırıklıkları ile o perinin gözlerinde aramıştım soyulan dizlerimin acısına üflenecek nefesleri. saçlarında aramıştım apansızca elimden kaçıp giden uçurtmaların iplerini. dişlerinde aramıştım, yazlıktayken dalış yapıp da çıkaramadığım incileri. ellerinde geri kazanacaktım öldürdüğüm serçe yavrularını...

anlamamıştı piç hasan. anlamamıştı o peri. bir sonbaharda babasının tayini başka bir ile çıktı. o da çekip gitti. bana kalan, sarı taksinin arka camına yapışmış küçük bir burunun silueti. bana kalan, piç hasanın kırılmayı bekleyen burnu.

geçti yıllar. gelmeden geçti ama. ben, bir şekilde hep iyi olmaya çalıştım. fakat, normal bir kadının ya da ortalama bir kadının iyiliğinden daha üst bir seviyeyeye taşımadan iyiliğimi.
her hangi bir kadına bu cümleyi kullandırmamak için;

"sen daha iyilerine layıksın."

hep kendimi dizginlercesine. hep kendimi durdururcasına. kendimi gemleyip kendimi geri çekercesine.

olmadı.

ezbere yaşanan hayatlarda insanlar ezberden konuştukları için, layık olduğum iyiler bir düştü: ben bir düştüm. uyurken görülen cinsten değil. ayıkken yaşanandan.
öyle bir düştüm ki yerlerden kaldıran olmadı. bir sabah kahvaltı yaparken açtım televizyonu. ince dudaklı spiker bir trafik kazası haberi okuyordu. yerde üç ceset vardı. cesetlerin yüzleri gazetelerle kaplıydı. bir anda rüzgar esti. genç bir kadının yüzündeki gazete uçtu. ben gördüm her şeyi.

gördüm de görmemezlikten geldim. annem vardı karşımda. babamsa sol çarprazımda. yüzü açılan genç kadının üst dudağının çarprazındaki beni unutacak kadar büyümemiştim daha. son lokmayı yutamadım. lavaboya koştum. kustum kustum kustum.
kafamı dikip de aynadaki bana baktım. sol gözümden bir damla yaş süzülürken annem mutfaktan bağırıyordu;

"oğlum bir şey mi oldu? neyin var?"

babamsa mırıldanıyordu.

ben ağlıyordum. yüzümün şeklini bozmadan. daha iyilerine layık olmamaya yemin ederek. daha iyi olmayacağıma dair üçten dokuza, geceden şafağa, siyahtan beyaza, doğudan batıya, sarıdan kırmızıya şart ederek.

ben, varolduğum sürece bir daha asla ve asla kendisinden daha iyilere layık olmayacaktım her hangi bir dişinin.

bu yüzden koştum hep. taklit ettim. yaşadım.

kendileriyle korunmasız sevişmek istediğim tüm fahişelerin o boktan sorularına boktan bir cevap verdim,

"ölümcül bir hastalığın var mı?
"yaşamak!"

anlayan oldu mu beni bilmiyorum. dinleyen olmadığını iyi biliyorum ama.

üniversitelere girdim. fakültelerin duvarlarına işedim. profesörler tüm bilgi kırıntılarını geniş anfilere kusarken ben o sabah ki o haber karesine takılıp kaldım.
evimin anahtarı ile resimler çizdim odun sıralara. üçlü, beşli, yedili iğnelerle tablolar çizdim bedenlere.

yaratılmış ve yaratılacak her şeyi hatalı buldum. tanrı'yı hatalı buldum!

sırf bu yüzden kaybettim kendisini. bilerek düşürdüm bir gece yarısı karanlık bir sokakta. modern zamanlarda tanrı cüzdanlalara hapsedilmişti. ben de bir dilencinin önündeki mendile fırlattım yüzüstü.

iyilik bir rüyaydı. ben göremedim.

gördüklerimi de bir rüyaya yoramadım.

zira benimkisi olsa olsa bir halüsinasyondu!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder