13 Kasım 2009 Cuma

mutsuzluktan ölmek üzere olan birisine aşık olmak

suni tenefüstür.

siz tanımazsınız o kadını. ben de tanımazdım. ölmezden önce. size bu satırları araf'tan yazıyorum. cennetin dibinden.
bir gece yarisi sol baldırıma iki bıçak darbesi alıp da ıslak ve karanlık bir sokakta can çekişirken ben, beni hotel odasına götüren o meleği bilmezsiniz.

gözlerinin altı mosmor, elleri çatlak, sigarası her daim yanan, vücudu da yer çekimine karşı koyamamış, duygularını ve iç organlarını bir çok aşkta ya da tek bir aşkta kaybetmiş, ya da hibe etmiş bir melek.
gözlerindeki ışık asla sönmeyen ama. sönmesine izin vermeyen bir kutsallık abidesi.

beni odasındaki yuatağa uzatıp da sol baldırımı pansuman ettiğinde kendine ait kokusunu içime çekerken biliyordum. kendisine aşık olacağımı.
kendisine tapacağımı hissedebiliyordum. bilincim gitmek üzereydi. gözlerim kararıyor. kalbim sıkışıyordu: en son gördüğüm tavandaki aynada, o meleğin sırt dekoltesiydi. sonrası bembeyaz...

kendime geldiğimde hangi gündü? ya da günün hangi saatiydi? güneş ne taraftaydı? bilmiyordum. bildiğim tek şey; sol baldırımda ince bir sızı ve karşımdaki sallanan sandalyede ayak ayak üstüne atıp da sol elinin bileğini hafifçe kırarak sigara içen bir melek.
benden yaşça büyük olmasına karşın benimle aynı hayal kırıklıklarına sahip bir beden. benim gibi iç organları un ufak edilip de tekrar bedenine doldurulmuş bir ruh.

gülümsüyordu. dudaklarını aralayıp konuştu, "aç olduğunu tahmin ettim. 2 gündür sadece sayıkladın. tanıdık bir doktor vardı. onu çağırdım. bacağına dikiş attı. otuz dört dikiş. bir kaç iğne yaptı. bir kaç antibiyotik verdi. sadece uyudun 2 gün boyunca. bir kaç kez ateşin yükseldi. ama uyudun rahatça. sen kıpırdama. ben kahvaltını yatağa getireyim."

masallar gerçek olamazlar. hem hangi masal gerçek ki? hangi gerçekten bir masal üretilebilir ki? ben gerçek miyim ki? masal tadında bir varoluşum olsun.
yutkundum. boğazımdan hayat geçiyordu. karşımda ise bir peri. çiçekli eteği hotel odasının zeminini süpürürken gözlerine bakamıyordum. benim mahkumiyetim gözlerdi. bakarsam eğer esir olacaktım. ve sol yanaktaki gamzeye gömülecektim.

baktım. ve defin işlemleri başladı. aşk, bir cenaze töreniydi!

salisenin binde birlik bir zaman dilimine sığdı bu bakış. anladım. geçmişim olmayacaktı. sadece ve sadece geleceğim olacaktı. gerçek ismimi unuttum. "bulut" dedim kendime. "bulut, bildiğin her şeyi unut."
hava açıktı. kahvaltılıklardan biraz atıştırıp da dışarı çıktık. en yakın parktaki bankta yan yana oturduğumuzda sokuldu yanıma. istediği neydi? bir evlat segisi mi? yoksa bir erkek sevgisi mi? saygısı mı?
peki benim istediğim neydi? bir anne sevgisi mi? gerçek bir kadın mı? dişi mi? bana, erkekliğimi sonuna kadar hissettirecek bir canlı mı?

sol göğsü sağ pazuma değdiğinde rahatlama hissettim bedenimde. kafasını omzuma koyduğunda gözlerini yummuştu. kuş sesleri eşlik ediyordu bu eşsiz manzaraya. ve ben asaleti düşünüyordum. ayrılıklarda, savaşlarda yok sayılan, ortaya konulamayan, mutsuzken bir anlığına anımsanılsa hiçbir şeye kıyılamayacak asalet duygusunu düşünüyordum. bir de annemi. bir de babamı. kendisini bir et yığını olarak varsaydığım canlıyı.

zaman geçiyordu. biz duruyorduk. camdan bir fanusun içerisindeydik. neydi bizi birleştiren. geçmiş mi? gelecek mi? aşk mı? sevgi mi? saygı mı? asalet mi? gurur mu?
hiçbiri.

bizi birleştiren acılarımızdı. yaralarımızdı. o yüzden de ilk önce yaralarımız denk gelmişti. örtüşmüştü. daha sonra da o günün gecesinde, üçüncü sınıf bir hotel odasında bedenlerimiz. tavandaki aynada birbirimize bakıyorduk. oysa yanyanaydık. keşke yanaydık. aşkın ateşiyle.
oysa hiçbir cehennem küle çeviremezdi o an bizi. öylece izliyorduk kendimizi. çırtılçıplaktık. elele tutuşup, tavandaki aynadan kendilerini izleyen iki ruh. iki beden.

sadece baktık. sadece dinledik. bir kere bile dönüp de birbirimize tek bir soru sormadık. birbirimize rastlaşana kadar ne çok acılar çektiğimzden, ne kadar hırpalandığımızdan, insanların kötü olduğundan, hayatın acımasızlığından bahsetmedik.
sadece dinledik. yeterince gürültü vardı evrende. bir de bize gerek yoktu.

saatler ilerledikçe içerisi soğuyordu. o yüzden de bana sırtını döndüğünde o peri, dizlerimi dizlerinin arkasına gömüp, kalçarlarını kapladım. bir elim başının altındayken. diğer elim belindeydi. kafamı boynuna gömüp de kokusunu yuttum. içimde hissettim ilk defa. aşkı, sevgiyi, saygıyı. ve tanrı'yı...

herkesi ve her şeyi içerimde hissettim. bir geceleğine. yüksek dozda aşk alıp da mutlu ölmek için, bu geceki kırmızı şaraplarımıza bilerek zehir koydum. mezarımız, tavanında ayna olan, ve güneşi sabah ilk gören oda olan bu hotel odası olacaktı. ve biz mutlu ölecektik. hepsi bu...

galiba öldük. ve kendimizi hayata gömdük.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder