23 Ağustos 2011 Salı

TEOMAN

can bu can. şu saçma-sapan medyanın elinde oyuncak olmayı göze alarak gidişini sessizce gerçekleştiremeyişini bile çok göremediğim ciğerparem. şöyle görsem sokakta, yanına gidip boynuna sarılırım. hemcinsim olmasına karşın bir yerlerde oturup bir şeyler içmeyi teklif ederim. öyle bir an gelir mi, geldiğinde ben yanına gider miyim, gidersem de o teklifi sunar mıyım ve kendisi kabul eder mi, muamma.

kendisiyle ilk tanıştığım günü hiç unutmam. bir sonbahar günüydü. televizyonda dönen papatya şarkısı beni kendine doğru çekmiş, o an erkek erkeğe yapılan muhabbete ara vererek televizyonun sesini açmıştım. 
kendimce bir şeyler yazmaya çalıştığım dönemlerdi. işte o gün, eğer içimde müziğe ya da şarkı sözü yazmaya dair bir yeteneğim vardıysa kayboldu. papatya'yı dinledikten sonra, özellikle sözlerine dikkat ede ede, asla ve asla bir müzisyen olamayacağımı anlamıştım.

aynı duyguyu bir de aylak adam'ı okuyup bitirdiğimde hissetmiştim. asla ve asla gerçek bir yazar olamayacaktım. belki bir gün yazdıklarım ya da yazacaklarım bir kapağın içine hapsedilip kitabevlerine dağıtılacaktı, birileri cümlelerimi alıntılayıp yerine göre beğenilerini sunup yerine göre yerecekti. ama ben, asla ve asla yazdığım hiçbir şeyden memnun olmayacaktım.
aylak adam benim değildi çünkü. papatya'nın benim olmadığı gibi. onu ben yazmamıştım. ben kurgulamamış, ben düzenlememiştim. sırf bu yüzden asla gerçek bir yazar olamayacaktım.

aynı duygulardı işte. sonra üniversite için başka bir şehire gidip yalnızlığı iliklerimde hissetmeye başladığımda teoman "sus konuşma" diyordu. "sözler kimin umurunda!"
nereden bilebilirdim ki konuşmanın ne kadar boş olduğunu bana haykırdığını. bilmemedim. yalan yok. aklımın ucundan dahi geçmedi bu. ne kadar gürültü yaparsam o kadar çok dikkati üzerime çekip ilgi odağı olurum diye ummuştum. 
kendisi, kırıklarını aldırdığında kalbinin, ben de yeterince kırılmaya başlamıştım. bir zamanlar gizli gizli dinlediğim teoman'ın cd'leri yaşadığım yeri süslüyor, şarkıları kulaklarımdan gitmiyordu. buna karşın boşvermişliği ve vurdumduymazlığı üzüyordu beni.

teknoloji gelişip iletişim olanakları çeşitlendiğinde teoman'a dair şehir efsaneleri ve bu efsanelere dair erkek egemen argümanlar ortaya çıkıyordu. hiçbiri ama hiçbir onu ifade etmiyordu bana göre. çünkü eksikti. en az teoman'ın kendisi kadar.
bir röportajında " beni kadınlar büyüttü. bu yüzden onları bu kadar iyi bilip anlayabiliyorum" dediğinde kendimle bağdaştırıyordum kendisini. kendisini daha çok sevip daha çok benimsediğimde içim acımaya başlıyordu. 

anlıyordum aklımca. ilk ergenlik ve ilk gençlik yılları yalnızlıkla geçmiş bir adamın şöhret olduktan sonra eteklerine yapışan kadınlar, kız çocukları onu anlamıyorlardı. ve asla anlayamayacaklardı. sırf bu yüzden teoman değerli geliyordu bana. ve gerçek. içindeki boşluk dinmeyecekti. ne o diri bedenler ne de hayatında hiçbir sorun olmamasına karşın aşırı sorunluymuş gibi görünen sorumsuzlar.
teoman yok oluyordu. varoluş sancısı yeni bir teoman doğurmadığında teoman kendisine şantaj yapmaya çalışan medyaya seviştiğine dair görüntüleri isterlerse kendisinin temin edebileceğini söylediğinde artık yaşadığı ülkeden ve bu ülkenin ahlak-namus anlayışından da kopuyordu.

kliplerindeki kadınların yaş seviyesi düşüp etek boyu kısaldıkça, o eteklerin altına da jartiyer giydikçe her biri, teoman daha da dibe gidiyordu. ölmek için güzel bir gün derken her hangi bir güne, aslında o günün yaşadığımız gün olduğunu hissediyordum ben. yine de bunu dillendirecek cesaretim yoktu.
insanlar, kadını-erkeği farketmeksizin hepsi ama hepsi ilham kaynağı olmuşlardı kendisine. yazmak ve bestelemek için ilham kaynağı. hiçbiri yaşam kaynağı olamamıştı hayatına girenlerin. ya da hayatlarına girdiklerinin. yazmakla yaşamak arasındaki şeyse kocaman bir hayattı.

eriyordu bal mumu heykeller gibi. kendi içine gömülüyordu yavaş yavaş. ve canı acıyordu. en kötüsü de bu işte. her sevişten ve sevişmeden sonra içinin acıması. çünkü zamansızdı. 18-22 yaş aralığında yaşaması gereken şeyleri, 35-40 yaş aralığında yaşayan bir adamın zihni yırtılmaya başlıyordu.
ölüm soğukluğunu hissettirdikçe teoman daha da somut olup daha sert yapmaya başlıyordu müziğini. çünkü gerçekle yüzleşmesi geç olmuştu. sanki 30 küsür yıllık bir uykuya yatıp, o uyku esnasında da hayat denen bir rüya görmüştü.

kendisi hissediyordu ama bunu. hem de ta iliklerinde. ben ekran karşısında, röportajlarından, söyleşilerinden hissedebiliyorsam o yaşadığı şeyi ciğerlerine çekiyordu. üzülüyordum. özlüyordum. benden haberi dahi olmayan hemcinsimin bu şekilde yok olması, sanata ve sanatçıya asla ve asla hakettiği değeri vermeyen bir toplumda dünyaya gelip o toplumda eserler sunmak zorunda olduğu için ben onun adına kahroluyordum. 

gökyüzüyle sonsuzluğa uyanıvermek isteyen adam, renkli rüya görmek isteyen adam ölümü hissediyordu sadece. bu ise ağırdı. teoman'ın bile omuzlarında taşıyamayacağı kadar ağır. bir de gerçek. bu yüzden "yoruldum" diyordu. ve ekliyordu; "ben keyif adamıyım. hayatım boyunca keyfime engel olan her şeyi hayatımdan çıkardım. bir gün müzikten de keyif almazsam ve o müzik keyfimi bozarsa onu da hayatımdan çıkarırım."

temsil ettiği varsayılan rock etiketini gerçek manada yansıttıkça dünya görüşü batıyordu birilerine. duruşu ve düşünüşü fazla geliyordu sığ beyinlere. bu yüzden hem kendisiyle aynı jenerasyondan olup hem de aynı müzik tarzını benimseyen diğerlerinden ayrılıyordu. 
diğerleri işin sadece gösterişindeyken teoman müzik piyasasına düştüğü an -özellikle ilk albümüyle- "ben sizden değilim" diyordu. ve değildi. onlar kendi küçük dünyalarındayken teoman muhteşem cümleler yazıp sadece konuşurken değil de şarkı söylerken de gereksiz olan tek bir harfi yaptığı şeye dahil etmiyordu.

keyfi kaçmıştı bir kere ama. keyfi kaçtığı için de müziğe harcadığı zamanı boşa geçen bir zaman dilimi olarak görüyordu. gerçek oluyordu ütopyası. kimin diyordu kendisini saran ellere. cevap yoktu. apansız uyanıyordu düşlerinin en güzel yerinde. oysa annesinin hayırsızıydı o. dizleri boş mu diye sorduğu annesinin kafası hep güzel ufaklığı.
kendini herkesten ve her şeyden korumak için anne rahmine dönme isteğinin dışavurumu değildi gerçekleştirdiği. bitişin noktasıydı bu. en güzel hikaye değildi ama. hiçbir hikayesi güzel değildi zaten. onun canı acıyarak bestelediği ya da yazdığı her şey başkaları için güzeldi sadece. kendisi için acıydı hepsi. çok acı hem de. sırf bu yüzden gidişini sessizce gerçekleştiremedi. nasıl gerçekleştirsin ki, yalnızdı o hep. yalnız dünyaya gelmiş, hatta yalnızlığın içine doğmuş, o yalnızlıktan beslenmiş, yazmış-bestelemiş yine o yalnızlığa gömülmüştü. ilki kendi seçimi değildi. ikincisi ise... neyse...

http://www.youtube.com/watch?v=knqhhnev1jg

büyüdü sonunda. her halde. galiba. kesin. sanırım. belki...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder