28 Ekim 2011 Cuma

Bir kenti yaşamak

kişinin deli kanının ve deli çağının bir izdüşümüdür bazen. bazen de kişinin tüm yazılarının toplamının başka bir elden geçmesiyle ortaya çıkan geçmişinin hatta geleceğinin en sevilen dudaklara ve dile sahip beden tarafından harflerle yapılmış toplama işlemidir. bilemedin çıkarma:

"kanı deli çağlarımdı. hatta üniversiteyi kazandığımı öğrendiğim ilk gece hayaller ve özgürlük melodileri tüm gece uyutmamıştı. oysa yeni bir hayata başlama arefesindeyken ben, yanıma alacağım bir formam ve iki sıkı sarılış dışında hiçbir şeyim yoktu valize atacak. 

yolculuğa çıktığım ilk gün babam her zaman olduğu gibi uzak bir mesafeden salladı elini.

yeni bir şehre düştüğümde ise doğrusunu söylemek gerekirse kampüs hiç de sarmamıştı. yaptığım tek şey ilk hafta boyunca camdan park yerindeki arabaları saymaktı. ve sabahın beşinde çıkılan serseri sabah yürüyüşleri.. soğuk ve yalnız.

yurtta bir akşam çoraplarımı kendim yıkamak zorunda kaldığımda anlamıştım hayatın başladığını. ve ardından bir telefon; "sana... kalmadı."

bir şehre hazırlanmak; bir uçak bileti almak, sonrasında elinde bir kara kutuyla kalıp yere çakılmak gibiydi. ve sonra enkaz gibi bir şehre alışmaya çalışmak.

okul dışında karnımı doyurmak ve sığınmak gibi temel ihtiyaçlarım vardı artık. aşık olmak hatta hayattan intikam almak gibi.

yazdım bu zamanlarımda, mevsim kışken hem de. kitaplar sattım, hayatlar okudum. kötü insan olmayı koydum kafama, düşlediğim cennetten kovuldum.

üzerime geçirdiğim simsiyah bir hayat vardı. sakallarım kısa, saçlarım uzun, ayaklarımda botlarım, üzerimde siyah deri ceketim. 

karşımdaki bir dükkan camında kendimi gördüm bir gece yarısı. bir anda o dükkana doğru son sürat koşup da kendi varlığıma toslamak istedim. kendi görüntüsüne düşman bir siyam balığıydım o günlerde. yeni bir dünya savaşı çıkarabilecek kadar öfkeliydim tanrıya. hayır hayır! denenmiş onca intihar stilinden sonra kendimi öldüremeyecek kadar yorgundum. 

”sana geleceğim” diyordum tanrı’ya, uykuya teslim edilmiş cümlelerle. "sana geleceğim, tıka basa hayal kırıklığıyla. bir gecenin yarısında değil, en sonunda."

sabah olunca babamın bir günahı olabileceğim düşüncesiyle sancılı kalkardım yatağımdan (babama daha giriş cümlesinde çattığıma bakmayın. severim onu. hiç dayak yemedim mesela ondan. ama hiç beni öptüğünü de hatırlamam. keşke dövseydi. eli yüzüme değmiş olurdu) 

istemeden koşulacak tonlarca iş, sevilmeden gidilecek dükkanlar, telaşlar, günü başından bitmiş yaşamlar ülserimi azdırırdı gün ışıyınca. ki daha bir kaç saat olmuştur gözünü geceye yumalı. uykusuz varılmış sabahlarda hayat bir fazlalıkmış gibi çıkardı midemden ağzıma.

aşık olmamayı öğrendiğim ilk gün sağ koluma çirkin diye yazdırtmıştım amatör bir dövmeciye. ve tanımadığım hayatların bedenlerinde geçici-kalıcı lekeler bırakmaya başladığımda işimi sevmeye başlamıştım. 
buna karşın okul yükünü üzerimden atmalıydım. zorlama sonunda tam dokuz yılda tarih bölümünü bitirdiğim gece zil zurna sarhoş olup kafamı gökyüzüne dikip bağırmıştım; “tarih benim, yaşlanıyorum” diye.

evime geri dönemedim. tam 7 yıl. valizime koyduğum formayı da yaktım, bir şafak vakti. hiçbir şeyin fanatiği ya da tarafında değildim artık. çırılçıplaktım. 

kucağına bıraktığım tüm körpe hayallerimi kendi lağımlarına atan yasak bir aşkın annesiydi zaman. geçip gitti. ne geçmişimden hatırlayıp da mutlu olabileceğim bir anı kaldı zihnimde ne de geleceğe annenim sevdiği gözlerimle bakıp huzurlu olacağım zaman dilimi.
şimdi mi, şimdi diye bir şey yoktu. olmayacaktı da. yetişemiyordum zira şimdiye. ensesinden yakaladığım gibi altıma basamıyordum. vahşi bir atın yanına yaklaşır gibi yanına yaklaşıp sakinleşmesini bekleyemiyordum. eğersiz bir attı zaman.

buna karşın zaman bendim ve akıp gidiyordum. arada bir tıkansam da. aslında arada bir değil hep tıkansam da zaman bendim. tersten okunuşum hiçbir şey çağrıştırmıyordu ama. 

ayetlerim vardı peygamberliğimin ilk yıllarında. kimse inanmayınca çiğneyip yuttum hepsini. mucize bekledi benden herkes ben de tanrıma baktım. o geç kaldı ya da görmedi. ben mucizesi olmayan bir peygamber gibi çakılıp kaldım bu şehre. sonra üstadın dediği gibi dedim ki;

"bir kenti yaşamak
ona boyun eğmektir-
sözleşmesiz, anlaşmasız-,
ne derse tek tek yapacaksın,
düşünmeden, direnmeden.

yabancıysan
ve gezgin değilsen
"bir kent yeter" diyeceksin,
"tek bir ölüm";
boğazına oturmuş olan
bir bardak su isteyen.

boyun eğeceksin yolcu!
bir köle gibi tıpkı,
anlamak için belki,
nedir mutluluğu bir tutsağın?"

2 yorum:

  1. hayatı sen yaşıyosun amına koyim dert yanmaya hakkın yok senin...

    YanıtlaSil